Sevgili Iraklılar,
Sevgili Iraklı çocuklar, gençler, analar,
Bu mektup size. Fakat sanmayın ki bir "ağıt" yazacağım. “Acınızı paylaşıyorum” diyerek, örtülü olarak kendi vicdanımı rahatlatma girişiminde de bulunmayacağım. Bu mektup, acılarınızı paylaştığımı belli etmek için yazılmadı. Bu mektup, blog kamuoyunun dikkatini Irak’a çekmek için de yazılmadı. Bu mektup, sizden “özür” dilemek için yazıldı. Özrü çoktan gerektiren bir itirafım olacak size.
Nicedir yazmak istedim aslında bu mektubu. Nedense hep bir engel çıktı önüme, yazamadım bir türlü. Engel derken, vakit yokluğu falan değil. Klavyenin başına geçmek için hamdolsun vaktim çok. Daha çok vicdani engeller bunlar. Acaba, iç dünyamda olup biteni olduğu gibi anlatırsam, kimilerinin vicdansız, insanlıktan yoksun biri olduğumu sanmaları endişesi beni yazmaktan alıkoydu. Fakat, artık bu endişelere de kulaklarımı tıkıyorum. Başkalarının vereceği hükme saygı duyuyorum ama bunu kendimle yeniden savaşacak kadar önemli bulmuyorum. Çünkü, kendi içimde, yaşadığım anın muhasebesini çokça yaptım ben. Bu andan itibaren başkalarının söyleyecekleri ya da düşünecekleri, vizyona girmiş bir film üzerine edilen kelam hükmündedir. Benim açımdan olay kapanmıştır. Başkaları istediği gibi meseleyi tahlil eder ve hükmünü verir.
Sevgili Iraklılar,
Size anlatacağım olay bir gecede oldu ve bitti. O gece sizin için kabus dolu günlerin başladığı bir geceydi. Benim içinse…
Tarih 20 Mart 2003. Saat 24. Evde herkes yataklara çekildi. Bir ben kaldım ayakta. Bilgisayarımın başındayım. Masamda kağıt yığınları… Makaleler, kitaplar, fotokopiler, müsveddeler vs. Hazırlamam gereken bir ödev var ve kendimi tüm zerremle işime vermiş durumdayım. Manyaklar gibi çalıştığım, işime sıkı sıkı bağlı olduğum günler.
Televizyon açık. NTV, CNN, TRT arasında zap yapıyorum bir yandan da. Ekranda, bildik gazeteci yüzleri: Mehmet Barlas, Cengiz Çandar vs. Bir de emekli hariciyeciler var… Konu: ABD, Irak’a saldıracak mı? O günlerde, ABD, Irak’ta kimyasal silah bulunduğu bahanesiyle Irak’a saldırmaya karar vermişti. En sonunda Irak’a 48 saat süre tanınmıştı. 48 saatin sonunda savaş başlayacaktı. Ve işte bu 48 saat o gece saat 3’te dolacaktı. Ekrana çıkan herkes, olası bir savaşın etkilerini değerlendiriyordu.
Aklım önümdeki kağıt yığınlarında, bir yandan işimle meşgul oluyordum; bir yandan da göz ucuyla ekrana bakıyor, konuşmalara dinlemeye gayret ediyordum.
Her insanın “alıcılarının” açık olduğu saatler vardır. Galiba benim alıcılar gece yarısı daha faal. Saat 12 oldu, ev sessizleşti ve ben kendimi iyice işime verdim. Hazırlamam gereken bir ödevim var. Halletmem gereken ana konu “çekte vade olur mu?” Bütün hukuk kitaplarında çekte vade olmayacağı yazılıdır. Bunun istisnası yok. Fakat hoca konuyu bana “vadeli çek” diye verdi ve benim bu konuyu yazabilmem için öncelikle “çekte vade olur mu?” sorusunu “çekte vade olur” diye cevaplamam ve buna mantıklı gerekçeler bulmam lazım. Tüm zerremle bu soruna odaklandım. Çok bunaldığım anlarda başımı masadan kaldırıp ekrana bakıyorum ve “acaba bu gece ABD Irak’a bomba atacak mı?” diye de düşünüyorum. Sanki bu soru “çekte vade olur mu, olmaz mı?” diye kara kara düşünen bana soluk aldırıyor, adeta yorgunluğumu alıyor!!!
Bir yandan okuyor, bir yandan düşünüyor, bir yandan da bulduğum parlak fikirleri hemen not alıyorum. Çekte neden vade olmaz? Çünkü çek “para gibi” bir ödeme aracı. Parada vade olur mu? Olmaz. Düşünsenize, markete gidiyorsunuz, iki ekmek, bir gazete alıyorsunuz ve karşılığında 1 YTL veriyorsunuz. Fakat, paranın üzerine 1 ay sonrasının tarihini yazıyor, market sahibine de “bu parayı ancak bir ay sonra kullanabilirsin, çünkü bu vadeli” diyorsunuz. Olur mu? Olmaz tabi. Çek de, para gibi bir ödeme aracı olduğuna göre, çekte vade olmaması akla ve hukuka yatkın. Çek, imzalandıktan hemen sonra bankaya götürülüp nakte çevrilebilir. Fakat, uygulamada, çekin üzerine sonraki bir tarih yazılıyor ve o tarihe kadar çek sahibinin bankadan çeki bozdurmasının önüne geçiliyor. Şimdi, çek üzerine yazılan bu tarihe “vade” denilebilir mi? Bir açıdan evet, bir açıdan hayır. Evet vadedir çünkü, ödeme belli bir tarihe ertelenmektedir, vadenin esprisi de budur zaten. “Hayır değildir çünkü, çek sahibi çek üzerinde yazılı tarihten önce, bankada borçlunun parası olmadığını bile bile, bankaya gider ve borçlunun “karşılıksız çek” suçu işlemiş sayılmasına sebep olabilir. Çek sahibinin, çek üzerinde yazılı tarihten önce, bankaya gitmesinde ve çeki bozdurmaya kalkması hukuken mümkündür. Hesapta para olup olmaması çeki yazanın sorunudur.
İşte bu düşüncelerle, “çekte vade var mı yok mu, varsa nasıl var, vadeli çek bilimsel bir kavram mıdır” falan diye düşünerek saati 2 ettim. Kafam iyice yoruldu. Epeyce bir notta çıkarmıştım. Ödevin iskeletini kurmuş gibiydim. Geriye, bu iskelete bir kas giydirme işi kalıyordu ki, işin o kısmı nisbeten daha kolaydı. Fakat kas giydirme işine o gece başlamamın imkanı da yoktu, çünkü beynimi epey yormuştum.
Bilgisayarı kapattım, masamdaki kağıt yığınlarını toparladım ve koltuğa iyice yaslandım. Kumandayı elime alıp, yine NTV, CNN ve TRT arasında gidip geldim. Vakit yaklaşıyordu. ABD’nin Irak’a tanıdığı süre dolmak üzereydi. Acaba ABD Irak’ı bu gece bombalayacak mıydı? Bir süre, gazetecilerin ve hariciyecilerin ukalalılarını dinleyerek, kafamı dinlendirdim ve yorgunluğumu iyice üzerimden attım. O ana kadar, ekranda konuşulanlar, benim için “beyin çeşnisi” fonksiyonuna sahipken, birden durumun vahametini kavramaya başladım. Yahu SAVAŞ başlayacaktı bu gece!... Birileri başka birilerinin üzerine bomba yağdıracaktı. Bu gece birileri ÖLECEKTİ yani. Bense, ekranda olup bitenleri ağrıyan başım dinlensin kabilinden seyrediyordum.
Saat 3’e yaklaşıyordu. ABD’nin Irak’a verdiği süre dolmak üzereydi. İşim bittiği halde ekranın karşısından kalkmadım. Ne olacağını merak ediyordum ve şu iş olsun bitsin de öyle yatarım diye düşünüyordum. O an içinde bulunduğum insanlık-dışı durum iyice anlaşılsın diye cümlemi tekrar yazayım: “İşim bittiği halde ekranın karşısından kalkmadım. Ne olacağını merak ediyordum ve şu iş olsun bitsin de öyle yatarım diye düşünüyordum.” Şu iş dediğim, Bağdat’a bombaların atılması, yani insanların ölmesiydi. Evet, aynen böyle düşündüm o an.
Saat 3 oldu. Mühlet doldu. Herkeste bir beklenti. Acaba ABD Irak’ı bombalayacak mı? Haber spikerleri, topu yorumculara atıyorlar. Onlar da, bir gözleri Bağdat semalarını gösteren ekranlarda, ilk bombanın atılmasını bekliyorlar.
Saat 3 çeyrek oldu. Hala bomba atılmış değil. Beklenti artıyor. Kendi kendime sormaktan çekindiğim bir soru var. Sen neyi bekliyorsun? Git yatsana. Bombaların atılmasını önleyecek bir gücün mü var? Yok. O halde? Ve yavaş yavaş acı gerçeğin farkına vardım. Ben, o gece, o koltukta, gözüm ekranda, bombaların atılmasını bekliyordum. Evet, bombaların atılmasını. O an, atılacak bombalarla insanların öleceklerini pekala biliyordum ama vicdanımı ele geçiren bir kuvvet, ekranda karanlığa gömülmüş Bağdat’ın kırmızı alevlere boyanmasını arzuluyordu.
Saat 3 otuz oldu. İçimdeki Mr. Hyde uyanmış ve ruhumu tamamen ele geçirmişti. Nerdeyse “atın artık şu bombayı da gidip uyuyalım, sabah işimiz gücümüz var” diye ekrana bağıracaktım. O denli insanlıktan çıkmıştım.
Saat 3 kırkbeş oldu. Beklenti, artık kabak tadı vermeye başlamıştı. Uyku iyice bastırmıştı ama halâ Bağdat semalarında kırmızı alevler görünmüyordu. Sinirlenmiştim. Sanki vaktinde başlamayan bir konserde gibiydim ve en kötüsü konser hala başlamamıştı.
Saat 4 oldu. “Nihayet” evet “nihayet” Bağdat’ı gösteren ekranlardaki siyah rengin hakimiyeti kırıldı. Binalara çarpan bombalar, kırmızı alevlerle ve gri dumanlarla ekranı kapladı. Bombaların isabet ettiği yani SAVAŞIN başladığı o ilk an, ne acıdır ki, içimde insani bir üzüntü, insani bir isyan, insani bir yürek burkulması yaşanmadı.
Oysa, bilen bilir, ben pek yufka yürekli bir insanımdır. Türk filmlerinde yürekten çıkan bir söz, beni dakikalarca ağlatabilir, ağlatmıştır da. Toyluk zamanlarında kıldığım namazlarda da, başım secdeye koyduğum anlarda gözyaşlarına boğulduğum çok olmuştur. Hayatımda şiddet hiç olmadı, şiddete yatkın biri de değilim. Şu yaşıma gelene dek, elime hiç silah almadım. (Askere de henüz gitmedim.) Silaha ilgi de duymadım. Çocukken arkadaşlarım atari salonlarında vurdulu-kırdılı oyunlar oynarlardı. Bir defa bile atari salonuna gidip o oyunlardan oynamadım. Aksiyon filmlerini de pek sevmem. Ben daha durgun, daha insani yanımızı ortaya koyan filmlere ilgi duyarım.
Peki o halde, o gece içine düştüğüm insanlık-dışı hal neyin nesiydi? Şüphesiz ki, o kişi de bendim ve o vaziyetim de benden, yani beni ben yapan her şeyden (kişiliğimden, geçmişimden, hayallerimden, okumalarımdan, öğrendiklerimen, eğitimimden) bir parçaydı. O gece içine düştüğüm hali anlamak için çok uğraştım, vicdanımla yüzleştim. Sonunda “en ufak bir kendimi aklama çabası olmaksızın” şu yargıya ulaştım:
İnsanoğlu, doğrunun ne olduğunu, yapılması gerekenin ne olduğunu genelde çok iyi biliyor. Fakat, bazı nedenlerden ötürü doğruyu, yapılması gerekeni yapmıyor, yapamıyor. O gece, bende, düşündüklerimin, hissettiklerimin yanlış olduğunu bildiğim halde, kendime engel olamadım. Benimki belki de, bir gecelik yabancılaşma idi. İnsanın ruhuna yabancılaşması. Kimisi bu yabancılaşmayı bir ömür boyu yaşar ve hayat imtihanında kaybedenlerden olur; kimisi anlık yabancılaşmalar yaşar ve ancak adam-akıllı tevbe ederek ruhundaki siyah lekeleri temizleyebilir. Sanırım benimki anlık yabancılaşmalardandı.
Sabah olunca sadece tevbe etmekle yetinmedim, evveliyatında kelime-i şehadet de getirdim. Çünkü, o geceye kadar dinden çıkmadıysam, o gece dinden çıkmıştım.
Şimdi aradan üç buçuk yıl geçti. Irak her geçen gün karışıklığa ve felakete sürükleniyor. Ölü sayısı elliden aşağı düşmüyor. Artık öylesine kanıksadık ki “Bağdat’ta bugün şu kadar kişi hayatını kaybetti” türünden haberleri işittiğimizde, “şaşırmıyoruz” bile.
Sevgili Iraklılar,
Acılarınız yürekten paylaşıyorum gibi samimiyetsiz sözler sarf etmek istemiyorum. İçim dışım işte bu benim, gördünüz. Tek dileğim özrümü kabul etmeniz. Bu kadar…
Nam-ı Diğer Salavin
8 Eylül 2006 - ANKARA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder