14 Ocak 2015 Çarşamba

Sahibini Arayan Mektup


“İyi insanların dine ihtiyaçları yoktur.”
John UTAKA

Epeydir yazmıyorum ya, bir mektuba nasıl başlanır unutmuşum. Merhaba mı demeliydim, yoksa selam mı vermeliydim? Neyse, geçelim bunları, girizgahla vakit kaybedemem. Çünkü bu mektubu yazmak için güçbela klavyenin başına oturdum ve içimdekini dökmeden koltuktan kalkmak istemiyorum.    

Geçen sene, hayır geçen sene değil, geçen seneden önceki sene, mevsim kıştan bahara dönerken, bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti. Osman gibi. Bütün hayatımı değiştiren sebep, sadece o kitabı okumuş olmam değildi. O kitaba gelene kadar binlerce kitabın sayfalarında onbinlerce acabalar biriktirmiştim. Acabaların hiç sonu gelmeyecek, böyle böyle geçip gideceğim bu dünyadan diye düşünürdüm. Binlerce kitabın ardından o tek kitap, hayata o güne dek verdiğim anlamı tersyüz etti, dünya gözümde başka bir kalıba oturdu. O günden sonra ben artık başka bir bendim. Oysa ben tek bir kitap okuyup hayatını değiştirenleri biraz naif, çocukça ve fevri bulurdum. Kaostan bana düşen tuhaf pay bu olsa gerek.

Ama sana bahsedeceğim asıl mesele bu değil sevgilim. Çünkü bu meseleyi yazmak, tüm deli cesaretime rağmen söylüyorum, benim için hiç kolay değil. Çok iyi bilirsin ya, yazarken pek çabuk şizofrene bağlarım, yazının evreni içinde kaybolurum, kelimelerle sarhoş olurum, hatta kendimi kaybeder sana bile buradan ilan-ı aşk ederim de, bu yaşımda gülünç olurum. Çoluk çocuk da okuyacak bu mektubu, elaleme rezil olmanın gereği yok.

Sana, hayatımdan daha anlaşılır, daha basit, daha sıradan havadislerden söz edeyim de, mektuba sinen ağır nihilist hava dağılsın. Her Cuma Rize’ye gidiyorum. Her Cumartesi Ordu’ya, hatta oradan da Ünye’ye. Ünye’ye her gidişimde mutlaka iskeleye çıkıyor, ta ucuna kadar yavaş adımlarla yürüyor, bilmediğim bir bilmecenin cevabı oradaymış gibi ufka salakça bakınıyorum. Bir koşturmaca içinde bile isteye tüketiyorum ömrümü sevgilim. Bıkmadan ağzımda gevelediğim şirketlerden, çeklerden, tacirlerden, yardımcılarından, davalardan, zamanaşımından, hacizden, velhasıl bile isteye kendimi kaybettiğim yalan dünyasından, hayatta kalma adına, hayatıma ışık düşürmeye uğraşıyorum. İnanır mısın, elbette inanırsın, ben hiç yalan söyler miyim, daracık mekanlarda birkaç düzine genç insana ipe sapa gelmez lafları ederken, gençlerin alınlarında içinden fil ordusu geçen bir gökkuşağı görebilmeyi beceriyorum da. Kaosa yeminle. Hayatın bizim dışımızda bir anlamı olmadığına iman ettiğim günden beri, hayatımın anlamını işte bu bitmek bilmeyen, ara sıra söylensem de bitmesini hiç de istemediğim koşturmacanın içinde bulmaya çabalıyorum. Otobüs yolculuklarında camdan dışarı bakarken dahil.

İşte o koşturmacanın ortasında eve her döndüğümde, gittikçe babama benzediğimi fark ediyorum. O da, çocuklarıyla, bilhassa erkek çocuklarıyla ve hassaten benimle iletişim kurmak için çok çabalardı ve fakat gel gör ki beceriksizin tekiydi bu konuda. Çocuklarım büyüyor sevgilim. Her geçen gün benden santim santim uzaklaşarak. Ağlayanlar fav.

Şu epigraf üzerine de bir çift kelam edeyim de, kırkambara dönen mektup tam olsun. Hiç de iyi bir düşünür olmayan John Utaka bu kez fena yanılıyor. Dünyada iyi insan yoktur ki, dine sadece onların ihtiyacı olmasın. Cümleye bak, çay tazele. İnsan, hayatta kalma savaşı veren basit ama gittikçe kompleksleşen bir canlıdır. İyi ve kötü, biz insanoğlunun hayatta kalmak adına yaptığımız tüm davranışlarımızın sebebidir ve ikisi de aynı kökten beslenir, içimizden, yani kendimizden. İyiler, içlerindeki kötülüğü gizleyen, perdeleyen en azından buna çabalayan insanlardır. Aslında salt iyilik, saf bencilliktir. Oysa kötüler, perdesizdir. Bu anlamda, aslında daha delikanlıca, mertçe bir eylemdir kötülük. Fakat, dikkat çekerim, ikisi de, aynı kökten beslenir ve aynı amaca dönüktür: Hayatta kalma amacına. Vatan, din, ideoloji gibi değerleri uğruna şehit olanların hayatta kalma arzusu; vatan, din, ideoloji gibi değerler yüzünden ölmeyi doğru bulmayanların hayatta kalma arzusundan daha az değil, aksine daha fazladır. Onlar sadece bu dünyadaki süreli hayatta kalmakla yetinmezler, sonsuza kadar var olmak isterler. İnsanoğlu açgözlüdür. Din ise, açgözlülüğümüze bulduğumuz bir kılıftır.

Bu mektubun bir yerinde Japonlardan da bahsetmeyi tasarlamıştım. Gel gör ki, sabah ezanı okunuyor, uyumalıyım. Beyaz salıncakların muhteşem çocuksu dansı başka bir mektuba kalsın.

Sahi, sormayı unuttum. Sen nasılsın?

Hüseyin Cem ÇÖL
14 Ocak 2015 – Pelitli