“İyi insanların dine ihtiyaçları
yoktur.”
John UTAKA
Epeydir yazmıyorum ya, bir
mektuba nasıl başlanır unutmuşum. Merhaba mı demeliydim, yoksa selam mı
vermeliydim? Neyse, geçelim bunları, girizgahla vakit kaybedemem. Çünkü bu
mektubu yazmak için güçbela klavyenin başına oturdum ve içimdekini dökmeden koltuktan
kalkmak istemiyorum.
Geçen sene, hayır geçen sene
değil, geçen seneden önceki sene, mevsim kıştan bahara dönerken, bir kitap
okudum ve bütün hayatım değişti. Osman gibi. Bütün hayatımı değiştiren sebep,
sadece o kitabı okumuş olmam değildi. O kitaba gelene kadar binlerce kitabın
sayfalarında onbinlerce acabalar biriktirmiştim. Acabaların hiç sonu gelmeyecek,
böyle böyle geçip gideceğim bu dünyadan diye düşünürdüm. Binlerce kitabın
ardından o tek kitap, hayata o güne dek verdiğim anlamı tersyüz etti, dünya
gözümde başka bir kalıba oturdu. O günden sonra ben artık başka bir bendim. Oysa
ben tek bir kitap okuyup hayatını değiştirenleri biraz naif, çocukça ve fevri bulurdum.
Kaostan bana düşen tuhaf pay bu olsa gerek.
Ama sana bahsedeceğim asıl mesele
bu değil sevgilim. Çünkü bu meseleyi yazmak, tüm deli cesaretime rağmen
söylüyorum, benim için hiç kolay değil. Çok iyi bilirsin ya, yazarken pek çabuk
şizofrene bağlarım, yazının evreni içinde kaybolurum, kelimelerle sarhoş
olurum, hatta kendimi kaybeder sana bile buradan ilan-ı aşk ederim de, bu
yaşımda gülünç olurum. Çoluk çocuk da okuyacak bu mektubu, elaleme rezil
olmanın gereği yok.
Sana, hayatımdan daha anlaşılır,
daha basit, daha sıradan havadislerden söz edeyim de, mektuba sinen ağır
nihilist hava dağılsın. Her Cuma Rize’ye gidiyorum. Her Cumartesi Ordu’ya,
hatta oradan da Ünye’ye. Ünye’ye her gidişimde mutlaka iskeleye çıkıyor, ta
ucuna kadar yavaş adımlarla yürüyor, bilmediğim bir bilmecenin cevabı oradaymış
gibi ufka salakça bakınıyorum. Bir koşturmaca içinde bile isteye tüketiyorum
ömrümü sevgilim. Bıkmadan ağzımda gevelediğim şirketlerden, çeklerden, tacirlerden,
yardımcılarından, davalardan, zamanaşımından, hacizden, velhasıl bile isteye
kendimi kaybettiğim yalan dünyasından, hayatta kalma adına, hayatıma ışık
düşürmeye uğraşıyorum. İnanır mısın, elbette inanırsın, ben hiç yalan söyler
miyim, daracık mekanlarda birkaç düzine genç insana ipe sapa gelmez lafları
ederken, gençlerin alınlarında içinden fil ordusu geçen bir gökkuşağı görebilmeyi
beceriyorum da. Kaosa yeminle. Hayatın bizim dışımızda bir anlamı olmadığına
iman ettiğim günden beri, hayatımın anlamını işte bu bitmek bilmeyen, ara
sıra söylensem de bitmesini hiç de istemediğim koşturmacanın içinde bulmaya
çabalıyorum. Otobüs yolculuklarında camdan dışarı bakarken dahil.
İşte o koşturmacanın ortasında
eve her döndüğümde, gittikçe babama benzediğimi fark ediyorum. O da,
çocuklarıyla, bilhassa erkek çocuklarıyla ve hassaten benimle iletişim kurmak
için çok çabalardı ve fakat gel gör ki beceriksizin tekiydi bu konuda. Çocuklarım
büyüyor sevgilim. Her geçen gün benden santim santim uzaklaşarak. Ağlayanlar
fav.
Şu epigraf üzerine de bir çift
kelam edeyim de, kırkambara dönen mektup tam olsun. Hiç de iyi bir düşünür
olmayan John Utaka bu kez fena yanılıyor. Dünyada iyi insan yoktur ki, dine sadece
onların ihtiyacı olmasın. Cümleye bak, çay tazele. İnsan, hayatta kalma savaşı
veren basit ama gittikçe kompleksleşen bir canlıdır. İyi ve kötü, biz
insanoğlunun hayatta kalmak adına yaptığımız tüm davranışlarımızın sebebidir ve
ikisi de aynı kökten beslenir, içimizden, yani kendimizden. İyiler, içlerindeki
kötülüğü gizleyen, perdeleyen en azından buna çabalayan insanlardır. Aslında salt
iyilik, saf bencilliktir. Oysa kötüler, perdesizdir. Bu anlamda, aslında daha
delikanlıca, mertçe bir eylemdir kötülük. Fakat, dikkat çekerim, ikisi de, aynı
kökten beslenir ve aynı amaca dönüktür: Hayatta kalma amacına. Vatan, din,
ideoloji gibi değerleri uğruna şehit olanların hayatta kalma arzusu; vatan,
din, ideoloji gibi değerler yüzünden ölmeyi doğru bulmayanların hayatta kalma arzusundan
daha az değil, aksine daha fazladır. Onlar sadece bu dünyadaki süreli hayatta
kalmakla yetinmezler, sonsuza kadar var olmak isterler. İnsanoğlu açgözlüdür. Din
ise, açgözlülüğümüze bulduğumuz bir kılıftır.
Bu mektubun bir yerinde
Japonlardan da bahsetmeyi tasarlamıştım. Gel gör ki, sabah ezanı okunuyor,
uyumalıyım. Beyaz salıncakların muhteşem çocuksu dansı başka bir mektuba
kalsın.
Sahi, sormayı unuttum. Sen
nasılsın?
Hüseyin Cem ÇÖL
14 Ocak 2015 – Pelitli