BEN ŞAHSEN BİZZAT KENDİM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BEN ŞAHSEN BİZZAT KENDİM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Haziran 2025 Pazartesi

İki "Farklı" İsim, "Aynı" Duygular...

 

Nihat Genç yoğun bakımda... Hastalığının son evresinde olduğu söyleniyor. İlaçlar ya da dualar, hepimiz için muhakkak olan sonu ne kadar öteler, bilemiyorum. Usuldendir ama gönülden söylüyorum: Allah şifa versin.  

Nihat Genç'i severim. Hatta pek çok severim. Gençliğimden bu yana iki düzineye yakın kitabını okudum. Öfkesine, samimiyetine, pervasızlığına, delidoluluğuna, eyvallahsızlığına, cesaretine, duygusallığına defalarca tanık oldum. İlk okuduğum kitabı "One Man Show" idi. Henüz 17 yaşındaydım ve üniversite okumak için hayatımda ilk kez Sivas'ın batısına çıkmış, Ankara'ya gitmiştim. Yüz sene önce İstanbul'dan Paris'e giden Jön Türkler gibi şaşkın, idealist, tertemiz ve saftım. "One Man Show" sarsmıştı beni. Sağır bir topluma öfkeli ve kontrolsüz bir haykırış, çığlık gibiydi. Arkası geldi tabi. Çiçekleri Sarıgıza Yedirdim, Ofli Hoca, Modern Çağın Canileri, Dün Korkusu, Soğuk Sabun, Bu Çağın Soylusu, Edebiyat Dersleri, Tek Tabanca vs.. En son Köpekleşmenin Tarihi'ni okudum. Geçen sene. 

Nihat Genç'i severim. Siyasi duruşundan bağımsız olarak, gürül gürül ve kontrolsüzce akan, adeta bir taşkını andıran yazılarındaki samimiyetten ve hesapsızlığından dolayı severim. Bu müdanasızlığın hatta pervasızlığın, kendi siyasi görüşünde olmayanları vatan hainliğiyla hatta şerefsizlikle suçlama ölçüsüzlüğünü de beraberinde getirdiğinin farkındayım. Severken de, döverken de ayarı yok, biliyorum. Dili her an küfre yakın, hatta küfürbaz dense yanlış da olmaz. Siyasi düşüncelerini birebir paylaştığımı söyleyemem. Kendime yakın bulduğum söylemleri de var ama şüpheyle hatta itirazla yaklaştıklarım da. Fakat 17 yaşımda karşıma çıkan ve yarım asrı devirdiğim şu günlere değin takibimde kalan, deyim yerindeyse 33 yıldır yemeğini -beğensem de beğenmesem de- yediğim, varlığıma katkısı olan biri Nihat Genç.  

*

Otuz yıldır genel seçimlerde oy kullanıyorum. Oyunu her seçimde aynı partiye atan ve ölene dek aynı partide karar kılan istikrarlı seçmenlerden biri değilim. Otuz yılda nerdeyse hepsini denedim, sağından soluna kadar oy vermediğim parti kalmadı. Muhafazakar demokratından, sosyal demokratına, milliyetçisinden halkçısına, liberalinden sosyalistine kadar siyasi yelpazenin her rengine en az bir kez evet mührünü basmışlığım var. Sadece bir renge seçmenlik sergüzeştimde asla yer vermedim: DEM Parti ve öncüllerine. Asla oy vermediğim ve asla oy vermeyeceğim bu siyasi kliğin içinde, sevmekten imtina etmediğim sadece tek bir isim var: Sırrı Süreyya Önder. "Var" dedim ama "vardı" demeliydim aslında. Çünkü kendisini bir ay kadar önce kaybettik.  

Sırrı Süreyya Önder'i severdim. Siyaseten bulunduğu yere çok uzak mesafedeyim. Bundan dolayı Önder'i sevmemem icap eder. Fakat, Kürt ayrılıkçılığını savunanların arasında, Türk-Kürt kıyımını durdurmak isteyen ve ağzından iki kelime çıkıyorsa biri hep "barış" olan bu Türkmen figürü, bende Kürt gerçekliğini anlamama, Kürtlerin de bizden farklı olmadığını kavramama, neticede bu toprakların Türk-Kürt hepimize ait olduğunu duyumsamama, nihayetinde Türk-Kürt-şu-bu hepimizin bu dünyada sınırlı bir zaman diliminde yaşayıp toprağa karışacağımız bilincine ulaşmama yardımcı oldu. Has edebiyat da aslında bu bilinci diri tutar: Empati yapabilme yeteneğimizi sivriltir, mekanın ve zamanın sahibi olmadığımızı, sadece burada misafir olduğumuzu bize hissettirir, bize haddimizi bildirir, benliğimizi kibirden temizler. Önder'i, bizden olmayanın bizden farkı olmadığını hissettiren dervişane ve babacan duruşundan dolayı hep sevdim. Önder bizden -bu topraklardan- biriydi, biz de ondandık.  

*

Önder öldü, Genç hayat savaşı veriyor... Siyaseten "farklı" yerde konumlanmış iki isim, bende "aynı" duygular uyandırıyor. Aslında ikisiyle de hayatımın herhangi bir diliminde aynı yerde bulunup, aynı türküyü söylemişliğim yok. İkisinin de siyasi yelpazedeki duruşuna mesafeliyim. Ancak ikisini de obur bir okur/izleyici olarak hep anlamaya çalıştım, anladıkça sevdim. Çünkü ikisinin de bu toprakların hesapsız, müdanasız ve samimi sesi olduğunu düşünüyorum. Çalmayan, çırpmayan, sahtelikten uzak ve şeffaf bir ses. Önder daha sakin ve sevimli, Genç daha agresif ve öfkeli. Özünde ikisinden de "aynı şarkı" yayılıyor. 

Ben o şarkıyı tüm varlığımda hissediyorum. 


Hüseyin Cem ÇÖL

Pelitli / 09.06.2025 Pazartesi 

2 Şubat 2025 Pazar

ARABULUCU

 

ARABULUCU 


Tarafları barıştırır

Çözüme ulaştrır

Sevenleri kavuşturur

Ne güzeldir ARABULUCU


Hem sabırlı hem dikkatli

İletişimde becerikli

Her zaman çözüm odaklı

Ne tatlıdır ARABULUCU 


Deli gibi para var bu işte

Davan varsa çözsün işte

Gözü oynaşta eli işte

Ne çapkındır ARABULUCU 


Yalan değil, tatlı söyler

Söylemiyle mutlu eder

Kavga etmez, barışsever

Yol gösterir ARABULUCU


Tarafsızdır hem de rakik

Sabırlıdır hem de dakik

"Çözüm" deyince o bir hit

Ne yücedir ARABULUCU


Rakip değil bir arkadaş

Hak yolunda bir yoldaş

Güven verir önler savaş

Barışçıdır ARABULUCU


Onbir gün eğitim alır

Sabırlı olmayı ordan bilir

Adildir hep ara bulur

Alkışlanır ARABULUCU


Cem Çöl der ki ey insanlar

Hayat kısa, ölüm de var

Merhemin varsa bir yara sar

İyileştirir ARABULUCU

Çok iyidir ARABULUCU

Çok şirindir ARABULUCU


2 Şubat 2025 - Pazar

Arb. Adayı HÜSEYİN CEM ÇÖL

9 Ocak 2025 Perşembe

Tarih Notları

 

Üç aydır tarih öğrencisiyim. Eski Anadolu tarihi, Hellen ve Roma tarihi, Orta Asya Türk tarihi ve İslam tarihi kitaplarını okudum. Okuduklarımdan anladığım şu: Tarihte ordusu ve ekonomisi güçlü olan toprakları ele geçirmiş, insanları öldürmüş, şehirleri yağmalamış. Bu işin milleti, dini yok. Hepsi istisnasız öldürmüş. Biz başkayız, bizim mayamız temiz, bizim tanrımız hepsinden yüce diyenlere bakmayın. Güçlü olan herkes (Roma, Moğol, Çin, Türk, Arap, Rus vb.) bunu yapmış. Zayıf olanlar da güçlü olmak için çabalamışlar ve sıranın onlara geçmesini beklemişler. Kimse masum değil. O kadar kitap okudum, ne İskender'i, ne Cengiz'i yargılayan bir cümleye tanık olmadım. Herkes gücü kutsamış şimdiye kadar. Ve şimdi de böyle. Biz de onların mahsülüyüz. Alenen ya da örtülü olarak gücü kutsuyoruz.

*

Tarihe objektif bakınca İNSANI görürüz, doğrusuyla, yanlışıyla, sevabıyla, günahıyla İNSANI. 

Tarihe sübjektif bakınca KENDİMİZİ ve BAŞKALARINI görürüz. Başkaları hep düşmandır, hep haksızdır, hep zalimdir. Başkaları cehennemdir. 

Tarihe objektif bakınca, cennetin de, cehennemin de, kendi içimizde olduğunu görürüz. Her insan biraz cennet, biraz cehennemdir. Her insan hem cennet, hem cehennemdir. 

*

Oysa tarihe objektif bakmak, sanıldığı kadar kolay değildir. Bütün kimliklerden sıyrılmak gerekir. Bütün kimliklerden: Millet, din, cinsiyet, sınıf. Sadece kimliklerden de değil: Güçlü olmak, egemen olmak, daha çoğuna sahip olmak gibi hayvani arzularımızdan da sıyrılmak gerekir. Kimliklerimiz ve hayvani arzularımız, tarihi sağlıklı değerlendirmenin önündeki engellerdir. 

Tarihe objektif bakamayan bugüne de objektif bakamaz. Ve yarınlara da. 


Hüseyin Cem ÇÖL 

9 Ocak 2025 Perşembe / PELİTLİ

10 Aralık 2024 Salı

Kübik Şirin


Rüyamda Picasso'yu gördüm. Her zamanki gibi zayıf ve inceydi. Ancak yüzündeki derin, anlamlı, sancılı ifade hepten silinmiş, yerini sahte bir tebessümle cilalanmış politik bir duruşa bırakmıştı. Yaptığı portrelerin şeklini yüzüne giydirmişti, kübik bir şirin oluvermişti. Daha az şirin, daha çok kübik. Bir tuvalin karşısındaydı, resim yapmakla meşguldü ancak elinde fırça yoktu, mühür vardı. Zaten üzerine de lekeli bir ressam önlüğü değil, tek bir leke bile bulunmayan lacivert takım elbise giymişti. Ayakkabılar iskarpin. Kendiliğinden boyalı, yani boya gerekmez, parlaması için kadife bir bezle şöyle bir silmek kafi. Bir sanatçıdan çok Yozgat Sorgun Ak Parti Merkez İlçe Başkanı gibiydi. "Sayın" demek zorunda kaldım, oysa "naber lan kurug.t" demem gerekirdi, ne de olsa akran sayılırız. Yanına teklifsizce sokuldum, kendimi inkar edercesine zoraki gülümsedim. Ben "sayın" dedikçe, o şımardı, siyahtan başka renk tanımayan mührü daha sert tuvale vurdu. Tuval "bana mısın" dedi. Tuvali alıp Picasso'nun başına geçirmek istedim, serde korkaklık var, yapamadım. 

Yatay dikdörtgen biçimli tuvale baktım. Ortada çaprazlama uzayan ve giderek daralan gamsız bir ırmak. Sağ yanda karemsi bir ev. İki göz pencere, bir ağız kapı. Evin yanında bir elma ağacı. Armut da olabilir. Irmağın üzerinde ve tuvalin tam ortasında hilal kıvrımlı tahta bir köprü. Yukarıda sıra sıra dağlar. Sıra sıra dağların arasında sırıtan yavşak bir güneş. Güneşi çizerken model sorunu yaşamadığı kesin. Etrafında çok. "Ne bu şimdi?" dedim. "Müfredata uygun" dedi. "S.keyim müfredatını" diyecektim, sustum, malum, viran olası hanede evlad ü iyal var. 

Lafa hemen giremedim. Gayrısamimi ve zoraki bir girizgah yaptım. Ben de sanatçıyım, dedim, ben de resim yapayım, dedim, bana da bir tuval verin, dedim, mühür istemem fırça lütfen, dedim. Daha da diyecektim. Gençliğimde ve otuzlarımda hatta kırkın başlarında, kendimi uzun uzun anlatırdım ve bunu zevkle yapardım. Bir işe yaramadığını anladığımda, cümlelerim kısaldı ve yolculuklarına -hiç bitmeyen yolculuklarına- içimde devam etti. İşte yine diyeceklerimin dış mekandaki sesli macerası bitmiş, iç mekandaki sessiz macerası devam ediyordu ki; Picasso'nun içinden küçük bir Franco çıktı. Guernica'yı yapan Picasso, hayır ekmeksiz kalmaktan korktuğu için değil (korkmak insanidir, korkan ayıplanamaz, korkan değil korkutan ahlaksızdır-K.G.), içinde gizli kalmış mühür sevdasından ötürü Franco'laşmıştı. Mührü tuvale Müzeyyen Gürkaya edasıyla sertçe vurdu. Kocaman bir yazı tuvalde belirdi: REDDEDİLDİ.     

Picasso'yu rüyamda gördüm. Arz ederim. 


Hüseyin Cem ÇÖL

11 Aralık 2024 Salı - PELİTLİ 

30 Kasım 2024 Cumartesi

Öğrenci




 



İlkokulu ve ortaokulu saymazsak, pek başarılı bir öğrenci olamadım. Orta sonda sendeledim, lisede kalabalıklar arasında kayboldum. Lise bir ve ikide (Divriği'de) aleviler, lise üçte (Sivas'ta) haylazlar beni okuldan soğuttu. Okuldan koptukça, kendi içimde bir dünya inşa etme çabasına giriştim. (Bu çaba hiç bitmedi ve bitecek gibi de değil.) Üniversite ve sonrası, edebiyat-din-kitap-sanat sarmalında kendi yolumu bulmaya çalışırken, genç bir insan olmanın fiziki gereklilikleri altında sıkışarak hatta boğularak geçti. Neyse ki güç-bela elde ettiğim bir-iki diploma sayesinde, kimseye muhtaç olmadan hayat gailemi bu yaşıma gelene kadar sürdürebildim. Yarım asrı bulan ve ne uzayan, ne kısalan bir hayatın bana sunduğu tek övünç madalyası da işte bu oldu: Kimseye eyvallah etmeden, kimseye muhtaç olmadan evimi geçindirmek ve çocuklarımı büyütmek.     

Okumayı, kitapları hep sevdim, hatta çok sevdim ama okulu da, öğrenciliği de öğrencilik hayatım boyunca hiç sevmedim. Zaten bu hayatta ne öğrendiysem, okulda öğrenmedim. Okul, gidilmesi gereken zorunlu bir yerdi sadece, gidilmesi zorunluydu ve ben de sadece gittim. O yüzden lise öğrencisiyken devamsızlık hakkını sonuna kadar kullanırdım. Okuldan kaçardım fırsat buldukça. Peki nereye kaçardım? Divriği'de Mursal Barajına giderdim mesela. O ergen delikanlının, hayata karşı pek de cesur olmadığı halde, adeta başka bir ülkeyi hatta başka bir gezegeni andıran o ıssız tepelerde, tepelerin arasında gamsızca akan ırmağın kenarında korkmadan tek başına nasıl yürüdüğüne şimdi ne çok şaşıyorum. 

Peki ya Sivas'ın o meşhur kan donduran sabah ayazında okuldan kaçıp nereye giderdim? O vakitler, doksanların başı, tam olarak 91-92 yılı, Sivas İl-Halk Kütüphanesi Çifte Minare'nin az ötesinde, Hükümet Meydanının karşısındaki ağaçlıklı parkın arasındaydı. Ön cephesi Sirer Caddesine bakardı. Üç katlı binanın en üst katına çıkardım. Orası benim için malum, pek çokları için meçhul bir hazineydi. Edebiyat, sanat, mizah dergilerinin koleksiyonları hemen yanıbaşımızdaki raflardaydı. Görevli memureyi meşgul etmeden, dilediğin dergiyi teklifsizce alıp okuyabilirdin. Bu kadar kitap bolluğunun ortasında yaşayan kütüphanecilerin dünyanın en şanslı, en mutlu insanları olduğunu düşünürdüm ama ne tuhaf, biri hariç tüm memurların suratından memnuniyetsizlik akardı. Orada, o katta, tozlu rafların arasında elimin dokunduğu, sayfalarını karıştırdığım tüm o dergi ciltleri, inşa etmeye çabaladığım kendi biricik dünyamın temelleri oldular. Ben kitapları, devletin okullarında değil, bir babamın evdeki küçük ve mütevazı kütüphanesinde, bir de işte o Sivas İl-Halk Kütüphanesinin tozlu raflarında sevdim. 

Lise son sınıfta Divriği'den Sivas'a gelmiştim. Çocukluğumun geçtiği mahallede, Alibaba Mahallesinde, babaannemin ve dedemin yanında kalıyordum. Babam beni dersaneye de yazdırmıştı, üniversite sınavına daha iyi hazırlanmam için. Okula nasıl hafta içi zoraki gidiyorsam, dersaneye de hafta sonları zoraki giderdim. Benim çalışma programımın çok gerisinde, buyurgan, üstten bakan, soğuk, açıkçası bana katkısı olmayan bir yerdi dersane. Evet, iyi bir öğrenci değildim ama tembel biri de asla değildim. Neye ne kadar çalışmam gerektiğini kendim belirliyor, neyi ne kadar öğrendiğimin ölçümünü kendim yapıyordum. Babannemin hamur açtığı ayaklıklı bir tahta vardı. Çalışma masam oydu. Ev sobalıydı ve sadece TRT'yi çeken siyah-beyaz Philips marka bir televizyonumuz vardı. Elbette kumandasız. İnternetin, cep telefonunun, bilgisayarın olmadığı ve o yüzden zihnimizin berrak kaldığı o dingin zamanlar. Virajdan önceki son asude günler. İşte o kuzine sobalı, tek kanallı babaannemin evinde elimdeki ders kitaplarını, soru bankalarını, hazırlık dergilerini defalarca hatmederek üniversite sınavına hazırlanmıştım. O kadar çok çalışmıştım ki, elimdeki kaynakları defalarca bitirdiğim için, son bir ayı nerdeyse dinlenerek ve sınav gününü bekleyerek geçirdiğimi çok iyi hatırlıyorum. 

Peki ne olacaktım? Sözelciydim ve sözelden kazanılabilecek bütün okulları (hukuk, siyasal, edebiyat, tarih, iktisat, maliye vs.) zorlanmadan kazanabiliyordum. O süreçte kimseye tercih listeme neleri yazmam gerektiğini sormadım, kimse de beni yönlendirmedi. Ne okul, ne dersane, ne ailem bana telkinde bulunmadı. Öğüt verenim, yol gösterenim olmadı. Ben de o kadar bilinçli değildim aslında. İstediğim bir meslek vardı, hatta kendime çok uygun gördüğüm bir meslek vardı hayalimde: Kütüphanecilik. Fakat puanı o kadar düşüktü ki (412 idi) ve benim sınavdan aldığım puan o kadar yüksekti ki (512 idi). Ve ben, sırf aldığım puan boşa gitmesin diye, en tepeye Ankara Hukuk yazdım ve aradaki üç yıllık kesintiyi saymazsak 1992'dan 2010'a kadar sürecek Cebeci maceram işte böyle gönülsüzce başladı. Gönülsüz yapılan aş, benim hem karnımı, hem başımı yıllarca ağrıttı. 

Cebeci'yi sevdim ama üniversiteyi de, hukuku da sevmedim. Hadi kamu hukuku neyse de -anayasa, genel kamu, hatta hukuk felsefesi fena değildi-, özel hukuk haddinden fazla hayata dönüktü ve hiç bana göre değildi. Sevdiğim birkaç hoca vardı, mesela Medenici Bilge hoca, tanıdığım en sevecen, en anaç kadındı. Ders nasıl sevgiyle anlatılırsa işte öyle anlatırdı. Böyle birkaç isim daha sayabilirim ama okulu sevmem için yeterli değillerdi. Derslere ara sıra gelirdim, ancak hiçbirini tam anlamıyla dinleyemezdim, çok çabuk kopardım hocanın dünyasından, yanımda getirdiğim kitabımı -muhakkak yanımda hukuk-dışı bir kitap olurdu- gizli gizli okuyarak dersin bitmesini beklerdim. 

Üniversite -çok şükür- uzamadan bitti, avukatlık stajı falan derken, evlendim, baba oldum ve üç yıl sonra kendimi yeniden kürkçü dükkanında, Cebeci'de buldum. Onbir yıl sürecek ve nasıl başladıysa öyle bitecek asistanlık yani öğrencilik günlerimde, okulla aramdaki mesafe azalacağına daha da arttı. Okul, hep kaçmak istediğim ama nedense hiç kopamadığım bir yer olarak hayatımda tuhaf bir yer işgal etti. Kütüphaneler, Kızılay'daki kitapçılar, Olgunlar Sokak, sahaflar, ikinci el kitap satan dükkanlar, pazar yerleri en çok uğradığım mekanlardı. Kitaba olan düşkünlüğüm ve okula olan isteksizliğim arasındaki tenakuz, bir bakıma hayatımın gülünç ve acıklı özetidir.  

2010 yılında Trabzon'a geldiğimde, hiç hazır olmadığım halde, omuzlarıma birkaç dersin sorumluluğu yüklendi. Ve çok tuhaf, beni şaşırtan bir şey oldu, okulu sevmeyen, öğrenciliği sevmeyen, hukuku sevmeyen ben, bir anda ders anlatmayı, ders anlatmak için saatlerce hukuk kitabı okumayı seven biri oldum. Yeryüzünün en mahçup insanlarından biri olmama rağmen, ders anlatmak için, öğrencilerin karşısına çıkmak için hep istekli, atılgan davrandım. Bana lisansta pek karmaşık gelen özel hukuk dersleri, bu kez öğrenmekten, okumaktan, anlatmaktan bıkmadığım dersler oldular. Özetle ders anlatmayı çok sevdim, dahası iyi ders anlatmak için çok çaba gösterdim. Sorumlusu olduğum her derste, kitaplardan, pratik çalışmalardan yararlanarak, öğrenciye yönelik ders notları hazırladım. Hayatımda iyi bir öğrenci olamadım ama iyi bir ders sorumlusu olmak için elimden gelenin fazlasını yaptım. Hep gayret içinde oldum. Öğrencilerden aldığım geri-dönüşler genellikle olumluydu ama hepsi nazik çocuklar, ayıp olmasın diye olumsuz eleştirilerini benden saklamış da olabilirler.

Her öğretmen derse kendi yorumunu, üslubunu, kendi tarzını katar. Ben de, deneme-yanılma yoluyla kendi tarzımı buldum. Konuyu basitleştirmek, somut, akılda kalıcı ve canlı örnekler vermek, tahtaya yazarak konuyu özetlemek, öğrencilere soru sorarak derse katılmalarını sağlamak, basit ve anlaşılır ders notları hazırlamak, pratik çalışmalarla anlatılan konunun öğrenilmesini pekiştirmek vs. Tam 14 yılım işte bu ders denilen uğraşı nasıl daha verimli kılabilirim kaygısıyla geçti. Tüm bu çabaların sonunda kime ne öğrettim, öğretebildim mi bilmiyorum. Ben sadece iyi anlatma gayreti içinde oldum. Geriye baktığımda en azından vicdanen rahatım. Bu da bana yeter. 

Öğretmenlik tamam. En azından benim açımdan tamam. Bu yaştan sonra kimseye kendimi zorla beğendirecek halim yok. Emeklilik hakkını da elde ettim. Rızam hilafına da olsa, ana derslerin yükü de üzerimden alındı, geriye bana ufak tefek dersler kaldı. Bir şeyleri ispatlamak için değil, sadece keyif almak için ders anlatıyorum artık.

Öğretmenlik tamam, benim yapabildiğim bu. Zaten ders taleplerimi yönetim dikkate almıyor ve benden fazlası da istenmiyor. Ahir ömrümde nihayet okula bir yanıyla tutundum, öğretmenliği gerçekten sevdim ve bihakkın yaptım. Fakat bir eksiğim var: Öğrencilik. Bu eksiğimi giderebilir miyim? Öğrenci olabilir miyim? Hocaların dar kalıplara sıkıştırdığı bilgileri gevelemeye, istediğimi değil bana sunulanı ezberlemeye ve sınav denilen ahlaksızca muameleye katlanmaya artık hazır mıyım? Tüm bu ders-sınav-ders-sınav-ders-sınav döngüsü bitip diploma almayı başardığımda, öğretmenlikten sonra öğrencilik engelini aşıp, ergenliğimde küstüğüm okulla hayatımın sonbaharında barışabilir miyim? 

Bu sorularımın yanıtını bulmak için, üç ay kadar önce Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Tarih bölümüne kayıt yaptım. Tarih, hayatımın her döneminde ilgimi çeken bir alan olmuştur. Dersler daha başlamadan, bir heves, ders kitaplarını satın almış, hatta "Helen ve Roma Tarihi" dersinin kitabını baştan sona okumuştum. Tarihe ilgi duyan meraklı bir okuyucu olarak tarih kitabı okumak gerçekten keyif verici ve dinlendirici. Fakat bir öğrenci gözüyle bakınca sınav baskısı kendini sayfa aralarında belli ediyor. Ve sınav baskısı, öğrenmenin keyfini de kaçırıyor, hatta öğrenmeyi de engelliyor.  

Online derslerin epeyine katıldım. Hocaların yarısı öğrencinin varlığını hesaba katmadan "dersleri okuyup" zamanlarını doldurdular, kalan yarısı ise öğrencilerin sorularını dikkate alarak ders yaptılar. Haftaya vize sınavlarım var ve biri dışında, sınavlara hazır değilim.

Dün, sınav yerimi öğrenmek için ilgili sayfaya baktım ve beni çok şaşırtan bir sonuçla karşılaştım. 14 yıldır ders anlattığım sınıflarda, odamın da bulunduğu 3. kattaki HUK-303, HUK-304 sınıflarında sınava gireceğim. 

Öğretmen olarak okulla barıştım, öğrenci olarak da okulla barışmam için bundan daha iyi bir işaret olabilir mi?  

***

Epeydir bloga kendime dair bişeyler yazmıyordum. Bu yazı iyi oldu. Yazmayı gerçekten özlemişim.


Hüseyin Cem ÇÖL
30 Kasım 2024 Cumartesi - Pelitli  

29 Kasım 2021 Pazartesi

...

 

Öğrenci arkadaşlarla Orman Fakültesi Kantini önünde çay eşliğinde, çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Düzenleyen, katılan, soru soran, dinleyen, konuşan tüm arkadaşlara içtenlikle teşekkür ederim.


30 Ekim 2021 Cumartesi

Cumartesi Dersi

 

"Araklı'dan Trabzon'a gelirken ya tünele girersin ya da Kalecik'ten geçersin. Reenkarnasyona inanmadığım için, ben hep Kalecik'ten geçerim."


Hüseyin Cem

31 Mayıs 2019 Cuma

Unutulan Bir



“Kış Uykusu” : Beni Bir Uşağın Gibi, Bir Kölen Gibi Yanına Al…

Hadi, biz de Anton Çehov’un hikayelerinden esinlenelim. Kısır hayatları içinde çıkış yolu bulamayan Çehov kahramanlarına dönüşelim. Hava kapalı olsun. Kapalı havalarda odamızın kapısını kilitleyip, kapalı bir filmin içine kendimizi kapatalım. Kendimizi unutalım. Bir kış uykusuna dalalım. Kötülüklere karşı koymama yolu, sadece Necla’nın değil, bizim de yolumuz olsun. Hatta bu pısırıklığımıza daha cafcaflı laflar da bulalım: Pasif direniş ya da ne bileyim sivil itaatsizlik diyelim, zavallılığımız daha çok prim yapsın.

Hem ne çok “laf” var değil mi? Bir anlam ifade etmeyen. Vicdan gibi, dürüstlük gibi, adalet gibi, hak gibi. Zaten çok iyi biliyoruz, “O” da yok. Korktuğumuz için O’nu var ettik, O’ndan korktuğumuz için, O’na “yok” diyemiyoruz. Burada es verip kahkahayı koyverelim. Nasıl bir korkuysa içimize sinen, hepten silmenin imkanı yok. “O ne var, ne de yok, bilemeyiz ki” diyenler de, “var ama ne yaptığının kendi bile farkında değil, hem bizi kendi halimize bıraktı” diyenler de korkak. Burada koyverdiğimiz kahkahayı tortop edip kıyma makinesinden geçirelim ki, ortada delil kalmasın. Gülünecek an değil, ciddi olalım.

*

Tek hakikat, diz kapaklarıdır.

Hüseyin Cem ÇÖL
5 Mart 2015 - Pelitli 

17 Mayıs 2019 Cuma

Atarlı Rahel



Rahel, yargı dağıtıyor.

Rahel, Tanrıya kafa tutuyor.

Rahel, Tanrıyı hizaya sokuyor.

Rahel, ne bu çocukluk diyor Tanrıya, sen Tanrısın kendine gel. Bırak bu ergen erkek tavırlarını. Büyü artık. Sen de her varlık gibi evril. Yetti senin çocuklukların!

Rahel, yakışır mı sana diyor, sonra ekliyor: Hem, nasıl yakışmaz. Yaşar Usta çık aradan.  

Rahel, Tanrıya sarı kart gösteriyor. Kırık vazonun yanında boynu bükük bekleşen Tanrı suskun.

Rahel, Tanrıya ayar çekiyor. Elmanın koordinatlarını ver, sonra “sakın yeme” de. Kolaysa sen yeme yiğidim.

Rahel, Tanrıyı, Tanrının silahıyla vuruyor. Hani, hep koruyacaktın bizi? Hani, seviyordun bizi? Seven, sevdiğini öldürür mü? (“Hiç öldürmez olur mu Rahel’cim?” Konuşan Oscar Wilde.)

Rahel, bir kadın. Ben de çok kıskandım ama sevgim kıskançlığıma üstün geldi. Sen bir Tanrısın, benim kadar bile olamayacaksan, ortalıkta Tanrıyım diye dolaşma, diyor. İnsan kadar merhametli olmayacaksa bir Tanrı, bi zahmet Tanrıyım diye caka satmasın.

Rahel, bir ana. Tanrıya, Tanrı gibi davran, kendine yakışanı yap, diyor. Yapamıyorsan gözüme görünme, senin Tanrılığını kabul etmiyorum, diyor. Rahel, seni ben var ettim, benim çocuklarıma dokunursan, var ettiğim gibi yok da ederim diyor. Rahel, bir ana, çocukları var. Tanrı, anasız bir çocuk. Seni kim şımarttı böyle? Her aklına eseni yapamazsın. 

Rahel, Tanrının kulağını çekiyor.

Rahel, Tanrıyı şamarlıyor.

Rahel, son çare, uçak moduna giren Tanrıyı ayağının altına alıyor.

Yarattıklarını oyuncak sanan Tanrı, oyuncaklar, oyun kurallarını hiçe sayınca kızıyor, öfkeleniyor. Oysa kuralı en çok çiğneyen, kural kitabının tahrif edilmesine müsaade eden kendisi. Öfkelendi ama beklemediği yerden tokadı yedi. Bir kadın karşısında ezildi. Bir kadın tarafından ezilmek, aşağılanmak hoşuna gidiyor olabilir mi? Madalyonun görünen yüzündeki maço erkek kayboldu, diğer yüzündeki edilgen erkek gün yüzüne çıktı.

*

O gün, orada, Rahel, Tanrıya öldürücü darbeyi vurdu.

Yıllar sonra Niçe selasını okudu.

Hüseyin Cem ÇÖL
17 Mayıs 2019 – Cuma / AKÇAABAT

22 Mart 2019 Cuma

öyle işte.



rize kalesi çay bahçesinde üç kişiyiz. dedim ki bir teklifim var. her birimiz beş dakika konuşalım. ötekiler konuşmayı kesmesin. tepki de vermesinler. sadece dinlesinler. konuşan dilediği gibi dilediği konuda konuşsun. bir onay, alkış, tebrik ya da eleştiri beklemeden konuşsun.

ilk konuşan ben oldum. konuşurken çocuk oldum. hatırladığım ilk anımı anlattım. dört yaşındayım. halamların evinin bahçesinden sokağa bakıyorum. kendimi ensemden görüyorum. o sokağa bakan çocuğu hem dışardan izledim, hem de onun yanında onunla beraber ben de sokağa baktım.

Çok çıplak, çok saf, çok naif, çok sade ve çok gerçek bir duygu yaşadım o an. hücrelerim yenilendi, arındım. 44 yaşımın içinden 4 yaşındaki çocuk çıktı, bana sahip oldu. benim tüm kirimi temizledi. tuhaf bir başkalaşımın içindeyim ve buna tanık olan iki dinleyicim var.

oradan aldım yürüdüm, biraz daha büyüdüm. olay anlatmıyorum, an anlatıyorum. içimde biriken an'lar. ilginç, eğlendirici, çarpıcı yanı olmayan fotoğrafları içimin karanlık odasından çekip çıkarıyorum. iki dinleyenim neye tanık olduklarının farkında değiller. belki biraz şaşkınlar.

belki de alışkınlar bu tuhaflığıma. tepkisizler. onların tepkisizliği benim dilimi daha da çözdü. anlattıkça anlattım. yoruluna kadar anlattım. çocukluk, ilk gençlik, gençlik... birbiriyle kopuk gibi gözüken anlık hatırlamalar çeşnisi. bütünlenince ortaya çıkan ruhumun tuhaflığı.

bıraksalar sabaha kadar orada, rize kalesinde anlatmaya devam eder miydim? ruhumu ortalığa döker miydim? vakit çok geçti, kalkmak zorunda kaldık. gecenin ikisinde bir çorbacıda çorba içtik. eve geldik. bir çay daha. uykum geldi. keşke sabah kadar da beşirli'de adımlasaydık.

6.7.2018'in bende bıraktığı: İnsanın sakınmadan ruhunu soyunacağı dostlarına ihtiyacı var. herkes gizli tanrı rolünü oynadığı bir hayatta, ne yargılayan, ne onaylayan, sadece öz varlığımızı ortaya çıkarmamıza katkıda bulunan gerçek dostlara.

öyle işte.

Hüseyin Cem ÇÖL
22.3.2019 - Pelitli

25 Aralık 2018 Salı

Son Ders





Medeni Hukuk-I, Medeni Hukuk-II, Roma Hukuku, Ticari İşletme Hukuku, Rekabet Hukuku, Şirketler Hukuku, Sermaye Piyasası Hukuku, Tüketici Hukuku, Bankacılık Hukuku ve Kıymetli Evrak Hukuku...

Varsa hakkım hepinize helal olsun.


Öğr. Gör. Hüseyin Cem ÇÖL
H 309 - 25 Aralık 2018 

13 Aralık 2018 Perşembe

13 Aralık 2024 Cuma



Kombiyi açmadım. Gerek yok. Zaten akşamları uğruyorum eve. Hatta bazen uğramıyorum bile. Dükkanda, yumuşak kanepenin üzerinde sabahlıyorum. Hem evden daha iyi. Akşama kadar gelen giden oluyor. Gelen gidenin sesleri dükkanın içine siniyor, velhasıl insan sıcaklığı hissediliyor her yanda. Oysa ev. Ev soğuk. İnsan yok. Ben dahil.

Bir haftadır İstanbul’u aramıyordum. Aradım. “Her şey yolunda, merak etme”, dedi. Her şey yolunda mı? Nasıl her şey yolunda olabilir? Diyemedim elbette. Susma yoluyla red. Kural olan hep buydu ve istisnası hiç olmadı. Açık red, kavga demektir. Kavgacı değildik, keşke olsaydık. Kavga, tutkulu insanların işidir. Tutku olmayınca, tutunamadık da birbirimize. Varlığımızı birbirimize hissettiremedik, bunun için çaba bile göstermedik. Kendi kısır dünyamızda, yemek yap, ders anlat, debelendik. Arada çocuklar kaldı bizi tutan.  

Tekli koltuğa yığıldım. Kumanda elimde. Televizyonda bildik yalanlar arasında gezindim. Sahte mutluluk. Yalan olmasaydı yaşanmazdı. İnsanoğlunu bugünlere yalanlar getirdi. Gerçeği bilenler de, düzen bozulmasın diye yalanların devam etmesine göz yumdular. Çünkü insanı hizaya sokan, insanı dizginleyen yalanlardı. Ya ateş, ya kadın dendi ve isyanın önüne böyle geçildi. Ben yalanlara, yalan deme cüretini kırk yaşımda gösterebildim. Bedelini yalnızlıkla ve mutsuzlukla ödedim, ödemekteyim. Aksini yapamazdım, çünkü hiçbir zaman iyi bir oyuncu olmadım, strateji de bilmem. Gerçi beyni ağzında dobra biri de sayılmam ama mış gibi yapmak da bana göre değildi. Ne ateş umurumda, ne kadın!  

Televizyonu kapatmadım ama sesini kıstım. Yanıbaşımdaki masada sıra sıra yükselen kitaplar. Okunacak ne kadar az kitap varken, bu kadar çok kitabımın olması ne tuhaf. Kitapların içindeki gerçek dünyada dolaşmak, ergenliğimde ve gençliğimde ve otuzlarımda büyüleyiciydi, beni çoğaltan, zenginleştiren tek uğraşımdı. Oysa şimdi. Şimdi, birkaç sayfanın içinde oyalansam, uykum geliyor. Her şeyi biliyorum sanki, okumaya ne gerek var? Hem, okudum da ne oldu? İşte buradayım, tek başına.  

Tek başına

Burada

Ne yapıyorum

Ben?

Hüseyin Cem ÇÖL 
13 Aralık 2018 - Pelitli 

6 Eylül 2018 Perşembe

Bu Sabah


Bu sabah. Ayşenaz'la okuldaki odamdayız. Bilgisayarı açtı.
Ayşenaz - Baba şifre nedir?
Ben - Dilara.
Ayşenaz - Peki. 🙄🙄🙄

20 Ağustos 2018 Pazartesi

Bir Masalım Olsa


Bir masalım olsa. Bir tanrım mesela. Seven, koruyan, kollayan bir tanrı. Bir anne gibi. Yarattıklarını öpen, koklayan, bağrına basan bir tanrı. Hep veren ama karşılığında övgü, takdir, alkış beklemeyen bir tanrı. Ben ona sığınsam her yanlış yaptığımda, o hep bana kucak açsa. Bana buyurmasa, hatta kendisini sorgulamama izin verse. Her şeyi öğretmese, bana da öğrenme payı bıraksa. Öğrenme payı, yani, bıraksın yanlış da yapabileyim. Ona bile çatabileyim yeri geldiğinde. Kızmasa bana. Öğrenciye kızılmaz. Bir anne çocuğuna kızamaz.

Bir masalım olsa. Bir partim mesela. Her seçimde çılgınlar gibi desteklesem. Partim seçimi kazandığımda ülkeyi adaletle yöneteceğine ve kalkındıracağına inansam. Bu inançla, herkesi partime oy vermeye davet etsem, çabalasam. Partimin asla yanlış yapmayacağına ikna etsem herkesi. Yanlış yapan olursa bedelini ödeyeceklerine iman etsem. Bir partim olsa keşke. Ben de o partinin saf bir neferi.

Bir masalım olsa. Bir şeyhim mesela. Dizinin dibine otursam, yüzüne bile bakamasam. Beni alsa, sağaltsa, budasa beni. İşte budur insan-ı kamil desem. Ben de ona talebe olsam. Uzun sohbetlerini hiç bıkmadan dinlesem. Uzun susuşlarını da. Ondan hayatın anlamını öğrensem, yani tanrının derdinin ne olduğunu. Şeyhim tanrının bir parçası olsa. Böylece tanrıya daha yakın olsam. Ona dokunsam.

Bir masalım olsa. Bir sevgilim mesela. Konuşmaktan bıkmasak. Hiç susmasak yani. Çok sevsem, çok sevilsem. Her akşam yorgun argın işten geldiğimde boynuma sarılsa. İçtenliğiyle, sıcaklığıyla sarhoş olsam. İyi ki, desem, iyi ki yollarımız seninle kesişmiş, iyi ki seni tanımışım, iyi ki seni sevmişim, iyi ki beni sevmişsin. Bir sevgilim olsa. Birlikte yürüsek, hiç yorulmadan, hiç sıkılmadan. Birlikte, el ele.

***

Bir masalım yok.

Hüseyin Cem ÇÖL
20 Ağustos 2018 - Pelitli 

29 Temmuz 2018 Pazar

Kaçan Balık


23 Temmuz 2018 Pazartesi. Akşam üzeri. Ailecek Ören sahilindeyiz. Akademi Sitesinin elli metre ötesindeyiz.

Kızım balık gördüm diyerek şaşkınlıkla haykırdı. Balığı bir müddet takip etti. Hatta peşinden suda gezindi. Sonra balık gözden kayboldu, denizin derinliğine kaçtı.

Ben-Balık küçük müydü?
Kızım-Evettt...
Ben-Şimdi büyümüştür o.
Kızım-Neden?
Ben-Kaçan balık büyük olmaz mı?

Hüseyin Cem ÇÖL
29 Temmuz 2018 - SİVAS 

9 Temmuz 2018 Pazartesi

Baki Kalan Bu Kubbede, Hoş Bir “Seda”



Sekiz sene önce Trabzon’a yerleştiğimde hayat beni her koldan yenmişti ve ben yenilgiyi tüm zerremle kabullenmiştim. Ne tuhaf, tüm beceriksizliğime ve bilgisizliğime rağmen, yeniden ayağa kalkmak için kendimi had safhada özgüvenli hissediyordum. Yenilmiştim ama bitmemiştim. Bir umut hayata sarıldım. Hayallerim yoktu, sadece ayağa kalkmanın tadını almak istiyordum.

Ders anlatacaksın, dediler. Ders anlatmayı bilmiyorum, demedim. Oysa ders anlatmayı bilmiyordum. Anlatacağım dersin içeriğini de bilmiyordum. Cahilliğimin farkındaydım ama öğrenmeyi ve öğretmek için çabalamayı çok seviyordum. Öğreteceklerimi evvela kendim öğrendikçe ve öğrendiklerimi öğretme gayreti içinde oldukça yavaş yavaş yenilgilerimden arındığımı, ayağa kalktığımı, hayata daha iyimser ve daha barışçıl gözlerle baktığımı fark ettim. Çalışmak, çabalamak bana çok iyi gelmişti. Hep anlattım. Her yerde anlattım. Trabzon’da, Rize’de, Giresun’da, Ordu’da, Ünye’de, Bayburt’ta, Erzincan’da. İİBF’nde anlattım, HF’nde anlattım. Anlatmaktan kaçmadım. Anlattıkça açıldım, ferahladım.

Ancak şu da var ki, kime ne öğrettim, öğretebildim mi, aradan sekiz sene geçti, hiç anlamadım. Ben sadece anlattım, sadece öğretme gayreti içinde oldum, bu kadar. Tüm bu çabanın hedefinde aslında öğrenciye faydalı olma idealinden çok, kendimi onarma gayesinin yattığını saklayacak değilim. Yine de, bir yandan kendimi onarırken, ders anlattığım öğrencilerin hayatına olumlu katkılar yapabilmeyi de hep istedim. Ve bu katkıyı sadece derste değil, her yerde, odamda konuşarak, koridorda selamlaşarak, halı sahada maç yaparak, sahilde gezinerek, çay bahçesinde çay içerek, sosyal medyada yazışarak, mailleşerek, tweet atarak yaptım ya da yaptığımı sandım.

Bu süreçte işimi kolaylaştıran öğrenciler olduğu gibi, işimden soğutan öğrenciler de oldu. İşimden soğutanlara, bana haksızlık yapanlara kızdım, hatta çok kızdım ama kızgınlığımı içimde taşıyarak kendime kötülük etmedim, onlar bilmeseler de ben onları affettim.

Peki ya işimi kolaylaştıran öğrenciler? Derslerime gelen, öğrenmek için çabalayan, saygısını ve sevgisini gösteren, farkında olarak ya da olmayarak işimi daha iyi yapmak için beni motive eden öğrenciler? Onlara ne kadar teşekkür etsem azdır. Onlar olmasaydı, bu kadar gayretli olabilir miydim, zor. Onlar, benim “özel” öğrencilerimdir ve sayıları azımsanmayacak kadar çoktur.

***

Bu yıl mezun olan öğrencim S E D A, işte bu bahsettiğim özel öğrencilerimin “en özeli” oldu ve hafızamda silinmeyecek bir iz bıraktı. Dört sene boyunca sorumlusu olduğum pek çok dersi beraber işledik, adeta derslerimde “asistanlığımı” yaptı. Seda okudu; ben gerektiği ölçüde okunanları açıkladım, şerh ettim, yorumladım; sınıf dinledi. Bunun için Seda’ya müteşekkirim ama sadece bunun için değil, pek çok sebepten dolayı kendisine müteşekkirim.

Seda’yı hem öğrencim olarak, hem arkadaşım olarak çok sevdim. Ancak şimdi daha net görebiliyorum, hayata bakış açımız, hayatı yorumlayışımız ne kadar da farklı. Belki bu farklılıktan dolayı, onca öğrenci arasında, nezdimde Seda sivrildi ve bana bu yazıyı yazdırdı.  

Evvela, Seda başarı odaklı adeta başarıyı kutsayan biridir. Ben öyle değilim. Başarıya verdiğimiz anlam hepten farklı çünkü. Benim için bir öğrencinin sınav sorularına yerleştirdiğim bir muzipliği fark etmesi başarıdır, Seda içinse sınav denince tek başarı AA almaktır. Ancak şu hususu belirtmeden geçemeyeceğim: Sınav notunu çok önemsemesine rağmen, bir defa bile, evet dört yıl boyunca bir defa bile benden hak etmediği bir not talebinde bulunmadı, ima bile etmedi. Aramızdaki hoca-öğrenci ilişkisini suiistimal edecek en ufak bir davranışına tanık olmadım.

Saniyen, Seda hırslıdır, çalışkandır, kafasına koyduğunu yapar, bu uğurda kimseyi dinlemez. Ben öyle değilim, hırs hiç tatmadığım bir duygudur. Açıkçası hırslı insanlardan hassaten hırslı kadınlardan biraz çekinirim, korkarım. Ancak Seda’nın hırsı bana hep sevimli geldi, sanki saklambaç oyunundaki ya da herhangi bir çocuk oyunundaki kazanma hırsı gibi çocuksu bir hırs onunki. Zararsız, anlık, doğal, tebessüm ettirici.

Salisen, Seda sonuç insanıdır. Ben öyle değilim, sonucu değil, süreci önemserim. Çokluk, bir işin güzel başlaması, güzel devam etmesi beni tatmin eder, güzel bitmesini elbette isterim ama güzel bitmemesini pek de önemsemem. Seda için, işin nasıl başladığı ya da devam ettiği değil, nasıl bittiği önemlidir. Gemi limana sağ-salim yanaşmadıysa, yolculukta yaşanan güzel anıları hemen unutur.    

Rabian, Seda, her daim heyecanlı, aktif ve çocuksu bir neşe içindedir. Yaşımdan dolayı ben öyle değilim maalesef. Ne aktifim, ne heyecanlıyım, ne de neşeliyim. Her yetişkin erkek gibi benim de içimde ergen bir delikanlı yatmakta ama bu ergen delikanlı neşeli olmaktan çok hüzünlü, durağan ve kabul etmeliyim ki oldukça tuhaf biri. Seda ip atlayan bir kız gibi şen-şakrak yürüyor, bense yorgun bir kamyon tekeri gibi yuvarlanıyorum hayatın ortasında.

***  

Seda, özellikle mezuniyeti yaklaştıkça, benim sadece bir öğrencim olarak kalmadı, çok sıkı bir arkadaşım da oldu. Beşirli, Arsin sahilinde yaptığımız yürüyüşlerde, H309’da, çay bahçelerinde kendisiyle uzun sohbetler ettik. Evime davet ettiğim, soframı paylaştığım, ailemle tanıştırdığım az sayıda öğrencimden biri oldu. Hayatımın dönüm noktalarını, önemsiz ayrıntılarını onunla paylaştım. Beni ilgiyle dinledi, yargılamadı, öğüt vermek gibi incitici davranışlar içine de girmedi. Sadece dinledi. Tebessümünü, neşesini, samimiyetini eksik etmeden.

Velhasıl, dört yılın sonunda, baki kalan bu kubbede hoş bir “Seda” bıraktı.

Hüseyin Cem ÇÖL 
9 Temmuz 2018 - SİVAS

28 Nisan 2018 Cumartesi

İŞBU BAB, KTÜ’NÜN BÖLÜNMESİ VE KTÜ HUKUK FAKÜLTESİNİN TRABZON ÜNİVERSİTESİNE DEVREDİLMESİ HUSUSUNU AYAN BEYAN EDER


Bir öğrenci, curious cat’te bana “Bu taşınma meselesinde neden sizi seven onlarca öğrencinin beklediği tepkiyi değil de öğrencinin halinden anlamayan hoca gibi davranıyorsunuz?” diye sitem etmiş. Bir başka öğrenci ise attığı twitte “Ya bazı üniversitelerin öğretmenleri üniversitelerinin bölünmesi için üst düzey çaba gösterirken, öğrencilerinin gitmeyi istemediği ve bunun için çaba gösterdiği KTÜ Hukukun bazı hocaları nedense gitmeye pek bir meraklılar. Tamam düşüncenize saygı duyuyorum ama şaşılacak şey!” diye tepkisini dile getirmiş.
Elzem mi bilemem ama bir açıklama yapsam fena olmaz.
KTÜ’nün bölünmesini, hadi bölünsün tamam da KTÜ Hukuk Fakültesi’nin yeni üniversiteye devredilmesini DOĞRU BULMUYORUM.
Neden?
Evvela, sekiz yıldır burada emek vermekteyim. Kampüse, fakülteye, odama çok alıştım. Yeni yerimde şimdi sahip olduğum konforu bulamama ihtimalim var. Tek başına bir odayı kullanıyorum. Belki orada kendime ait bir odam bile olmayacak. Anlaşamayacağım biriyle odayı paylaşmak zorunda kalabilirim. Anlaşabileceğim biriyle de her an kavga edebilirim. Kendime ait bir odam olmazsa, iş verimim düşecek, hayattan daha az keyif alacağım.
Saniyen, odamda yedi kitaplık dolusu, binden çok kitabım var. Yeni fakültede bana ayrılacak oda olmayabileceği gibi, bana tahsis edilecek yeterli sayıda kitaplık da olmayabilir. Kitaplarımı nereye koyacağım? Evde de yine bir o kadar kitabım var. Yani, eve de götüremem.
Salisen, evim Pelitli’de. Kanuni Kampüsüne kısa sürede ve çok rahat gidip gelebiliyorum. Fakülte Akçaabat’a taşınırsa, yarım saat gidiş, yarım saat geliş, günde bir saatimi trafikte geçireceğim. Ayrıca benim araba benzini çok seviyor. Hem zaman, hem para israfı.
Rabian, kızım KTÜ Tıp öğrencisi. Onu her sabah okula bırakıyorum, her akşam eve götürüyorum. Fakülte Akçaabat’a taşınırsa, hem benim konforum bozulacak, hem de kızımın. Tıp Fakültesinden eve gidiş geliş için iki defa dolmuşa binmesi gerekecek. Dolmuşlar pis, güvensiz ve rahatsız edici. Bir baba olarak, kızımı dolmuşlara mecbur bırakmaktan memnun olmam mümkün değil.
Daha da sayabilirim. Ama ne önemi var? Karar alınmış, kanun tasarısı hazırlanmış, ilgili komisyondan geçmiş ve Meclis Genel Kurulu’na sevkedilmiş. Burası Türkiye, son anda bir değişiklik olur mu? Kamuoyu oluşturma çabalarını takdir ediyorum ama zor, çok zor. Görünen o ki, ok yaydan çıkmıştır. Bölünme ve devir, mukadder gözüküyor. Yanılırsam, ne çok mutlu olurum.
KTÜ Hukuk Fakültesinin yeni açılacak Trabzon Üniversitesine devredilmesi ve Akçaabat’a taşınması öğrenciler için, benim küçük ve kısır dünya menfaatlerim için iyi mi olacak, yoksa kötü mü olacak bilmiyorum. Ancak öğrencilere iyi bir eğitim verebilmek için sekiz yıldır burada karınca kararınca nasıl didindiysem, orada da yine didineceğimi biliyorum.
Haberi ilk duyduğumda hayırlı olsun diye twit atmıştım. Bu yazı gereksiz bir yazı oldu aslında, son sözüm ilk sözümdür: Hayırlı olsun.
Öğr. Gör. Hüseyin Cem ÇÖL
28.04.2018 – H 309

15 Nisan 2018 Pazar

BİNMEM ARTIK ASANSÖRE




Akşam vakti okula vardım
Selam verip içine daldım
İki kat arasında kaldım
Binmem artık asansöre

Sanki bir tabuttaydım
Aklıma geldi çocuklarım
Tutmaz oldu bacaklarım
Binmem artık asansöre

Ölmeden önce öldürdü
Beni kendime güldürdü
Gülen yüzümü soldurdu
Binmem artık asansöre

Az kalsın ölecektim
Buraya kadarmış dedim
Çok düşündüm, karar kesin
Binmem artık asansöre

Mezar gibi mekan dardı
Her yanımı korku sardı
Sağolsun Mahmut kurtardı
Binmem artık asansöre

Cem Çöl der ki, kardeşlerim
Vakit varken sevin sevilin
Teknoloji güzel, lakin
Binmem artık asansöre


Hüseyin Cem ÇÖL
H 309 – 15.04.2018

19 Mart 2018 Pazartesi

BİR SERZENİŞ


“Cem Hocanın paraya ihtiyacı var galiba. O yüzden çok derse giriyor ve şu derse de girmek istiyor” diyen üçüncü sınıf öğrencisi, aslında benim değil, kendisinin parayı yücelttiğinin, paradan başka bir değer tanımadığını izhar ettiğinin farkında mı acaba?

Meraklısına not: Çok derse girmemin parayla ilgisi yok. Keşke olsa. Bir dönem boyunca aldığım ders ücreti, sizin her ay aldığınız burstan daha az. Aşkla da ilgisi yok. Ders anlatmayı seviyorum ama ders anlatmayı sevdiğim için çok derse giriyor da değilim. Çok derse girmemin tek sebebi var: İşim bu benim. Ben öğretim görevlisiyim. Öğretim görevlisi, üniversitelerde ders anlatması için istihdam edilen öğretim elemanlarıdır. Çok derse giriyorum, çünkü yeterli sayıda öğretim üyesi olmadığı için, işimin gereği olarak çok derse girmem gerekiyor. Umarım, bu tatsız konu kapanır artık.

Öğr. Gör. Hüseyin Cem ÇÖL
H309 - 19 Mart 2018 Pazartesi