Saygıdeğer hanımefendi,
Bilirsiniz, insan hayatında belli dönemler vardır; çocukluk, ergenlik, gençlik, orta yaşlılık ve yaşlılık gibi. Bu dönemler arasında geçişler çoğunlukla fark edilmez. Bir bakarsınız, çocukken ergen olmuşsunuz, ergenken genç, gençken orta yaşlı ve orta yaşlıyken yaşlı. Dönemden döneme geçerken bir “ara dönem” yaşanır hülasa. Aynı anda, hem çocuk hem ergen olunan, hem ergen hem genç olunan, hem genç hem orta yaşlı olunan, hem orta yaşlı hem yaşlı olunan bir “ara dönem” sessiz sedasız bizi içine alır, ne olduğunu anlamamıza fırsat vermeden, bir sonraki döneme bizi fırlatır. Bir şeylerin değişmekte olduğunu anladığımızda kendimizi bambaşka yerde, bambaşka biçimde buluveririz.
Merak etmeyin, acemi ve beceriksiz bir psikolog ağzıyla yazdığım bu cümleleri niçin size anlattığımı izah edeceğim. Efendim, ben halen orta yaşlı bir insanım. Çocukluktan ergenliğe, ergenlikten gençliğe nasıl geçtiğimi bilmiyorum. İçine girdiğim ara dönemlerden habersiz, bir dönemden başka bir döneme atlayarak bugüne geldim muhtemelen. Fakaaaaaattt!... Gençlikten, orta yaşlılığa geçerken “ara dönem” yaşamadığımdan eminim. Efendim ben, gençlikten orta yaşlılığa, saniyenin binde birinde vücudumu saran “olgunlaşma ışınıyla” geçiverdim. Yani, gençlikten orta yaşlılığa kısa bile olsa “ara dönem” yaşamadan geçiverdim. Her şey bir anda oldu. Bir anda gençlik gömleğini çıkardım ve orta yaşlılık gömleğini giyiverdim.
“Sen deli misin, tüm bunlardan banane, sen ara dönem yaşamışsın, yaşamamışsın beni ne alakadar eder, işin gücün yok mu be adam, ne diye beni rahatsız ediyorsun?” demeyin. Hemen şimdi, meselenin sizle alakalı olan kısmına geçeceğim. Çünkü, gençlik dönemimi noktaladığım ve orta yaşlılığa atladığım anın MÜSEBBİBİ SİZSİNİZ. Siz olmasaydınız, belki ben birkaç yıl daha, kendimi genç zannetmeye devam edecektim.
2002 yılının Mayıs ayıydı. Kaynım, eşi ve 2 yaşındaki ikiz çocuklarıyla birlikte Ankara’ya gelmişti. İkizlerden birinde “sara” hastalığı emareleri görülmüştü ve teşhis-tedavi için Hacettepe Hastanesine sevk yaptırmışlardı. Teşhis konabilmesi için EKG testinin yapılması gerekiyordu. Yanlış hatırlamıyorsam, kalp atışlarının düzenli olup olmadığını ölçen bir testti bu. Hastaneye ben de onlarla birlikte gitmiştim. Test için birkaç gün sonraya randevu vermişlerdi ve çocuğu gece uyutmamamızı sıkı sıkı tembih etmişlerdi. Çünkü, EKG testinin yapılması sırasında mutlaka çocuğun uyuması gerekiyordu.
Kaynım ve eşi, test yapılacağı günün gecesi çocuğu uyutmadılar, türlü oyunlar oynayarak sabaha kadar oyaladılar. Sabah olunca, otomobile atlayıp hastaneye gittik. Sabaha kadar uyumayan çocuk yolda daldı haliyle. Uyandırmaya kıyamadık. Uyanmadan test işi olup bitsin diye alelacele hastanenin ilgili odasına koşturduk. Aksilik bu ya, tam odaya girerken çocuk uyandı ve ağlamaya başladı. Sabaha kadar uyumamış olan kaynımın ve eşinin canı hayli sıkıldı. Hem uykusuz kalmışlar, hem de test yaptıramamışlardı. Çocuğu yeniden uyutmayı denedik ama nafile. Randevuyu bir gün sonraya erteledik mecburen.
O gece kaynım ve eşim, yine çocukla birlikte sabahladılar. Bu kez olup biter umuduyla sabahleyin hastaneye doğru yola çıktık. Yolda yine uyudu bizimki. Yine uyandırmadık. Kaynım, hastane önünde bizi indirdi, “siz gidin, ben arabayı park edip gelirim” dedi. Kaynımın eşiyle, çocuğu uyandırmamaya çalışarak 3. kata çıktık. Şükürler olsun, koridorda kimse yoktu ve gayet sessizdi. Hemen test odasına girdik. Çocuğu ölçüm cihazına yatırdık. Kaynımın eşi yanında kaldı. Ben dışarı çıktım.
Kapının önünde bekliyorum. Densizin biri gürültü yapar da, çocuğun uyanmasına sebep olur düşüncesiyle, sessizliği temin etmek adına kapıda dikilmekteyim. Asayiş görevlisi edasıyla sağa sola bakınmaktayken koridorun sonunda SİZ görünüverdiniz. Nicole Kidman’ı andıran bir zarifliğiniz, duru bir güzelliğiniz vardı. Koridorun soluk ışığında salınan beyaz bir kuğu gibi göründünüz gözüme. Zayıftınız, saçınız kısaydı ve sarıydı, üzerinizde size çok yakışan açık renkte bir ceket-etek vardı. (Döpiyes mi deniyordu buna?) Sonra, koridorda bana doğru yürümeye başladınız. Zaten benden başka kimse yoktu. Çok ince, narin bir sesle EKG testinin nerede yapıldığını sordunuz. Kendimi toparlayarak “burada” dedim “ama şimdi içeride çocuk var, uyanmaması lazım, biraz daha sessiz olalım”. Uyarımı gayet olgunca karşıladınız ve sesinizi iyice alçalttınız. Bir meleği dinler gibi sizi dinledim beş dakika boyunca. Küçük bir oğlunuz varmış. Saradan şüpheleniyormuşsunuz. EKG testi yaptırmanızı salık vermişler. Önbilgi almak için hastaneye gelmişsiniz. Bildiklerimi anlattım ayaküstü. Başka neler konuştuk, başka neler konuştunuz bilmiyorum. Çünkü ben sizi dinlerken aslında sizi dinlemiyordum. Gözüm sizin gözlerinize odaklanmıştı ama aklım başka yerlerdeydi. Sizinle konuştuğumuz o birkaç dakika içinde ben, başrolünde sizinle benim oynadığımız iki saatlik bir film çektim beynimde. Filmde neler neler olmuyordu ki? Türk filmlerinde gördüğümüz tüm romantik sahneler, çam ağaçları arasında dolaşmalar, dalgalar arasında çıplak ayakla yürümeler, ılık bir yaz akşamında balkonda otururken omuz omuza hayale dalmalar vs. Akla gelebilecek her çeşit romantik sahneyi, büyük bir hızla beynimin süzgecinden geçiriyor, bir yandan da size laf yetiştiriyordum.
Sonra film bitti. İşte O ANDA, filmin bittiği saniyenin binde biri denilebilecek o kısa anda, HERŞEY OLDU. BEN ARTIK ESKİ BEN DEĞİLDİM. Rüya görürken rüya gördüğünüzün bilincine vardığınız oldu mu hiç? İşte ben o gün orada uyanıkken bir rüya gördüğümün bilincime vardım ve birden ayaklarımın yere başka türlü bastığını hissetim. Çünkü, gördüğüm rüya asla gerçekleşemezdi, ne sizinle, ne de başkasıyla. Çünkü ben, evli ve çocuk sahibi bir insandım, sorumlulukları olan bir insandım, sorumluluklarımı bir yana itip, hayallere kapılabilecek vaziyette değildim. Belki, genç olsam, olmayacak şeyler değildi sizle benim aramda hayal ettiklerim… Genç olsam, olabilirdi bir şeyler… İŞTE O AN, OKKALI BİR TOKAT YEMİŞ GİBİ ARTIK GENÇ OLMADIĞIMI ANLADIM. Bana helal olmayan bir kadını hayallerde bile sevemeyeceğimi ANLADIM. Kabuk değiştirdiğimi, başkalaştığımı, olgunlaştığımı, artık başka biri olduğumu ANLADIM. Hayatın, benim avuçlarımda olmadığını; her aklıma geleni yapmak imkanının bulunmadığını; kaderimi değiştirebilecek güçten tamamen yoksun olduğumu ANLADIM. Şairin dediği gibi, “artık serbest düşünme zamanlarım geçmişti.” Hülasa, artık GENÇ olmadığımı, ORTA YAŞLI biri olduğumu ANLADIM.
Kısa sohbetimiz bitmiş, sıcak bir “iyi günler” sözcüğünün ardından koridordan merdivenlere doğru kuğu misali yürümüştünüz. Arkanızdan bakakalırken, sadece sizin değil, gençliğimin de bana “iyi günler dostum” dediğini bir kez daha tüm zerrelerimde hissetmiştim.
(Aradan üç yıl daha geçti. Ben, iyice kendimi orta yaşlılığa alıştırmışken, birdenbire bir ay süren “dejavu” yaşadım. Sonra o da geçti. Yine orta yaşlılığa döndüm. Bu bahsin sizle bir ilgisi yok. Ama bu mektupta yeri geçsin istedim.)
Hanımefendi,
Bu mektubu size neden yazdığımı anladınız işte. Rahatsızlık verdiysem özür dilerim. Sizin hayatınızda belki nokta kadar iz bırakmadım. Belki de, daha o gün merdivenden inerken beni unuttunuz. Gam değil! Ama ben sizi unutamadım işte. Unutabileceğimi de sanmıyorum. Beni, gençlik yıllarımdan koparıp, orta yaşlılığa savuran bir kadını nasıl unutabilirim?
Uzun bir mektup oldu. Noktalasam iyi olacak. Oğlunuz, şu an anaokuluna gidiyor olmalı. Dilerim, sağlığı, sıhhati yerindedir. Size ve ailenize, mutlu, güler yüzlü bir hayat diliyorum. Sevgiyle kalın.
İmza : Adıdeğmez
Nam-ı Diğer Salavin
8 Eylül 2006 - ANKARA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder