Mazi İçimde Bir Yaradır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mazi İçimde Bir Yaradır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Kasım 2016 Salı

St. Pierre Dulu


önce filmin konusunu (tv8’in sitesinden) nakledeyim: 

: yıl 1849’dur. kanada’nın newfoundland eyaletinin açıklarındaki küçük balıkçı adası saint pierre’de anlamsız bir cinayet işlenir. olay sırasında çok sarhoş olan katillerden biri de ölür, diğeri yakalanarak yargılanır. işlediği cinayeti bile hatırlamayan neel auguste (emir kusturica), giyotinle idam edilerek ölüme mahkum edilir. ancak adada, ne giyotin ne de cellat vardır. martinik’den st.pierre’e bir giyotin gönderilmesi beklenirken, neel, adanın asayişinden sorumlu küçük askeri birliğin yüzbaşısının gözetimine bırakılır. 

oldukça uzun süren bu bekleyiş sırasında beklenmedik ve dokunaklı gelişmeler yaşanır. yaptığından çok pişman olduğu belli olan katil, yüzbaşının karısının başlattığı bir bahçeyi adam eder, bir kadının hayatını kurtarır ve ada halkının yararlı bir üyesi haline gelir. bu durum onu ölüme mahkum eden yargıcı ve ada halkını rahatsız etmeye başlar. ‘’bir katili mahkum ettik, bir iyilikseveri idam edeceğiz...’’ konuşmaları alıp başını gider. 

st. pierre dulu, bu öyküyü temel alan fakat bir alt öykü olarak da bir evliliğin içinde yaşanan farklı mevsimleri anlatan güzel ve etkileyici bir film. yüzbaşı (daniel auteuil) ve herkesin madam la diye hitap ettiği güzel karısı, sadece birbirlerine çok aşık bir çift olmakla kalmayan fakat birbirlerini derinden tanıyıp, kabul edebilen bir çift. yüzbaşı, karısının, mahkumla ilgilenmesinin ardında, hafif duygulanmalar olduğunun farkında fakat karısını o kadar seviyor ki, bu durumu anlayışla karşılıyor. film, sadece idam cezasını tartışmaya açmakla kalmıyor, insan psikolojisini de mercek altına alıyor. pek çok hassas izleyicinin farkedeceği gibi, film, senaryonun izin verdiğinin ötesinde bir derinliğe ulaşıyor ve acı verici hislenmeler yaşatıyor. 

filmin adı da çok anlamlı. fransızlar, giyotine ‘dul’ diyorlar ve filmin sonunda giyotin bir değil iki dul yaratıyor. katil de, bildiğimiz katillerden farklı. zaten biz de, filmin sonlarına doğru, aynen adalılar gibi, iyi bir adam olarak idam edilecek olan neel’i sevmeye, anlamaya başlıyoruz ve onun için üzülüyoruz.” 

bu filmi ilk defa geçen yıl trt2’de izlemiş ve çok beğenmiştim. dün, tv8’de reklamını görünce hemen not aldım ve bu akşam yayın saatinde ekran karşısına geçtim. 

ilk izleyişimde, yüzbaşının karısının mahkuma yardım edişinin altında sadece “idealist düşünceler” yattığını düşünmüştüm. madam la, idam cezasına karşı olduğu için mahkuma yardım ediyordu. o’na göre, suç işleyen kişi ile cezaya çarptırılan kişi ayni kişi değildi. ki, filmde de mahkum neel, tutukluluk süresinde epey değişmiş, topluma yararlı bir kişi haline gelmişti.

bu ikinci izleyişimde açıkça anladım ki, madam la’nın mahkuma yardım edişinin altında yatan sebep sadece idam cezasına karşı olması değilmiş. bununla birlikte, madam la, mahkuma “ilgi” duyduğu için yardım etmiş ve idamını engellemeye çalışmış. ilk izleyişimde de bu ihtimal aklıma gelmedi değil ama nedense kocasının taptığı bu güzel ve kişilikli kadına, mahkuma aşık olma ihanetini yakıştıramadım sanırım. 

madam la’nın mahkuma aşık olduğu sonucunu şuradan çıkardım. diğer mahkum, tutuklu olarak kalacakları yere gelirken, arabanın devrilmesi sonucunu ölmüştü. acaba, diğer mahkum yerine neel ölseydi madam la aynı mücadeleyi göze alabilir miydi? sanmam. önce ruh güzelliği diyenlere aldırmamak lazım. 

st. pierre dulu (la veuve de st. pierre)

yönetmen : patrick leconte
oyuncular : juliette binoche, daniel auteuil, emir kusturica
yapım : 2000-fransa&kanada
tür : dram

Hüseyin Cem ÇÖL
25 Ağustos 2006 - Ankara

Kore Savaşı


mehmet kaplan’ın “nesillerin ruhu” kitabının bir yerinde, kore’ye asker gönderme bahsini okurken, aklıma yıllar önce istemeden tanık olduğum bir konuşma geldi. bu konuşmayı nakledeceğim ama az sonra… biraz gevezelik yapayım da…

mehmet kaplan, makalesinde kore’ye asker gönderilmesini “doğru” ve “haklı” buluyor. milliyetçi ve anti-komünist bir ilim adamının bu görüşü savunmasında şaşılacak bir şey yok. kore’ye asker gönderilmesini, herkes, mensup olduğu ideolojiye ya da dünya görüşüne göre, yani dünyadaki fikri duruşuna doğru ya da yanlış bulabilir. her görüş, mantıklı bir temel dayandığı müddetçe değerlidir de.

ikinci dünya savaşı’ndan sonra türkiye’nin önünde üç seçenek vardı. ya, batının liberal (ve kapitalist) dünya görüşüne bağlı bir devlet olacaktık. ya, sovyet rusya’nın güdümünde sosyalist bir devlet olacaktık. ya da iki dünyayı da kabul etmeyip, kendi içine kapalı, barışçı ama iddiasız ve pasif bir üçüncü dünya ülkesi olacaktık.

devlet olarak birinci yolu tercih ettik. tekrar edeyim bu tercihi devlet politikasının gereği olarak yaptık. tercihimizin olumlu ve olumsuz yönlerinin sadece dp iktidarına yıkılması, sonuçta sadece dp’nin övülmesi veya yerilmesi haksızlıktır. çok partili siyasi hayata geçiş bile bu tercihin sonucudur ve bu politika 1950’de değil, 1945’te başlamıştır, yani dp’nin henüz ortada olmadığı dönemde. 1950 yılında dp ve menderes iktidara gelmeseydi bile, liberal ve kapitalist batı yanlısı politikalar chp tarafından uygulanmaya devam edecekti. sözün kısası, 50 seçimleriyle karşı-devrim falan başlamış değildir. bu iddiamın dayanağı, 1946-1950 arasındaki chp politikalarıdır. 50-60 arasında yapılanlar, 46-50 arasında yapılanların uzantısıdır.

bu noktada bir “düşünme arası” vererek hep aklımda olan ve hiçbir zaman cevabını bulamayacağım bir soruyu nakledeyim. atatürk, ikinci dünya savaşı’nda başımızda olsaydı, muhtemelen inönü politikasının benzerini uygulayacak ve türkiye’yi savaş dışında tutmaya çabalayacaktı. bu hususta fazla bir şüphem yok. peki ya sonra? savaştan sonra, dünyanın iki kutba ayrıldığını gördüğünde, yukarıda bahsettiğim üç seçenekten hangisini seçerdi? kafamızdaki bağımsızlık düşkünü atatürk portresine en uygun seçeneğin “üçüncü yol” olduğu görünüyor. ben de, üçüncü yolu kabule şayan görmekle beraber, birinci ve ikinci yolu da hepten ihtimal dışı görmüyorum. elbette bunlar “teyzemin bıyıkları olsaydı dayım olurdu” kabilinden, yararsız gibi gözüken “düşünce egzersizleridir”. fakat, ihtimalleri hesaba katmadan gerçekleri anlamak kabil değil.

şimdi, yazımın başında zikrettiğim konuşmayı nakledebilirim.

iki yıl kadar önce, banliyö trenine binmiş, cebeci’den eve doğru gelmekteydim. karşı tarafımda ve iki sıra kadar önümde, yaşları yetmişi aştığı belli olan iki ihtiyar konuşmaktaydı. istemeden konuşmalarına tanık oldum. ismet paşa’dan, menderes’ten bahsettiklerini işitince daha bir can kulağıyla dinlemeye başladım. ateşli konuşmalarının bir yerinde, ihtiyarlardan biri bastonunu sertçe yere vurarak “kore’ye asker gönderilmesine ne gerek vardı? bize ne kore’den?” diye yüksek sesle bağırdı. diğer ihtiyar pek bir şey demedi ve ilk durakta banliyöden indi. fikri bir zafer kazanmış gibi gururlanan diğer ihtiyar da, derin düşüncelere dalmış devlet adamı ciddiyetiyle camdan dışarı gecekondulara baktı ve sonraki istasyon da banliyöden o da indi.

benim tuhafıma giden, ihtiyarların kore’ye asker gönderilmesini doğru ya da yanlış bulmaları değildi. önceden yazdığım gibi, herkes, dünya görüşüne göre, bu hususta bir şeyler söyleyebilir. burada bir fevkaladelik yok.

benim asıl tuhafıma giden, sanki dünkü olay hakkında yorum yapar gibi, çok taze bir olaymış gibi, elli küsur sene önce devletin yaptığı bir insiyatif hakkında, iki ihtiyarın ateşli ateşli tartışmalarıydı. ihtiyarlar arasında fikri münazaralara hele hele siyasi münazaralara pek tanık olmadığım için, halleri o gün bana pek acaip görünmüştü.

Hüseyin Cem ÇÖL
23 Ağustos 2006 - Ankara

13 Ocak 2014 Pazartesi

Ahmet Hakan Coşkun


bazen ahmet hakan’ı türkiye’de seven tek kişinin ben olduğumu düşünüyorum. şimdiye dek, bir dostum dışında, ne gazetelerde, ne de özel sohbetlerimde, ahmet hakan hakkında olumlu bir laf edene rastlamadım.

evvela, içinden çıktığı kesim (artık bu kesime ne isim vermeli bilemem, islamcı, muhafazakar, dinci, sağcı vs.), ahmet hakan’ı sevmiyor ve bir açığını yakaladıklarında deli danalar gibi seğirtip cümle aleme ifşa etmek için çabalıyor. yeni şafak, vakit gazeteleri bu işin öncüsü görünümünde.
şu an içinde yer aldığı kesim (hürriyet gazetesinin temsil ettiği zihniyet) de, ahmet hakan’ı kabullenmiş, bağrına basmış değil. her an dışarı atılabilir bir ur gibi değerlendirilmekte. ciddiye alınıyor ama ciddiye alınmıyor gibi yapılıyor, görmezden geliniyor. “istenmeyen ve her an gitmesi beklenen misafir” gibi.

ahmet hakan, “arada kalmış” bir isim. “arada kalmak” sözünü, ne yapacağını bilememek, hangi tarafa geçeceğini bilememek anlamında kullanmıyorum. ahmet hakan, bilinçli olarak “arada kalmış” bir görüntü çiziyor. bu görüntüyü önemsiyorum. çünkü ben de, sonuç itibariyle “arada kalmış” bir insanım. ahmet hakan’ı sevmemin altında, bu özdeşliğin payı büyüktür.

ahmet hakan’ın yaşadığı dönüşümü çok önemsiyorum. belki çok abartılı bir teşbih olacak ama, türkiye’nin 150 yıllık çağdaşlaşma serüveninin, tüm iyi ve kötü yanlarıyla, sancılarıyla, başarılarıyla, aksaklıklarıyla; ahmet hakan’ın yaşadığı dönüşüme denk düştüğünü gözlemliyorum. bu anlamda ahmet hakan’ın şahsında türkiye’yi izliyorum.

bugün köşe yazarı ahmet hakan’ın iki cephesi var. birincisi, içinde çıktığı kesimi şiddetle eleştiren aydınlık bir vicdan. ikincisi, magazine batmış bir polemikçi. ahmet hakan’ın birinci cephesini ne kadar önemsiyorsam, ikinci cephesini de o kadar gereksiz buluyorum. iclal aydın’la, haşmet babaoğlu’yla, lerzan mutlu’yla, gülben ergen’le girdiği polemiğin; o’nun bence çok önemli birinci cephesini gölgede bıraktığını düşünüyorum ve bu yazılara bir anlam da veremiyorum.

ahmet hakan’ın, islamcı kesimin açmazlarını, yanlışlarını, çelişkilerini ortaya koyduğu yazıları çok çok önemli. bir özeleştiriye kapı açabilse daha da önem kazanacak ama şimdilik bu mümkün görünmüyor. her ideolojik kesim gibi islamcı kesim de, özeleştiri yapmaktan çok, kendisini eleştirene saldırmayı tercih ediyor ve ezber bozan her düşünceye karşı tavır alıyor.

ben, kendi adıma ahmet hakan’ların çoğalmasını istiyorum. sözgelimi, atatürkçülerin de bir ahmet hakan’ı olmalı. atatürk’ü putlaştırdık, donuklaştırdık, zorla sevdirmeye kalktık, bu yanlış demeli. milliyetçilerin de ahmet hakan’ı olmalı. terörist öldürmekle terör bitmez demeli, diyebilmeli. sosyal demokratların da ahmet hakan’ı olmalı. biz, sosyal demokrasiyi değil, militarist-devletçi sistemi savunmuşuz, aklımıza başımıza alalım, yoksa bu millet bizi sittin sene iktidara getirmez demeli. sosyalistlerin de… af edersiniz onlar da ahmet hakan bol. hepsi senden benden daha liberal.

Hüseyin Cem ÇÖL
29 Kasım 2006 - ANKARA

Büyük ve Küçük Yazar Farkı


büyük yazar ile küçük yazar arasında kanımca şu fark vardır: büyük yazarların kişileri (kahramanları) saydam değildir, karışıktır; kolay kategorize edilemez, derinliklidir. küçük yazarlar ise kişileri kabaca iki sınıfa ayırır ve eserini bu iki zıt kutup arasındaki didişme üzerine inşa eder. büyük yazar, ele aldığı kişiyi eserin başından sonuna kadar anlamaya, analiz etmeye, deşmeye çabalar; küçük yazar ise kişisini pek sathi ele alır, belli klişelere oturtarak daha kolaycı bir yol benimser. büyük yazar, öğrenci edalıdır, dikte edilecek doğruları yoktur, okurla birlikte bir şeyleri anlamaya, öğrenmeye heveslidir. küçük yazar ise öğretmen edalıdır, her şeyin doğrusunu bildiğini ve –daha da kötüsü- sadece kendisinin bildiğini sanır, bu yüzden eseri, dünya görüşünü (ideolojisi, dini vs.) tebliğ eden bir araçtan farksızdır.

(ha unutmadan “bütün genellemeler yanlıştır” aforizmasını herkesçe görülecek bir yere not etmek de elzemdir şüphesiz.)

Hüseyin Cem ÇÖL
23 Ağustos 2006 - ANKARA 

İkindi Namazının Sünneti


görmesem de pekala olur seni. görüşmesek... konuşmasak… öyle ya ne eksilir ki hayatımdan? hiç. okumasam yazdıklarını. birikimine, biriktirdiklerine tanık olmasam… bilmesem yaptıklarını… acılarını öğrenmesem, hayallerini, takıntılarını, açmazlarını, tuhaflıklarını… zararım ne olur ki? hiç. takip etmesem seni… nerdesin, ne yapmaktasın, ne okumaktasın, ne yazmaktasın, ne dinlemektesin, ne düşünmektesin bilmesem, bildirmesen. ne değişir hayatımda? hiç.

ama olmuyor. görüşmesek de, konuşmasak da, yazışmasak da; sen hep aklımdasın işte. hep, “nasipse yarın” diye kandırarak kendimi.

ne unutulan, ne unutulmak istenilen, ne de kavuşulabilen.

Hüseyin Cem ÇÖL
8 Eylül 2006 - ANKARA

"Ben Ruhi Bey Nasılım?"



Sis - nereye getirdin beni böyle? neresi burası?

Cem - kelebek vadisi. hep anlatırdım ya. benim asıl mekan burası. nasıl güzel mi?

Sis - evet çok güzel. iki sırdaş dağın arasına kucak açmış bir koy. nedir sende buranın karşılığı söylesene.

Cem - burada dağlar “kocaman”, deniz “engin”, kelebekler “rengarenk”. ve tüm bunların insandaki karşılığı özgürlük. baksana şu dağlara. nasıl da müşfik ve koruyucular. insana nasıl da güven veriyorlar. adı bile babadağ…. ya şu denize ne demeli. sana doğru koşuyor adeta. tüm gizini açmış adeta seni davet ediyor kendine. doris day’in gülümsemesi gibi. ya bu kelebekler!.. rengarenk, canlı ve mütebessim. işte hepsi bu.

Sis - peki, bu kadar övgü yeter. herhalde buraya beni kelebek vadisi’nin reklamını yapmak için getirmedin. asıl konuya geliver.

Cem - asıl konu ruhi bey.

Sis - a okudun demek. ne çabuk.

Cem - irmak şiir diyorlar ama nil değil anlaşılan, olsa olsa göksu. pek vaktimi almadı. dün gece bir
siteden buldum ve sabaha doğru okudum işte.

Sis - eee… nasıl buldun ruhi bey’i? iyi miymiş?

Cem - yok, benden klasik cevaplar bekleme. iyi mi, kötü mü bilmem ama sonuçta o bir insan ve dolayısıyla da bir alem. keşfedilmeyi, çözümlenmeyi, anlaşılmayı bekleyen ademciklerden biri işte. her yanından muamma ve bilmece akıyor.

Sis - bu doğru. muamma ve bilmece. peki çözebildin mi bu ruhi bey denen bilmeceyi?

Cem - kısmen.

Sis - anlat öyleyse avucundakileri.

Cem - öncelikle eserin tekniğinden başlamak lazım. bu türde bir şiiri ilk defa okuduğumu söylemem lazım. türk edebiyatında başka bir örneği var mı onu da bilmiyorum doğrusu. şiirin merkezinde bir “adam” var. bu adam, çocukluğuna, geçmişine dönüyor; daha doğrusu bilinçaltını eşeliyor ve bulabildiklerini, çıkarabildiklerini, hatırlayabildiklerini aktarıyor. bir yandan da, bu gizemli adamla bir şekilde vakit geçirmiş olanlar (çiçek sergicisi, meyhane patronu, garsonu, otel katibi, terzi yorgo, bir defa ilişkiye girdiği genelev kadını ve cenaze kaldırıcısı), kendi bakış açılarında anlayabildikleri, algılayabildikleri ölçüde anlatıyorlar adamımızı. böylece, hem içeriden, hem dışarıdan tanımaya başlıyoruz bu “tuhaf” kahramanı.

Sis - evet, hem tuhaf, hem acınası, hem de sevimli değil mi?

Cem - acıdığın için sevimli buluyorsun sen. neyse, ben kaldığım yerden devam edeyim. unutturma bana söyleyeceklerimi.

Sis - tamam sustum, devam et.

Cem - bu teknikle yazılan başka bir şiir bilmediğimi söylemiştim. ama bu teknikle yazılan birkaç roman okudum. mesela, abdülhak şinasi hisar’ın “fahim bey ve biz” romanı. bu romanda da, merkezdeki kişi o’nu tanıyanların dilinden nakledilir. böylece farklı açılarla ve deneyimlerle şekillenen dağınık bir portre geçer elimize. elimizdeki dağınık parçaları birleştirme işini de yazar biz okurlarına bırakıyor.

Sis - bir nevi puzzle gibi.

Cem - evet, aynen öyle. puzzle gibi. şunu ekleyeyim unutmadan: fahim bey, sıra dışı bir tiptir fakat bu sıra dışılıkta “toplumsal bir muhalefet bilinci” yoktur.

Sis - ruhi bey’de bu bilinç var mı?

Cem - elbette var. ruhi bey’in kendini toplumdan soyutlaması, adeta yaşamıyor gibi yaşaması, hep bir bilincin ürünü. bilerek yapılan bir tercih ruhi bey’inki. bir nevi isyan. ben bu hayatı kabul etmiyorum ve kabul etmediğim hayatta rol almak istemiyorum diyor adamcağız tüm varlığıyla. toplumun tüm kurallarına tek başına ve hayatını ortaya koyarak karşı duruyor. bir yönüyle idealist, bir yönüyle nihilist, bir yönüyle de anarşist bir tutum onunki.

Sis - ya fahim bey?

Cem - fahim bey sadece hayalperest. sevimli bir oyuncak sadece o. bu dünyada böylesi insanlar da varmış diyeceğiniz türden zavallı bir kişi. ama o da bir “loser” sonuçta ruhi bey gibi.

Sis - ruhi bey’in ki bile bile lades durumu galiba. fahim bey ise daha bir “çocuksu”. ne yaptığının farkında olmayan bir çocuk.

Cem - çok doğru bir tesbit. dinleyen anlatandan arif olsa gerek derler.

Sis - peki başka roman var mı bu teknikle yazılan?

Cem - aklıma bundan başka aziz nesin’in “tatlı betüş” geliyor. teknik olarak benzeşmelerinden ziyade içerik olarak da iki tip arasında yakınlıklar vardır. tatlı betüş, küçük yaşta bir yakınının tecavüzüne uğramıştır ve bu onda, hayatı boyunca erkeklere ve insanlara karşı hiç bitmeyen bir kin tohumunun yerleşmesine neden olur. bu açıdan, tatlı betüş’e ruhi bey’in kadın versiyonu diyebiliriz. ruhi bey’de, sen de biliyorsun ya, üvey annesinin cinsel tacizine uğrar limonlukta.

Sis - peki, bu olayın ruhi bey’in ruhi bey oluşundaki etkisi ne sence? her şeyin düğüm noktası o limonlukta yaşananlar mı?

Cem - hayır. bence değil. üvey annesinin cinsel tacizine uğraması, ruhi bey’in trajedisinin ana faktörü değil ama kuvvetli bir tetikleyicisi. üvey annesi ona o “kötülüğü” yapmasaydı bile, ruhi bey, burjuva hayatına karşı yine tavır takınacak ve yine şiir boyunca tanımaya çalıştığımız ruhi bey olacaktı.

Sis - şunu bir özetleyelim. kim bu ruhi bey kısaca?

Cem - ruhi bey, toplumdan kendini bile bile dışlayan insan. özgürlüğünü kendini toplumdan soyutlamakta bulan bir tip. geçmişinde yaşadıkları (=cebindeki ölüler) o’nun bütün hayatını etkilemiş. bir ayağı geçmişinde olduğu için, bugününü mahvetmiş ve yarını da olmayan biri.

Sis - var mı bir örneğin? ama romanlardan değil, gerçek hayattan…

Cem - hani bir sanat müziği sanatçısı vardı ya… adam, eşsiz besteler yaptıktan sonra, üç-dört metrekarelik bir çöp evde tek başına yaşamaya başlamıştı. saçı sakalı birbirine karışmış, pislik içinde. paparazziler her yıl hacca gider gibi bu adamın yanına gidiyorlar, bi dolu malzemeyle dönüyorlardı. “dön eski hayatına, seni sevenler var, yeniden besteler yap falan” diyorlardı. adamcağız en sonunda ikna oldu ve yeniden eski hayatına döndü. saçını sakalını kesti, temiz giysiler giyindi. sonra ne oldu bilmem. belki paparazziler kendilerine kızıyorlardır. amma salak adamlarız iyi
kötü bir malzememiz vardı, onu da kendi elimizde yok ettik diye.

Sis - ruhi bey’in topluma yabancılaşması ile bu adam arasında benzerlik mi kuruyorsun?

Cem - evet, çok benziyor. ruhi bey vakası “burjuva hayatından tiksinmesinin” sonucu. sözünü ettiğim ve adını hatırlayamadığım sanat müziği sanatçısının ana meselesi de bu zaten. mücadele etmiyorlar ama kaçıyorlar. bu da bir tür kabullenmeme biçimi.

Sis - peki ya ruhi bey’in edip cansever’le ilintisi?

Cem - bilinemez ki bu sorunun cevabı. edip cansever, sadece kendi hayatından, kendi bilinçaltından damıttıklarıyla mı bu şiiri kotarmış, yoksa başlı başına kurgusal bir kahraman mı yaratmış, bilemeyiz.

Sis - bir de bu şiirin oyunu oynanmış galiba.

Cem - ya, hiç sorma. acıma parmak bastın. uğur polat’ın (ki kendisini ne çok takdir ederim) ruhi bey’i canlandırdığı oyunu seyretmediğime ne kadar yandım bilemezsin. bu oyunları da kaçırırsak büyük şehirde hele başkentte yaşamanın ne anlamı kalır ki! şu tiyatroya gitmeyi bir huy edinemedim kendime. oysa ben tiyatro oyunu okumayı ne çok severim. sanki gereksiz tasvirlerden arındırılmış sadece diyaloglarla sınırlandırılmış roman gibi. “romanın kılçıksız halidir tiyatro oyunları” bence.

Sis - romanın kılçıksız hali. ay, ben bunu not alayım. kendimin diye satarım arkadaşlar arasında. havam olur.

Cem - işine yarayacaksa ben de çok laf var. ama ucuza vermem bilesin.

Sis - bak sen. anjel’e bakan ruhi bey gibisin şu an. burası çok ıssız zaten. içimi ürküntü bastı.

Cem - yok daha neler.

Sis - bırak şimdi. bütün erkekler aynı değil mi sonuçta.

Cem - belki ben değilimdir.

Sis - bir deneyelim istersen.

Cem - pekala dene.

Sis - bu şiirde en çok aklında yer eden üç mısrayı düşün. düşündün mü?

Cem - evet, düşündüm.

Sis - şimdi bana dürüstçe cevap ver. bu üç mısradan biri, meyhane patronunun kadınlar için söylediği sözler değil mi?

Cem - evet haklısın ama orası şiirin en komik yeri. akılda kalmayacak gibi de değil hani. dinlesene şu mısraları:

kim ne derse desin kadınlara düşkünüm
ne yapayım öyleyim
kadın dendi mi sanki ben
vişneli bir dondurmayı durmaksızın yalarım.

Sis - neyse bahsi ben kazandım bak. sonuçta siz erkekler hep aynısınız. şiire bile şeyinizi sokmadan edemezsiniz.

Cem - bu yargı ağır oldu ama neyse misafirimsin sonuçta. sana “da” kızacak değilim ya. neyse şiirden başka bölümler de okuyalım istersen birlikte. vadide şiir okumak, o sokakta şiir okumaya benzemez. buranın havasında bile şiir fonu var baksana.

Sis - öyle haklısın. oku bakalım.

Cem - direk ruhi bey’i tanımlayan mısraları okuyacağım. böylesi daha iyi sanırım.

bütünüyle bir semte benziyor ruhi bey
binlerce, onbinlerce kedinin hep birden kımıldandığı
kedilerle örülmüs bir semte
ve soğuk bir tuvalde yerini bulamamış renkler gibi
soğuk ve ayakta tutan çelişkileri
bir görünümden bir başka görünüme kolayca sıçranan
her şeyin ama her şeyin çok dıştan fark edildiği
eh belki de bir satır fazlalığı ya da bir satır eksikliği
belki de genç bir sairden ödünç alınan.

yürüyor mu, yürümeyi mi düşünüyor ruhi bey
düşünmesi mi daha sonra koyuluyor yola
nereye gidecek ama, nereye varacak sanki
yoksa bir oyun tadı mı buluyor bunda
oyundan atılmaktan korkmayan bir oyuncu gibi.
boş vermiş de sanki oyunun kurallarına 
üstelik son bölümde, perdenin kapanmasına
azıcık vakit kalmış
ya da vakit var daha ama ne çıkar
gövdenin yazgıya baş kaldırması mı
ruhi beyin başkaldırması mı yoksa

Sis - çok güzel. meyhane patronunun tanımlaması da hoş. onu da ben okuyayım.

Cem - lütfen.

Sis - pekala.

bu meyhaneyi yirmi yıldır işletirim
doğrusu ruhi bey gibisini hiç görmedim
mısırçarşısı’nda baharatçı dükkanları vardır, bilirsiniz
ruhi beyi ben o dükkanlara benzetirim
binlerce şeydir çünkü ruhi bey
nanedir, ada çayıdır, zencefildir
bu çevrede herkes onu tanır
bana sorarsanız tanımaz
şöyle ki, bir ayakkabı çivisi gibi kendine batar
şarabıyla batar, uykusuzluğuyla batar
gülmesi hüznüne
konuşması susmasına batar.

Sis - vadide hava iyice soğudu. bırakalım istersen. uykum geldi. hem senin de sabah işin var biliyorum.

Cem - pekala. fakat şunu söylememe izin ver. iyi ki bu şiiri okumama sebep oldun. sen olmasan hiç tanımayacaktım ruhi bey’i.

Sis - eh peki, en başta sordum söylemedin, şimdi söyle bari. ruhi bey nasılmış?

Cem - iyiymiş, hem de çok iyi!..

not : edip cansever’in "ben ruhi bey nasılım" isimli şiir kitabı, halen piyasada "şairin seyir defteri" isimli şiir kitabının içinde yer almaktadır. bu güzel şiiri okumaya heveslendirdiklerim varsa ve güzelim paracıklarına kıyıp şiir kitabı alamıyorlar veya almak istemiyorlarsa, bu şiirin tamamını şu linkten okuyabilirler: http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=17.

ben de öyle yaptım netekim!

Hüseyin Cem ÇÖL
8 Eylül 2006 - ANKARA 

7 Eylül 2013 Cumartesi

İki Şiir Üzerine Sesli Düşünceler



Cuma akşamı Orhun Basat’ın “Acılar Gece Gezer” isimli minik bir şiir kitabını okumuştum. Orhun Basat tanınmış bir şair değil, ki bende Cuma günü kitabını elime alana dek, adını hiç duymamıştım. Orhun Basat’ın çoğu şiiri vasattın altındaydı, bazı şiirlerinin ise pürüzsüz, yalın bir tadı vardı. Ki, bu tür şiirlerinden ikisini bloguma da almıştım. Şimdi, bloguma aldığım şiirlerinden birini, üzerine daha sonra sesli düşünmek üzerine yeniden buraya alacağım:

KAYBOLUP GİTTİ SESİM

Yıllardır sevdiğime, ne olur inansana
Tükeniyor günbegün, tükeniyor nefesim
Gücüm kalmadı artık, ne olur sarılsana
Gecenin ortasında kaybolup gitti sesim.

Çekmedi böyle acı; Kerem, Kerem olalı
Kalmadı yaşamaya, ne gücüm ne hevesim
Tükendi bütün renkler, bak gözlerim kapalı
Gecenin ortasında kaybolup gitti sesim.

***

Aşağıdaki şiiri ise www.ismetozel.org sitesinden aldım. Şiir sitede, “İsmet Özel’in Son Şiiri” üst başlığıyla verilmiş. Şiiri okudum, hatta birkaç defa okudum. Önce şiiri buraya alayım, sonra üzerine biraz kelam laf edeceğim.


ORTA YAŞLI BÜRÜMCÜĞÜN NİNNİSİ

Her annesi ölenle denize açılmayın
Küser birgün bakarsın saksağan saksağana
Bırak çoğul erisin tığ teber yürek yağın
Tere kaç kere batmış kapkara anakara

Yumurta topuk boyu ampule yetmez eni
Arpacık gözde çıkar gez kerteriz taşıtan
Çağız katkısız motor diziyle ezileni
Aygırlar sorumlu mu çıldıran yüzbaşıdan

Kamerada tut iffeti aşkımız kamarada
Silinen borçlarımız dikilen kızlık zarı
Keşiş cazda cezalı duşun kamı arada
İskanbilli iskarpin işitince azarı

Böyle ayıp şeylerden ninni yapmamış olsak
Boynu düzce devenin gazeteler yazmadan
Kapmadan da parayı un eler miydi kaltak
Hikmeti ne inmenin yalnayak ayazmadan

Şıkıdım tek başına bir kilidi kaldırmaz
Çiftleştir şıkıdımı sür yorgunu yokuşa
O zaman ayıktırır ustasını samt çömez
Bikini demezler mi dönünce mayo kuşa

Oturmadı yerine lâf kocaman gedik dar
Latinci danışmanlar bi söylerse ikidir
Köydekilerin aklı farza erene kadar
Tilki kümese girer gerisini sen getir.

***

Şunu belirtmek zorundayım. Bu yazıda amacım, tanınmamış bir şairle, tanınmış bir şairi karşılaştırıp, birini diğerine tercih etmek falan değil. Amacım, hala çok acemi bir şiir okuru olarak, şiirin işlevi ve bu işlevi yerine getirme yöntemi üzerine cahilane bile olsa sesli düşünme denemesi yapmak. Cahil cesaretiyle bismillah deyip başlayayım.   

Orhun Basat’ın şiiri pürüzsüz, sade, apaçık. Belki de bu yüzden derinliksiz, yüzeysel. Şiiri, bizi uğraştırmıyor. Sevimli bir çocuk yüzü gibi. Okuyoruz, hoşlanıyoruz o kadar. Bitti. 

İsmet Özel’in şiiri ise, tam aksi. Derinlikli ama pürüzsüz değil. Okuru uğraştırıyor. Her kelime daha doğrusu imge üzerinde durmayı gerektiriyor. Bilmece gibi, şairin ne demek istediğini, ne aktarmak istediğini, ne duyumsatmak istediğini çözmemiz gerekiyor. Ben kendi adıma, 15 yıldır İsmet Özel şiirlerini ve yazılarını çok sıkı olmasa bile takip eden biri olarak, bu şifreyi HÂLA çözemediğimi açıkça söylüyorum. Bu şiirden hiç birşey anlamadım. Şimdi, bu noktada, sevgili blogcu (Mirzabey)’in, benim bir yorumuma yazdığı cevabını hatırlamak gerekir: “… anlaşılma/anlaşılmama üzerinde durmaktansa, okuduğunuzda hisleriniz azıcık değişebiliyorsa, okuyunca kalbiniz azıcık daha hızlı atıyorsa şiir yerini bulmuş sayılır.” Anlamak, zihni bir faaliyet, yani beynimizle ilgili. Hislerin değişmesi, kalbin azıcık daha hızlı atması ise kalple ilgili. Bu durumda “şiir akla değil kalbe hitap eder” denebilir mi? (Mirzabey)in yorumundan, anladığım kadarıyla sanki bu sonuç çıkıyor.

Şahsi düşüncem şudur: Ben, şiiri “duygu ve düşüncelerin estetik bir biçimde terkip edildiği metinler” diye tanımlıyorum. Bu anlamda şiir hem akla, hem kalbe hitap eder, etmelidir. Çünkü içinde hem duygu, hem de düşünce mündemiçtir. “Has” şiir, pekala anlaşılabilir bir metindir, hatta anlaşılması gerekli bir metindir. Anlama/anlaşılma süreci kısa ya da uzun olabilir; anlamanın içeriği ve boyutu, kişiden kişiye farklılık da gösterebilir. Fakat, her şiir mutlaka akla hitap ettiği için “anlaşılmak” ve kalbe hitap ettiği için “hissedilmek” için yazılır. İyi şiir, başarılı şiir, güzel şiir; işte bu akıl ve kalp arasında kurulan dengeye göre belirlenir. Terazinin kefeleri ne kadar eşitse, şiir o kadar iyi, başarılı ve güzeldir. Bundan başka, şiirin hitap ettiği alıcılara (yani kalp ve beyne) gönderilen dalgaların, dengede olmasından başka yeterli düzeyde olması da gerekir.

Şimdi yazdıklarımı toparlayayım. İyi şiirin iki ölçütü var kanımca:

1-     Hem akla, hem kalbe hitap edecek ve bu hitap “dengeli” olacak.
2-     Akla ve kalbe hitap ederken; “duygu ve düşüncelerin terkibiyle oluşan metin” belli bir frekansın üzerinde olacak. Ne kadar üzerinde olursa o kadar iyidir.

(Şimdi bana şekilci diyenler çıkabilir. Bu ithamı, başka vesilelerle yapanlar da çok oldu. Aldığım eğitim ve kişilik yapım, kavramları unsurlarına ayırarak ve kategorize ederek düşünmemi sağlıyorsa, bundan şikayetçi olmadığımı, aksine övünme payı çıkarttığımı söylemek isterim.) 

Bu iki ölçütü baz alarak, Orhun Basat’ın ve İsmet Özel’in şiirlerini kendimce analiz edeyim.

Orhun Basat’ın şiiri anlaşılabilir, net. Eh, inkar etmeyelim, gönül telimizde de hafif kıpırdanmalar yapmıyor değil. Yani birinci ölçüt tamam. Fakat, ikinci ölçütte sorun çıkıyor. Şiiri, bir kez okuyoruz ve tüm gizlerini, sırlarını keşfediyoruz. Belki kıyıda köşede bir şey kalmıştır umuduyla bir kez daha okuyoruz ve son kırpıntıları da topluyoruz. Sonra bir daha okumaya gerek kalmıyor. Çünkü, şiirin bize vereceği bir şey kalmadı artık. En çok iki okumada tamam. Derinliği bu kadar. Yüzeysel. O halde, bu şiir, belli bir frekansın üzerine çıkamamış. (“Bu frekans dediğin neyin nesidir?” diye düşünenler olabilir. İhtimallerden birini yazayım da görüşlerimin değerlendirilmesi kolay olsun: Örneğin, “sadece bir okur tarafından okunma sayısı”.)

İsmet Özel’in şiirine gelince… Elbette kendi adıma konuşuyorum, ben bu şiirden bir şey değil hiçbir şey anlamadım. Peki bu şiir akla hitap etmiyor mu? Etmediğini kimse söyleyemez. Onca laf, boşluk doldursun diye şiire boca edilmiş olamaz. Her kelimenin, şairce malum ve okurca keşfedilmeyi bekleyen bir “anlamı” var, ki biz buna “imge” diyoruz. Fakat, bu imgeler o kadar muğlak ve karmaşık ki, imgeleri deşifre etmek epeyce güçleşiyor. Ki, İsmet Özel’in fikri yapısına pek de yabancı sayılmayan ben bile, şiirden hiçbir şey anlamadığımı söylüyorsam, varın İsmet Özel ismini ilk kez duyan okurların halini siz düşünün.

Düşüncelerimi daha basit anlatayım da ne dediğim belli olsun. İsmet Özel’in bu şiiri “anlaşılamıyor ama anlamsız değil”. Elbette herkesin anlama eşiği farklıdır. Benim anlama eşiğim de düşük olabilir. Gam değil! Ben, şiir seven ve okuyan kitleyi düşünerek bir genelleme yaptım. Akla hitap eden ama “ulaşmayan” bu şiir, peki kalbe hitap ediyor mu ve ulaşıyor mu? Şiiri okuduğumuzda, (Mirzabey)in deyimiyle, hislerimiz azıcık değişiyor, kalbimiz daha hızlı atıyor mu? Bu soruyu da, her okur kendince farklı cevaplandırabilir. Ben, İsmet Özel’in şiirlerini, daha doğrusu sadece Erbain’i, kasetten epeyce “dinlemiş” biriyim. O yüzden, İsmet Özel’in şiirlerinde, müthiş bir iç ahenk, iç musiki seziyorum ve belki de sadece bu yüzden, O’nun şiirlerini “kayda değer” buluyorum. Bu şiirinde de, o tanıdık ahengi (sözcükler arasındaki uyumu) sezdim, kelimelerin dansına şahit oldum ve bu yüzden bir daha, bir daha okudum.

Sözün kısası, İsmet Özel’in şiiri, akıl ile kalp arasında denge kurabilmiş değil. Akla değil daha çok kalbe hitap ediyor. Akla da hitap ediyor ama hedefe ulaşmıyor. Şiir, estetik duygularımızı okşuyor ama kelimeler birleşince cümle haline gelemiyor. Yani, sözün kısası, birinci ölçüt eksik şiirde. 

İkinci ölçüte bakalım. “Akla ve kalbe hitap ederken; duygu ve düşüncelerin terkibiyle oluşan metin, belli bir frekansın üzerinde olacak, hatta ne kadar üzerinde olursa o kadar iyidir.” demiştik. Ve frekansın karşıladığı ihtimallerden birinin “sadece bir okur tarafından okunma sayısı” olduğunu belirtmiştik. Bu şiir, kaç okumayla bitirilir? Biraz daha net sorayım. Bu şiirin gizleri kaç okumada çözülür ve bu şiirden alınan haz kaç okumada biter? Herhalde bu sorunun cevabı, Orhun Basat’ın şiiri için yazdığımız cevapla aynı değildir. Elbette kat be kat fazladır. İşte bu fazlalık, bu şiirin kaliteli olmasının sonucudur. Bu nokta çok mühim. Çünkü, bu şiir ne kadar çok okunursa, “anlama/anlaşılma” eksiği kapanacak, yani şiir anlaşılacak ve “akla hitap etme ama ulaşamama” handikapı ortadan kalkacak, böylece akla ve kalbe dengeli hitap etme ölçütü kendiliğinden yerine gelmiş olacak.

Sözü şöyle bağlayayım. İyi şiirin tadını alabilmek ve gizlerini çözebilmek için “birikim” ve “sabır” gerekiyor. Yeterli birikime sahip olmayanlar ve sabır göstermek istemeyenler, Orhun Basat tarzı şairlerle oyalanabilirler. Şahsen ben oyalanmayı çok iyi beceririm.

  Butterfly Valley 
2006 - ANKARA

6 Haziran 2013 Perşembe

ANILARA MEKTUPLAR - II



Sayın bayan,

Sizden çok çok özür diliyorum. “Sen kimsin be adam, ne diye durduk yerde benden özür diliyorsun?” dediğinizi duymaktayım. Sabredin anlatacağım.

Aslında beni tanımazsınız. Hoş, ben de sizi tanımıyorum ya. 10 yıl önce aramızda tatsız bir hadise vuku bulmuştu. Beş dakika boyunca size korku dolu anlar yaşatmıştım. Fakat, inanın, iki çocuğumun başı üzerine yemin ediyorum ki, size korku vermek dahası size zarar vermek gibi bir amacım asla yoktu. İnanılmaz bir aksilikler zinciri beş dakika boyunca sizi ve beni kuşatıverdi. Doğrusunu söylemek gerekirse o gece sizden çok ben korkmuştum.

Siz belki bu olayı unuttunuz. Belki de unutmadınız, yakın arkadaşlarınıza yıllarca anlatıp durdunuz. Ben sadece eşime anlatabildim bu tatsız “taciz” olayını. Başkalarının benim masumiyetime inanmayacaklarımdan, haksız ithamlara maruz kalmaktan korktum.

Bir bahar gecesiydi… Hava biraz serindi… Saat 22 sularıydı. Cebeci’den Samanpazarı’na doğru çıkmaktaydım. Tarihi değeri olduğu için, yıkılmasına müsaade edilmeyen yüzlerce eski, harap, harabe evin arasında Samanpazarı’nda kaldığım yurda doğru hızlı adımlarla yürümekteyim. Sokaklar yılan gibi kıvrılıyordu önümde. Birden fark ediyorum ki, sessiz ve hayli ıssız sokakta sadece iki kişi var. Biri ben, diğeri de siz. Yaklaşık on metre önümde yürüyorsunuz. Ben arkanızdayım. Sessiz gecenin karanlığında yankılanan ayak seslerimiz havayı iyice geriyor. On metre önümde yürüyorsunuz ve bu gayrıihtiyari sokak arkadaşlığından ürktüğünüzü hissediyorum. Sizi ürkütmek, korkutmak ya da Allah korusun başka türlü bir zarar vermek gibi asla düşüncem yok. Fakat, önümde yürüyorsunuz ve çok rahat fark ediyorum ki benden acaip ürkmektesiniz. Sanki sizi takip ediyormuşum gibi bir durum var ortada. Arkanızı dönüp bana baktınız, tekin biri miyim, güvenilir biri miyim anlamak için. Başınızı hızla önünüze çevirdiniz. Ürkmeye devam ettiğiniz belli. Demek ki benim tekin biri olmadığıma kanaat getirdiniz. “Hay Allah, ne yapsam” diye düşünmeye başladım. Vicdan azabı duymaya başladım. Ayak seslerimiz, ortamı iyice germeye, ürküntünüzü, korkunuzu iyice çoğaltmaya başladı. İnanın o yılan gibi yolda, bir ara sokak olsaydı, hemen sapacaktım sizi eziyetten kurtarmak için. Tam bu sırada, vaziyetin şaşkınlığından mıdır nedir, hiç sevmediğim ve kesinlikle alışık olmadığım bir hareketi, hiç olmayacak bir anda yaptım ve sağ elimle apışaramı hafifçe düzelttim. Hadi benim yaptığım eşeklik neyse de, ya sizin yaptığınıza ne demeli? Ben, sokak ortasında, üstelik gece vakti, üstelik bir kızın arkasında yürümekte iken bu eşekçe hareketi yaptım ve siz de büyük bir isabet kaydederek tam bu esnada, başınızı çevirip bana baktınız ve ne yaptığımı gördünüz. Görür görmez de, panik içinde adımlarınızı hızlandırdınız. Yerin dibine geçtim. Ne yapacağımı bilemedim. Yol yok ki sağa sola sapayım. Geriye dönüp geldiğim yöne yürüsem belki daha çok korkacak, hatta muhtemelen koşmaya kalkacaksınız. “Bari hızlanayım, şu kızı geçeyim de bu ıstırap, bu işkence bitsin artık” diye düşündüm ve adımlarımı hızlandırdım. Adımlarım hızlandıkça, ayak seslerinin şiddeti yükseldi ve gerilim daha da arttı. Hızlandığımı fark edince, daha da korkunç bir şey oldu, siz de hızlandınız! “Yahu kadın, sen yavaş yürü, benim amacım, hızla yürüyüp seni geçmek, sana bir şey yapacak değilim, sakin ol” diye bağıracağım nerdeyse. İkimizde hızlı adımlarla yürümeye başladık. Dışarıdan biri bizi görse, kesin, benim sizi takip ettiğimi düşünecektir. Çünkü vaziyet aynen öyle görünüyor. Fakat, kime anlatırsın derdini? Allah’tan gideceğiniz ev, o sokakta biraz ötedeymiş. Bir evin önünde durdunuz, hızla zile bastınız. İçimden “oh be, kurtuldum, evi yakınmış” diye düşünerek, yolun karşısından, neredeyse duvara bitişik vaziyette yürüyerek yanınızdan geçtim. Kabus bitmişti nihayet.

Olay, anlattığım gibidir sayın bayan. İçimden zerre miktar kötülük geçmemiştir inanın. Dünya-ahret bacımsınız. Size korku dolu anlar yaşattım ama inanın benim hiçbir suçum yoktu bu işte. Her şey, bir anda, paldır-küldür oluverdi.

Bir kez daha özür diliyorum sizden. Aradan on koca yıl geçti. Evlenmişsinizdir mutlaka. Çocuklarınız falan da olmuştur. Belki de hala, o yıkık-harabe evlerin birinde oturuyorsunuz.

Neyse efendim. Mektubu uzatmanın anlamı yok. Diyeceğimi dedim. Allah’a emanet olun. Size tacizsiz, mutlu, huzur dolu günler dilerim.

İmza : Gecenin bir vakti, ıssız bir sokağı birlikte adımladığınız genç

Nam-ı Diğer Salavin
8 Eylül 2006 - ANKARA 

ANILARA MEKTUPLAR – IV



H. abi,

O gün ne yaptığınızı biliyorum. Zaten sen de, “o gün ne yaptığınızı bildiğimi”, biliyorsun. Bu mektup, bir anlamda, bilineni tekrarlamaktan öteye geçmeyecek. Olsun. Ben yazmaktan yüksünmüyorum. Aksine, anılarımı hatırlamak ve yazıya dökmek, hoşuma bile gidiyor.

Dokuz yıl olmuş, dile kolay. Zaman ne çabuk geçiyor öyle değil mi? Sen, o vakitler, birkaç yıllık avukattın. Gençtin, dinamiktin, yakışıklıydın, geleceğin parlaktı. O günlerde popüleritesi yüksek bir siyasi partiyle de organik bağın vardı. Yani, ayağını sağlam kazığa bağlamıştın. Bana gelince… Hayata hızlı girmenin bedelini ödüyordum. Genç yaşta fakülteyi bitirmiş ve hemen yuva kurmuştum. Belki bir şeyler öğrenirim düşüncesiyle bürona gelirdim. Güya staj yapıyordum ama her şey göstermelikti işte.

O gün… Hatırla canım işte o gün… Neydi o yanında çalıştırdığın gencin adı? Hafıza yok ki anasını satayım, unutuyorum işte böyle. Adı her neyse, büroda yoktu işte. Tek ben vardım. Sen içerde dosyalarla meşguldün. Sonra o kadın geldi büroya. Daha önce de büroya geldiğine tanık olmuştum bu kadının. Otuz küsur yaşlarında, alımlı, kendine aşırı güvenen, güzelce bir kadındı. Kocası müteahhitti ve hayli zengindi. İçeri girdi. Çay söyledim size. Sonra beni yanına çağırdın. Rasgele bir kağıda, bir icra dosyasının numarasını yazdın, benden adliyeye gitmemi ve bu numaralı dosyaya para yatıp yatmadığını öğrenmemi istedin. Şaşırmıştım. Benden pek böyle şeyler istemezdin. Hevesle gittim adliyeye. Bir şeyler öğrenmek için can atıyordum, çünkü.

Dosyaya para yatmamıştı. Hemen döndüm. Adliye bürona yakındır bilirsin. Çarçabuk geliverdim büroya. Biraz da telaşlı tabiatlıyımdır, hatırlarsan. Hızla büroya girdim, kapıyı tıklatır tıklatmaz odana daldım ve sizi…

Sizi, odanın orta yerinde birbirinizden hızla ayrılırken gördüm. Çok telaşlanmıştın. Kadın da suçlu gözlerle bir müddet bana bakmış, sonra yavaşça yerine oturmuştu. Senin daha fazla mahcup durumda kalmaman için, dosyaya para yatmadığını söyledim ve kapıyı yavaşça kapatıp dışarı çıktım.

O gün, orada, muhtemelen “öpüşüyordunuz”. Zevkinizi hangi safhada böldüm bilmiyorum. Elbisenizde bir dağınıklık fark etmediğime göre, ya işin başındaydınız, ya da sadece dokunmak ve öpüşmekle yetiniyor, sonrasını başka bir ana saklıyordunuz. Allah korusun, size iftira atmak istemem. Büroda değil ama başka yerlerde mercimeği fırına vermiş olduğunuz muhakkak. Sonuçta, kılıcı kında görmüşlüğüm yok. Fakat, takdir edersin ki, ben çocuk değilim. O gün de çocuk değildim.

Yanlış anlamanı istemem. Benim kimseyi yargılamak gibi bir niyetim yok. Hele hele aradan bunca yıl geçtikten sonra… Olup biten her şey “zamanaşımına” uğramışken hele… Herkes, kendi amelinden sorumlu. Senin kiminle ne yaptığın beni asla ilgilendirmez. Seni, bu olaydan ötürü asla suçlamadım ve suçlamam da. Çünkü ben suç takdiri yapabilecek mevkide değilim. Hesabını gereken yerde, gereken mevkiye verirsin. Bana değil.

Aslına bakarsan, seni suçlamadığım bir yana, seni anlayabiliyorum da… Yakışıklı, bekar ve unvan sahibi bir adamdın. Gerçekten o şehrin en yakışıklı avukatı sendin. E, kadın da hem güzeldi, hem de (çok afedersin) vermeye teşne bir tabiatı vardı. Ateşle barut yan yana olunca “infilak” kaçınılmazdır haliyle.

Bugüne kadar, senin mesleki ve siyasi kariyerine zarar vermemek için –eşim hariç- hiç kimseye anlatmadım bu olayı. Şimdi, köprünün altından çok sular aktı. Şu an bunları alenen yazmam da bir mahsur yok. Türkiye’de binlerce H. ön isimli avukat var. Kim bilecek seni? Hem bilse ne olacak? Olan olmuş, ölen ölmüş değil mi?

Yıllar boyunca seni uzaktan takip ettim. Şu an, bildiğim kadarıyla mesleki ve siyasi hayatının zirvesindesin. Muhtemelen önümüzdeki seçimlerde meclise bile gireceksin. Evlendiğini, bir oğlunun olduğunu da biliyorum. Allah işini rast getirsin.

Sana siyasi ve mesleki kariyerinde başarılar, özel yaşamında mutluluklar diliyorum.

İmza : Hocanın oğlu

Nam-ı Diğer Salavin
8 Eylül 2006 - ANKARA 

ANILARA MEKTUPLAR – I



Sayın hocam,

Bağışlayın adınızı unuttum. İsmail mi, İbrahim mi öyle bir şeydi galiba. Sizinle tanıştığımda doçenttiniz, profesörlük beklediğinizi falan söylemiştiniz. Aradan üç koca yıl geçtiğine göre şimdi profesörsünüzdür muhtemelen. Gıyabınızda tebrik ederim sizi.

Sizi birkaç ay önce Haberal’ın televizyonunda görmüştüm. Adınızı unutsam da, simanızdan hemen tanıdım sizi. Dizilerde de oynayan bir tiyatro oyuncusuna çok benziyorsunuz. Fakat, komediye bakar mısınız, o oyuncunun da adını bilmiyorum.

Bu mektubu size neden yazdığımı merak ediyorsunuz değil mi? Hemen merakınızı gidereyim. “Size teşekkür etmek için” yazıyorum bu mektubu. Siz bana “o gün”, hayat merdivenimde işe yarayacak çok önemli bir şey öğrettiniz. “E, ne olacak, koskoca hocayım, işim gücüm zaten öğretmek” deyip geçmeyin. Sizden öğrendiğim bilgi, kürsüde anlattığınız yalan-yanlış bilgiler cinsinden değildi. Daha “esaslı” bir şeydi, “rehber bilgi” gibi. Ezberlenip unutulan cinsten değil, öğrenilip asla hafızadan çıkmayan cinstendi. Sabırsızlanmayın, anlatacağım.

O gün, TUS’tu galiba, bir sınavda birlikte görevliydik. Siz başkan, ben gözetmen. Sınav yerine erkenden gitmiştim. Siz, benden daha önce gelmiştiniz. Tanıştık. Ordan buradan konuşmaya başladık. Çalışmalarınızdan bahsettiniz. Söz “kitaplarınıza” geldi. En son yayınladığınız kitabı çantanızdan çıkardınız. Yeni doğan bebeğine itina gösteren anne edasıyla kitabınızı bana tanıttınız. Kitap, hiç unutmam “kare” biçimliydi. “Neden böyle” diye sormuştum. “Öğrenciler fotokopi çekemesin de, satın alsınlar” diye cevap vermiştiniz. Kitabınızla ilgili öyle heyecanlı, öyle arzu dolu konuşuyordunuz ki, gıptayla karışık şaşkınlık içerisindeyim. 13. kitabım demiştiniz ama sanki ilk kitabı çıkan acemi yazarların sevinci içindeydiniz. Benim de kitaplara ilgi duyan biri olduğumu anlayınca “aşkla” anlatmaya devam ettiniz. Kitap hakkında epey bir malumat verdikten sonra, hiç beklemediğim, hiç ummadığım, beni hayretlere gark eden bir şey yaptınız. “Kitapevlerinde 12 milyon lira ama ben 10 milyona veriyorum” dediniz ve kitabı masanın benden yana olan kısmına bırakıp iki adam geri çekildiniz. Ben, olup bitene anlam verememenin şaşkınlığı içindeydim. Ne diyeceğimi bilemedim. Onca lafı, kitabını tanıtan bir profesör adayından mı dinlemiştim, yoksa müşteri psikolojisini çok iyi bilen usta bir tezgahtardan mı? Hoca-öğrenci diyalogu sandığım şey, en adisinden satıcı-müşteri diyalogu imiş meğer. Bir bilim adamının, öğrencisine müşteri nazarıyla bakması en hafif deyimle “alçaklıktır”. Aslında o kişinin, ne bilimle ne de adamlıkla da ilgisi vardır. Onca lafı, kitabınızı bana kakalamak için sarfettiğinizi anladığımda, bir an sizden, kitaptan, hocalardan, eğitim sisteminden, bilimden, hasılı “kağıdın kutsiyeti etrafında halkalanan her şeyden” tiksindim. İçim nefretle doldu.

Teklifinizi anlamamış gibi yaptım ve “ürününüzü” satın almadım tabi. Ama o gün sizden çok esaslı bir şey öğrendim. Bu mektubu yazmama sebep olan “çok esaslı bir şey”.

: Özümüzü “kemale” erdirmedikçe, geldiğimiz makamların, sahip olduğumuz unvanların hiçbir değeri yoktur. Sadece karnımızı doyururuz o kadar. Kendimiz dahil hiç kimseye esaslı bir faydamız olmaz. Makam ve unvan, insanı kemale erdirmez, kemale eren insan makam ve unvanının hakkını verir. Ve nihayet, çöpçüsünden profesörüne, hamalından başbakanına kadar bütün insanlar aynı arzuların, aynı hayallerin, aynı sıkıntıların sarmalında yuvarlanıyor. Bu anlamda insanlar arasında korkunç bir eşitlik var. 

İşte bunları öğrettiniz bana sayın hocam. Bir kez daha teşekkür ederim herşey için.

Çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Kitabınız, okurunuz/müşteriniz ve kazancınız eksik olmasın. Esen kalın.

Bir öğrenciniz

Nam-ı Diğer Salavin
8 Eylül 2006 - ANKARA 

4 Haziran 2013 Salı

ANILARA MEKTUPLAR – III



Saygıdeğer hanımefendi,

Bilirsiniz, insan hayatında belli dönemler vardır; çocukluk, ergenlik, gençlik, orta yaşlılık ve yaşlılık gibi. Bu dönemler arasında geçişler çoğunlukla fark edilmez. Bir bakarsınız, çocukken ergen olmuşsunuz, ergenken genç, gençken orta yaşlı ve orta yaşlıyken yaşlı. Dönemden döneme geçerken bir “ara dönem” yaşanır hülasa. Aynı anda, hem çocuk hem ergen olunan, hem ergen hem genç olunan, hem genç hem orta yaşlı olunan, hem orta yaşlı hem yaşlı olunan bir “ara dönem” sessiz sedasız bizi içine alır, ne olduğunu anlamamıza fırsat vermeden, bir sonraki döneme bizi fırlatır. Bir şeylerin değişmekte olduğunu anladığımızda kendimizi bambaşka yerde, bambaşka biçimde buluveririz.

Merak etmeyin, acemi ve beceriksiz bir psikolog ağzıyla yazdığım bu cümleleri niçin size anlattığımı izah edeceğim. Efendim, ben halen orta yaşlı bir insanım. Çocukluktan ergenliğe, ergenlikten gençliğe nasıl geçtiğimi bilmiyorum. İçine girdiğim ara dönemlerden habersiz, bir dönemden başka bir döneme atlayarak bugüne geldim muhtemelen. Fakaaaaaattt!... Gençlikten, orta yaşlılığa geçerken “ara dönem” yaşamadığımdan eminim. Efendim ben, gençlikten orta yaşlılığa, saniyenin binde birinde vücudumu saran “olgunlaşma ışınıyla” geçiverdim. Yani, gençlikten orta yaşlılığa kısa bile olsa “ara dönem” yaşamadan geçiverdim. Her şey bir anda oldu. Bir anda gençlik gömleğini çıkardım ve orta yaşlılık gömleğini giyiverdim.

“Sen deli misin, tüm bunlardan banane, sen ara dönem yaşamışsın, yaşamamışsın beni ne alakadar eder, işin gücün yok mu be adam, ne diye beni rahatsız ediyorsun?” demeyin. Hemen şimdi, meselenin sizle alakalı olan kısmına geçeceğim. Çünkü, gençlik dönemimi noktaladığım ve orta yaşlılığa atladığım anın MÜSEBBİBİ SİZSİNİZ. Siz olmasaydınız, belki ben birkaç yıl daha, kendimi genç zannetmeye devam edecektim.

2002 yılının Mayıs ayıydı. Kaynım, eşi ve 2 yaşındaki ikiz çocuklarıyla birlikte Ankara’ya gelmişti. İkizlerden birinde “sara” hastalığı emareleri görülmüştü ve teşhis-tedavi için Hacettepe Hastanesine sevk yaptırmışlardı. Teşhis konabilmesi için EKG testinin yapılması gerekiyordu. Yanlış hatırlamıyorsam, kalp atışlarının düzenli olup olmadığını ölçen bir testti bu. Hastaneye ben de onlarla birlikte gitmiştim. Test için birkaç gün sonraya randevu vermişlerdi ve çocuğu gece uyutmamamızı sıkı sıkı tembih etmişlerdi. Çünkü, EKG testinin yapılması sırasında mutlaka çocuğun uyuması gerekiyordu.

Kaynım ve eşi, test yapılacağı günün gecesi çocuğu uyutmadılar, türlü oyunlar oynayarak sabaha kadar oyaladılar. Sabah olunca, otomobile atlayıp hastaneye gittik. Sabaha kadar uyumayan çocuk yolda daldı haliyle. Uyandırmaya kıyamadık. Uyanmadan test işi olup bitsin diye alelacele hastanenin ilgili odasına koşturduk. Aksilik bu ya, tam odaya girerken çocuk uyandı ve ağlamaya başladı. Sabaha kadar uyumamış olan kaynımın ve eşinin canı hayli sıkıldı. Hem uykusuz kalmışlar, hem de test yaptıramamışlardı. Çocuğu yeniden uyutmayı denedik ama nafile. Randevuyu bir gün sonraya erteledik mecburen.

O gece kaynım ve eşim, yine çocukla birlikte sabahladılar. Bu kez olup biter umuduyla sabahleyin hastaneye doğru yola çıktık. Yolda yine uyudu bizimki. Yine uyandırmadık. Kaynım, hastane önünde bizi indirdi, “siz gidin, ben arabayı park edip gelirim” dedi. Kaynımın eşiyle, çocuğu uyandırmamaya çalışarak 3. kata çıktık. Şükürler olsun, koridorda kimse yoktu ve gayet sessizdi. Hemen test odasına girdik. Çocuğu ölçüm cihazına yatırdık. Kaynımın eşi yanında kaldı. Ben dışarı çıktım.

Kapının önünde bekliyorum. Densizin biri gürültü yapar da, çocuğun uyanmasına sebep olur düşüncesiyle, sessizliği temin etmek adına kapıda dikilmekteyim. Asayiş görevlisi edasıyla sağa sola bakınmaktayken koridorun sonunda SİZ görünüverdiniz. Nicole Kidman’ı andıran bir zarifliğiniz, duru bir güzelliğiniz vardı. Koridorun soluk ışığında salınan beyaz bir kuğu gibi göründünüz gözüme. Zayıftınız, saçınız kısaydı ve sarıydı, üzerinizde size çok yakışan açık renkte bir ceket-etek vardı. (Döpiyes mi deniyordu buna?) Sonra, koridorda bana doğru yürümeye başladınız. Zaten benden başka kimse yoktu. Çok ince, narin bir sesle EKG testinin nerede yapıldığını sordunuz. Kendimi toparlayarak “burada” dedim “ama şimdi içeride çocuk var, uyanmaması lazım, biraz daha sessiz olalım”. Uyarımı gayet olgunca karşıladınız ve sesinizi iyice alçalttınız. Bir meleği dinler gibi sizi dinledim beş dakika boyunca. Küçük bir oğlunuz varmış. Saradan şüpheleniyormuşsunuz. EKG testi yaptırmanızı salık vermişler. Önbilgi almak için hastaneye gelmişsiniz. Bildiklerimi anlattım ayaküstü. Başka neler konuştuk, başka neler konuştunuz bilmiyorum. Çünkü ben sizi dinlerken aslında sizi dinlemiyordum. Gözüm sizin gözlerinize odaklanmıştı ama aklım başka yerlerdeydi. Sizinle konuştuğumuz o birkaç dakika içinde ben, başrolünde sizinle benim oynadığımız iki saatlik bir film çektim beynimde. Filmde neler neler olmuyordu ki? Türk filmlerinde gördüğümüz tüm romantik sahneler, çam ağaçları arasında dolaşmalar, dalgalar arasında çıplak ayakla yürümeler, ılık bir yaz akşamında balkonda otururken omuz omuza hayale dalmalar vs. Akla gelebilecek her çeşit romantik sahneyi, büyük bir hızla beynimin süzgecinden geçiriyor, bir yandan da size laf yetiştiriyordum.

Sonra film bitti. İşte O ANDA, filmin bittiği saniyenin binde biri denilebilecek o kısa anda, HERŞEY OLDU. BEN ARTIK ESKİ BEN DEĞİLDİM. Rüya görürken rüya gördüğünüzün bilincine vardığınız oldu mu hiç? İşte ben o gün orada uyanıkken bir rüya gördüğümün bilincime vardım ve birden ayaklarımın yere başka türlü bastığını hissetim. Çünkü, gördüğüm rüya asla gerçekleşemezdi, ne sizinle, ne de başkasıyla. Çünkü ben, evli ve çocuk sahibi bir insandım, sorumlulukları olan bir insandım, sorumluluklarımı bir yana itip, hayallere kapılabilecek vaziyette değildim. Belki, genç olsam, olmayacak şeyler değildi sizle benim aramda hayal ettiklerim… Genç olsam, olabilirdi bir şeyler… İŞTE O AN, OKKALI BİR TOKAT YEMİŞ GİBİ ARTIK GENÇ OLMADIĞIMI ANLADIM. Bana helal olmayan bir kadını hayallerde bile sevemeyeceğimi ANLADIM. Kabuk değiştirdiğimi, başkalaştığımı, olgunlaştığımı, artık başka biri olduğumu ANLADIM. Hayatın, benim avuçlarımda olmadığını; her aklıma geleni yapmak imkanının bulunmadığını; kaderimi değiştirebilecek güçten tamamen yoksun olduğumu ANLADIM. Şairin dediği gibi, “artık serbest düşünme zamanlarım geçmişti.” Hülasa, artık GENÇ olmadığımı, ORTA YAŞLI biri olduğumu ANLADIM.

Kısa sohbetimiz bitmiş, sıcak bir “iyi günler” sözcüğünün ardından koridordan merdivenlere doğru kuğu misali yürümüştünüz. Arkanızdan bakakalırken, sadece sizin değil, gençliğimin de bana “iyi günler dostum” dediğini bir kez daha tüm zerrelerimde hissetmiştim.

(Aradan üç yıl daha geçti. Ben, iyice kendimi orta yaşlılığa alıştırmışken, birdenbire bir ay süren “dejavu” yaşadım. Sonra o da geçti. Yine orta yaşlılığa döndüm. Bu bahsin sizle bir ilgisi yok. Ama bu mektupta yeri geçsin istedim.)

Hanımefendi,

Bu mektubu size neden yazdığımı anladınız işte. Rahatsızlık verdiysem özür dilerim. Sizin hayatınızda belki nokta kadar iz bırakmadım. Belki de, daha o gün merdivenden inerken beni unuttunuz. Gam değil! Ama ben sizi unutamadım işte. Unutabileceğimi de sanmıyorum. Beni, gençlik yıllarımdan koparıp, orta yaşlılığa savuran bir kadını nasıl unutabilirim?

Uzun bir mektup oldu. Noktalasam iyi olacak. Oğlunuz, şu an anaokuluna gidiyor olmalı. Dilerim, sağlığı, sıhhati yerindedir. Size ve ailenize, mutlu, güler yüzlü bir hayat diliyorum. Sevgiyle kalın.

İmza : Adıdeğmez

Nam-ı Diğer Salavin
8 Eylül 2006 - ANKARA 

ANILARA MEKTUPLAR - V



Canım kardeşim,

Bu mektubu ne zorluklarla yazdığımı tahmin edemezsin. Gözyaşlarıma hakim olamadığım için, kaç defa klavyenin başından kalktım. Şimdiye kadar yazdığım hiçbir mektup beni bu kadar zorlamamış, bu kadar hüzünlendirmemişti.

Sana havadislerim var sevgili kardeşim: “Fransa” finale çıktı. Hani şu Platinili Fransa. Gerçi şu an Platini yok kadroda. Zidane diye Cezayir asıllı biri var, Fransa’yı sürükleyen de O. Zaten Platini de İtalyan asıllı değil miydi? Başka milletler olmasa Fransa’nın bir şey yapacağı yok gerçekten.

Hatırlıyorsun değil mi 84 yazını? İkimiz de futbol delisiydik. Evimizin yanındaki küçük alanda kıran kırana maçlar yapardık hani. O yıl Avrupa Şampiyonası maçları vardı. Ev sahibi Fransa’ydı. Ne büyük hayranlıkla izlerdik maçları. Hele o final maçı! Platini’nin attığı gol saniyesi saniyesine ezberimizdeydi.

: Fransa, ceza sahası dışından serbest vuruş yapacak. Platini topun başında. Geliyor, geliyor ve topa vuruyor… İspanya kalecisi, topu tutmayı başarıyor ve tuttuğu topu karnına bastırıyor. Fakat o da ne? Karnına bastırdığı top, kollarının arasından kayıyor ve yavaşça kale çizgisine doğru yol alıyor. Kaleci şaşkın şaşkın kollarının arasından kayıp kaleye giden topu izliyor. Son bir çabayla kollarını uzatıyor topu çelmek için… Ama top çizgiyi geçip filelerle kucaklaşıyor… 

O yaz, seninle bu golün taklidini ne çok yapmıştık değil mi? Ben Platini olurdum, sen kaleci… Vururdum topa, sen yakalardın, sonra yavaşça koltuğunun altından topu bırakırdın… Tıpkı İspanyol kaleci gibi…

Aradan 22 koca yıl geçmiş. Yaşasan şimdi 29 yaşında tığ gibi delikanlı olacaktın. Evlenirdin muhtemelen. Çoluk-çocuğun olurdu; benim gibi, ablalarımız gibi, küçük kardeşimiz gibi. Ha unutmadan, tüm kardeşlerin evlendi. Hepimizin erkek çocukları oldu ama sadece en küçüğümüz oğluna senin adını verdi. İçimizde en vefalısı en küçüğümüz çıktı senin anlayacağın. Adını yaşatan yeğenini bir görsen. Öyle neşeli, öyle hareketli, öyle cıvıl cıvıl ki.

Ne kadar arkadaş canlısı, ne kadar fedakar bir insandın kardeşim. Gözlerin aklıma geliyor bazen, kendi oğlumda seni görüyor gibi oluyorum.

Neden öldün, nasıl öldün bilemedik. 84’ün soğuk bir Kasım günü, birden şiddetli baş ağrılarıyla kendini kaybettin, apar-topar hastaneye götürüldün ve bir daha dönmedin. Bir vardın, bir yoktun…

Bilmem ki ölmekle iyi mi ettin? Hayat bazen öylesine zor, öylesine çekilmez ki güzel kardeşim. Hayat, bir yandan “yaşamak”, hem de “iyi yaşamak” için çabalayıp durmakla geçiyor; bir yandan da “neden yaşadığımız” sorusuna aklı başından cevaplar aramakla. Neden yaşadığımız sorusunun cevabını bulduğumuzda hayat ellerimizin altından kayıp gitmiş oluyor. Bu soruyu sormadan bir böcek, bir ot rahatlığında yaşamak da mümkün. Ki böyle yapanlar da var. Kendine yedirebiliyorsan istersen böyle yaşa.

Hepsi bir yana, ortada bir gerçek var. Sen yıllar önce aramızdan ayrıldın. Sen öldün ve ben büyüdüm. Okudum, evlendim, çoluk-çocuk sahibi oldum, adam yerine konuldum. Fakat, güzel gözlü kardeşim, seni, hep içimde bir yerde özlemle uyuttum. İçimde bir yerde, Platini hep o golü attı, kaleci hep şaşkınlıkla baktı ağlara giden topa…

Hayatın hakkını verebilirsem belki cennette buluşuruz sevgili kardeşim. Verebilirsem…

Ağabeyin

Nam-ı Diğer Salavin
8 Eylül 2006 - ANKARA 

3 Haziran 2013 Pazartesi

ANILARA MEKTUPLAR - VI


Sevgili Iraklılar,

Sevgili Iraklı çocuklar, gençler, analar,

Bu mektup size. Fakat sanmayın ki bir "ağıt" yazacağım. “Acınızı paylaşıyorum” diyerek, örtülü olarak kendi vicdanımı rahatlatma girişiminde de bulunmayacağım. Bu mektup, acılarınızı paylaştığımı belli etmek için yazılmadı. Bu mektup, blog kamuoyunun dikkatini Irak’a çekmek için de yazılmadı. Bu mektup, sizden “özür” dilemek için yazıldı. Özrü çoktan gerektiren bir itirafım olacak size.

Nicedir yazmak istedim aslında bu mektubu. Nedense hep bir engel çıktı önüme, yazamadım bir türlü. Engel derken, vakit yokluğu falan değil. Klavyenin başına geçmek için hamdolsun vaktim çok. Daha çok vicdani engeller bunlar. Acaba, iç dünyamda olup biteni olduğu gibi anlatırsam, kimilerinin vicdansız, insanlıktan yoksun biri olduğumu sanmaları endişesi beni yazmaktan alıkoydu. Fakat, artık bu endişelere de kulaklarımı tıkıyorum. Başkalarının vereceği hükme saygı duyuyorum ama bunu kendimle yeniden savaşacak kadar önemli bulmuyorum. Çünkü, kendi içimde, yaşadığım anın muhasebesini çokça yaptım ben. Bu andan itibaren başkalarının söyleyecekleri ya da düşünecekleri, vizyona girmiş bir film üzerine edilen kelam hükmündedir. Benim açımdan olay kapanmıştır. Başkaları istediği gibi meseleyi tahlil eder ve hükmünü verir.

Sevgili Iraklılar,

Size anlatacağım olay bir gecede oldu ve bitti. O gece sizin için kabus dolu günlerin başladığı bir geceydi. Benim içinse…

Tarih 20 Mart 2003. Saat 24. Evde herkes yataklara çekildi. Bir ben kaldım ayakta. Bilgisayarımın başındayım. Masamda kağıt yığınları… Makaleler, kitaplar, fotokopiler, müsveddeler vs. Hazırlamam gereken bir ödev var ve kendimi tüm zerremle işime vermiş durumdayım. Manyaklar gibi çalıştığım, işime sıkı sıkı bağlı olduğum günler.

Televizyon açık. NTV, CNN, TRT arasında zap yapıyorum bir yandan da. Ekranda, bildik gazeteci yüzleri: Mehmet Barlas, Cengiz Çandar vs. Bir de emekli hariciyeciler var… Konu: ABD, Irak’a saldıracak mı? O günlerde, ABD, Irak’ta kimyasal silah bulunduğu bahanesiyle Irak’a saldırmaya karar vermişti. En sonunda Irak’a 48 saat süre tanınmıştı. 48 saatin sonunda savaş başlayacaktı. Ve işte bu 48 saat o gece saat 3’te dolacaktı. Ekrana çıkan herkes, olası bir savaşın etkilerini değerlendiriyordu.

Aklım önümdeki kağıt yığınlarında, bir yandan işimle meşgul oluyordum; bir yandan da göz ucuyla ekrana bakıyor, konuşmalara dinlemeye gayret ediyordum.

Her insanın “alıcılarının” açık olduğu saatler vardır. Galiba benim alıcılar gece yarısı daha faal. Saat 12 oldu, ev sessizleşti ve ben kendimi iyice işime verdim. Hazırlamam gereken bir ödevim var. Halletmem gereken ana konu “çekte vade olur mu?” Bütün hukuk kitaplarında çekte vade olmayacağı yazılıdır. Bunun istisnası yok. Fakat hoca konuyu bana “vadeli çek” diye verdi ve benim bu konuyu yazabilmem için öncelikle “çekte vade olur mu?” sorusunu “çekte vade olur” diye cevaplamam ve buna mantıklı gerekçeler bulmam lazım. Tüm zerremle bu soruna odaklandım. Çok bunaldığım anlarda başımı masadan kaldırıp ekrana bakıyorum ve “acaba bu gece ABD Irak’a bomba atacak mı?” diye de düşünüyorum. Sanki bu soru “çekte vade olur mu, olmaz mı?” diye kara kara düşünen bana soluk aldırıyor, adeta yorgunluğumu alıyor!!!

Bir yandan okuyor, bir yandan düşünüyor, bir yandan da bulduğum parlak fikirleri hemen not alıyorum. Çekte neden vade olmaz? Çünkü çek “para gibi” bir ödeme aracı. Parada vade olur mu? Olmaz. Düşünsenize, markete gidiyorsunuz, iki ekmek, bir gazete alıyorsunuz ve karşılığında 1 YTL veriyorsunuz. Fakat, paranın üzerine 1 ay sonrasının tarihini yazıyor, market sahibine de “bu parayı ancak bir ay sonra kullanabilirsin, çünkü bu vadeli” diyorsunuz. Olur mu? Olmaz tabi. Çek de, para gibi bir ödeme aracı olduğuna göre, çekte vade olmaması akla ve hukuka yatkın. Çek, imzalandıktan hemen sonra bankaya götürülüp nakte çevrilebilir. Fakat, uygulamada, çekin üzerine sonraki bir tarih yazılıyor ve o tarihe kadar çek sahibinin bankadan çeki bozdurmasının önüne geçiliyor. Şimdi, çek üzerine yazılan bu tarihe “vade” denilebilir mi? Bir açıdan evet, bir açıdan hayır. Evet vadedir çünkü, ödeme belli bir tarihe ertelenmektedir, vadenin esprisi de budur zaten. “Hayır değildir çünkü, çek sahibi çek üzerinde yazılı tarihten önce, bankada borçlunun parası olmadığını bile bile, bankaya gider ve borçlunun “karşılıksız çek” suçu işlemiş sayılmasına sebep olabilir. Çek sahibinin, çek üzerinde yazılı tarihten önce, bankaya gitmesinde ve çeki bozdurmaya kalkması hukuken mümkündür. Hesapta para olup olmaması çeki yazanın sorunudur.

İşte bu düşüncelerle, “çekte vade var mı yok mu, varsa nasıl var, vadeli çek bilimsel bir kavram mıdır” falan diye düşünerek saati 2 ettim. Kafam iyice yoruldu. Epeyce bir notta çıkarmıştım. Ödevin iskeletini kurmuş gibiydim. Geriye, bu iskelete bir kas giydirme işi kalıyordu ki, işin o kısmı nisbeten daha kolaydı. Fakat kas giydirme işine o gece başlamamın imkanı da yoktu, çünkü beynimi epey yormuştum.

Bilgisayarı kapattım, masamdaki kağıt yığınlarını toparladım ve koltuğa iyice yaslandım. Kumandayı elime alıp, yine NTV, CNN ve TRT arasında gidip geldim. Vakit yaklaşıyordu. ABD’nin Irak’a tanıdığı süre dolmak üzereydi. Acaba ABD Irak’ı bu gece bombalayacak mıydı? Bir süre, gazetecilerin ve hariciyecilerin ukalalılarını dinleyerek, kafamı dinlendirdim ve yorgunluğumu iyice üzerimden attım. O ana kadar, ekranda konuşulanlar, benim için “beyin çeşnisi” fonksiyonuna sahipken, birden durumun vahametini kavramaya başladım. Yahu SAVAŞ başlayacaktı bu gece!... Birileri başka birilerinin üzerine bomba yağdıracaktı. Bu gece birileri ÖLECEKTİ yani. Bense, ekranda olup bitenleri ağrıyan başım dinlensin kabilinden seyrediyordum.

Saat 3’e yaklaşıyordu. ABD’nin Irak’a verdiği süre dolmak üzereydi. İşim bittiği halde ekranın karşısından kalkmadım. Ne olacağını merak ediyordum ve şu iş olsun bitsin de öyle yatarım diye düşünüyordum. O an içinde bulunduğum insanlık-dışı durum iyice anlaşılsın diye cümlemi tekrar yazayım: “İşim bittiği halde ekranın karşısından kalkmadım. Ne olacağını merak ediyordum ve şu iş olsun bitsin de öyle yatarım diye düşünüyordum.” Şu iş dediğim, Bağdat’a bombaların atılması, yani insanların ölmesiydi. Evet, aynen böyle düşündüm o an.

Saat 3 oldu. Mühlet doldu. Herkeste bir beklenti. Acaba ABD Irak’ı bombalayacak mı? Haber spikerleri, topu yorumculara atıyorlar. Onlar da, bir gözleri Bağdat semalarını gösteren ekranlarda, ilk bombanın atılmasını bekliyorlar.

Saat 3 çeyrek oldu. Hala bomba atılmış değil. Beklenti artıyor. Kendi kendime sormaktan çekindiğim bir soru var. Sen neyi bekliyorsun? Git yatsana. Bombaların atılmasını önleyecek bir gücün mü var? Yok. O halde? Ve yavaş yavaş acı gerçeğin farkına vardım. Ben, o gece, o koltukta, gözüm ekranda, bombaların atılmasını bekliyordum. Evet, bombaların atılmasını. O an, atılacak bombalarla insanların öleceklerini pekala biliyordum ama vicdanımı ele geçiren bir kuvvet, ekranda karanlığa gömülmüş Bağdat’ın kırmızı alevlere boyanmasını arzuluyordu.

Saat 3 otuz oldu. İçimdeki Mr. Hyde uyanmış ve ruhumu tamamen ele geçirmişti. Nerdeyse “atın artık şu bombayı da gidip uyuyalım, sabah işimiz gücümüz var” diye ekrana bağıracaktım. O denli insanlıktan çıkmıştım.

Saat 3 kırkbeş oldu. Beklenti, artık kabak tadı vermeye başlamıştı. Uyku iyice bastırmıştı ama halâ Bağdat semalarında kırmızı alevler görünmüyordu. Sinirlenmiştim. Sanki vaktinde başlamayan bir konserde gibiydim ve en kötüsü konser hala başlamamıştı.

Saat 4 oldu. “Nihayet” evet “nihayet” Bağdat’ı gösteren ekranlardaki siyah rengin hakimiyeti kırıldı. Binalara çarpan bombalar, kırmızı alevlerle ve gri dumanlarla ekranı kapladı. Bombaların isabet ettiği yani SAVAŞIN başladığı o ilk an, ne acıdır ki, içimde insani bir üzüntü, insani bir isyan, insani bir yürek burkulması yaşanmadı.

Oysa, bilen bilir, ben pek yufka yürekli bir insanımdır. Türk filmlerinde yürekten çıkan bir söz, beni dakikalarca ağlatabilir, ağlatmıştır da. Toyluk zamanlarında kıldığım namazlarda da, başım secdeye koyduğum anlarda gözyaşlarına boğulduğum çok olmuştur. Hayatımda şiddet hiç olmadı, şiddete yatkın biri de değilim. Şu yaşıma gelene dek, elime hiç silah almadım. (Askere de henüz gitmedim.) Silaha ilgi de duymadım. Çocukken arkadaşlarım atari salonlarında vurdulu-kırdılı oyunlar oynarlardı. Bir defa bile atari salonuna gidip o oyunlardan oynamadım. Aksiyon filmlerini de pek sevmem. Ben daha durgun, daha insani yanımızı ortaya koyan filmlere ilgi duyarım.

Peki o halde, o gece içine düştüğüm insanlık-dışı hal neyin nesiydi? Şüphesiz ki, o kişi de bendim ve o vaziyetim de benden, yani beni ben yapan her şeyden (kişiliğimden, geçmişimden, hayallerimden, okumalarımdan, öğrendiklerimen, eğitimimden) bir parçaydı. O gece içine düştüğüm hali anlamak için çok uğraştım, vicdanımla yüzleştim. Sonunda “en ufak bir kendimi aklama çabası olmaksızın” şu yargıya ulaştım:

İnsanoğlu, doğrunun ne olduğunu, yapılması gerekenin ne olduğunu genelde çok iyi biliyor. Fakat, bazı nedenlerden ötürü doğruyu, yapılması gerekeni yapmıyor, yapamıyor. O gece, bende, düşündüklerimin, hissettiklerimin yanlış olduğunu bildiğim halde, kendime engel olamadım. Benimki belki de, bir gecelik yabancılaşma idi. İnsanın ruhuna yabancılaşması. Kimisi bu yabancılaşmayı bir ömür boyu yaşar ve hayat imtihanında kaybedenlerden olur; kimisi anlık yabancılaşmalar yaşar ve ancak adam-akıllı tevbe ederek ruhundaki siyah lekeleri temizleyebilir. Sanırım benimki anlık yabancılaşmalardandı.

Sabah olunca sadece tevbe etmekle yetinmedim, evveliyatında kelime-i şehadet de getirdim. Çünkü, o geceye kadar dinden çıkmadıysam, o gece dinden çıkmıştım.

Şimdi aradan üç buçuk yıl geçti. Irak her geçen gün karışıklığa ve felakete sürükleniyor. Ölü sayısı elliden aşağı düşmüyor. Artık öylesine kanıksadık ki “Bağdat’ta bugün şu kadar kişi hayatını kaybetti” türünden haberleri işittiğimizde, “şaşırmıyoruz” bile.

Sevgili Iraklılar,

Acılarınız yürekten paylaşıyorum gibi samimiyetsiz sözler sarf etmek istemiyorum. İçim dışım işte bu benim, gördünüz. Tek dileğim özrümü kabul etmeniz. Bu kadar…

Nam-ı Diğer Salavin
8 Eylül 2006 - ANKARA 

2 Haziran 2013 Pazar

ANILARA MEKTUPLAR - VII


Sevgili Tarih Dede,

Seninle birlikte çocukluğuma iniyorum. Belki ilk vurgunum, ilk hayal kırıklığım, ilk hüsranım sende gizlidir. Sen, bilinçaltımın en dip köşesindesin. Seni çıkarabilirsem oradan, ötekileri çıkarmak daha kolay olacak. Seni çıkarırsam oradan, belki yıllardır beni örseleyen, beni zincirleyen bir bağı atmış olacağım zihnimden. Bir denemekte fayda var. Bakarsın, olur.

Yıl kaçtı? 85 mi, 86 mı? Dördüncü sınıfta mıydım, beşinci mi? Hatırlamıyorum. Hatırladıklarım; uzun bir koridor, koridora dizilen sıralar, gür sesle söylenen İstiklal Marşları, siyah önlükler, gözlüklü ve sert bir müdür, babacan bir müdür yardımcısı, anaç bir öğretmen ve fakir ama çalışkan bir öğrenci…

Bir bayramdı işte. Hangisiydi unuttum. Bir tiyatro oyunu sergilenecekti. Kim seçti, niye seçti, neye göre seçti bilmiyorum ama beni “tarih dedeliğe” uygun gördüler. Tiyatro oyununu gösterime koyma vazifesini üstlenen öğretmenimiz, bana bir sayfalık metin verdi ve “bu ezberlenecek” dedi. Hayda ki ne hayda!.. Ezberlemek de bir şey değil de, iş onunla bitmiyor ki… Ya bir ya da iki prova yaptık, o kadar. Benim kızım geçen sene 23 Nisan’daki oyunlarda görev almıştı. Provalar Aralık ayında başlamıştı ve haftada iki gün toplanıyorlardı. Oysa biz, ya bir, ya iki defa prova yaptık. Yeterli deneyimimiz olmadan, birden bayram günü geliverdi ve hop diye sahneye salındık.

Tarih Dedeyim ya hani… Yaşlı olmam lazım. Yanaklarıma pamuktan uzun bir sakal yapıştırdılar. Sırtımda da galiba uzun bir kaftan vardı. Tarih Dede’den çok gölü maya çalmaya hazırlanan Nasrettin Hoca gibiydim.

Metni zorla da olsa ezberlemiştim. Evde yüksek sesle birkaç defa da okumuştum. Fakat, fazla prova yapmadığımızdan ötürü “ya başaramazsam” korkusu benliğimi iyice sarmıştı.

Sanırım, bir defada okunacak bir repliğim vardı. Ama uzun bir replik. Takdim gibi bir şey. O repliği okuyacak ve sahneden çekilecektim. Bütün rolüm bu yani.

Oyun başladı. Başladım, gür sesle ezberlediklerimi bağırmaya. İlk 5-6 cümle sanırım gayet iyiydi. Sonra hafızam bana nankörlük etti. Sağ olsun hemen yanı başımdaki öğretmenimiz açık açık suflörlük görevi de üstlenmişti. Benim teklediğim, takıldığım yerleri o tamamlıyordu. Sonlara doğru iyice çuvalladım; sesim çatalladı. Yüzüm kıpkırmızı oldu ama Allahtan beyaz pamuklar kırmızılığı kamufle ediyordu. Güç bela on dakika süren repliğin hakkından geldim ve hemen giyinme salonu olarak kullanılan öğretmenler odasına koştum. Tek başınaydım ve kendimi çok kötü hissediyordum. Asıl rolü o odada tek başınayken sergiledim ama kimse görmedi tabi. Masayı yumruklamalar, çöp kutusuna tekme atmalar, pamuktan sakalı yolmalar vs.

Sözün kısası, ilk rolüm, aynı zamanda hayatımda son rolüm oldu. Cesaret edip de, bir daha sahneye çıkıp oyunlarda görev almadım. Ama hayatımın her anında, tiyatroya saygı duydum ve en meşhurundan, en tanınmamışına kadar tüm tiyatro oyuncularına hep hayranlıkla dolu sevgi besledim. Ankara’da gittiğim oyunlarda da, sahneyi ulaşılmaz yüce bir mevki, oyuncuları da bizden çok farklı ve üstün insanlar olarak düşündüm. Ama sadece tiyatroda oynarken üstün insanlardı. Aynı oyuncuya televizyon ekranında rastladığımda nazarımda değerleri kalmıyordu. Ekranda böcek gibiydiler, sahnede ise dev gibi.

İşte böyle Tarih Dede. İlk ve son göz ağrım. Belki o gün rolümün hakkını verebilseydim, seni güzelce canlandırabilseydim, bana “ilk oyununuz hangisiydi, tiyatroya nasıl başladınız?” diye soranlara, seni anlatacaktım. Fakat, talihe bak ki, kimse bana bu soruyu sormadı, ben de kimseye o hayatta başarılı olmuş insanlara özgü kibirle karışık tatlı bir tebessümle, şöyle gevrek gevrek “ilk rolüm Tarih Dede’ydi” diyemedim.

Bana bu duyguyu yaşatamamış da olsan, yine de senin güzel yanaklarından öperim Dedeciğim.

Seni bilinçaltımdan çıkardım artık. Bundan sonra kalbimde tatlı bir hatıra olarak yaşayacaksın.

Belki bir gün bir oyunda görürüm seni ve seni oynayan çocukta kendi çocukluğumu.

Selametle dedeciğim.

Namı-ı Diğer Salavin
  8 Eylül 2006 - ANKARA