18 Mayıs 2015 Pazartesi

O An


"Ben yazarken ağladım da, 
sen okurken ağlama!"

Meşa Selimoviç, 40 yaşını “insan ömrünün en kötü çağı” olarak niteler, Derviş ve Ölüm romanında. “Çünkü”, der, “arzulayabilmek için henüz genç, arzuladıklarımızı gerçekleştirmek içinse yaşlanmış sayılırız.”

Selimoviç’in 40 yaş yargısını, tesadüf bu ya tam da 40 yaşındayken okumuştum. Ne genç, ne yaşlı olunan bu tuhaf yaşın tüm gelgitlerini, şimdiye dek hiç olmadığım kadar sükûnetle ve teslimiyetle ve hatta saadetle yaşıyordum. Telaş terki diyar etmişti bedenimi. Hayattan hiçbir beklentim kalmamıştı ya da kalmıştı da onlara ulaşamayacak olmanın tuhaf teslimiyeti, ataleti, huzuru ve rahatlığı içindeydim. Bir yandan da, hayatımda hiç olmadığı kadar çalışıyor, gayret ediyor, sürekli sorguladığım mesleğimi daha iyi yapabilmek için çırpınıyor, hayata dört kolla sarılıyordum. “Beklentisiz gayret” diye özetlemiştim içimde bulunduğum halet-i ruhiyeyi. Selimoviç haklıydı: Arzular bitmiyordu ama arzulara koşacak mecali yoktu kırkındakilerin. Selimoviç haksızdı: İnsan ömrünün en kötü çağı değildi bu. Hatta ne kötüsü, insanın en sakin, en durgun, en dingin çağıydı bu. Kemale erme yolunda en ciddi adımdı.

40 yaşımı sevmiştim. Zaten ben “araf” adamıyım. Ne genç, ne yaşlı olunan, iki arada kalınan, ne o yandan, ne bu yandan olunan, sui generis, hiçbirine benzemeyen, bu yaş, 40 yaşı, tam da bana göreydi. 40 yaş grilerin altın çağıydı. Taraf olmanın, bir doğruya bel bağlamanın yanlış olduğunu düşünenlerin; o yüzden her tarafın doğrusunu (doğru tek bir tarafın tekelinde değildir ve hiçbir taraf tek başına doğruyu temsil edemez) dinlemek gerektiğine inananların, dolayısıyla hiçbir tarafta olamayanların rengiydi gri. Ben baştanbaşa griydim. Aynı zamanda hem teist, hem deist, hem agnostik, hem ateist olunabilen, yani aslında hiçbiri olunamayan, tam da dünyaya özgü absürd bir bulamacın ortasındaydım. 40 yaş, grinin en yoğun tonuydu. 40 yaşımda, grinin dibinde kaybolmuştum.

12 Mayıs’ta 40 yaşına veda edip, 41’e adım attım. Bir an kendimi çok yaş’lanmış hissettim. Oysa ben arada kalmayı, ne genç, ne yaşlı olmayı özümsemiş, yani içselleştirmiştim. Hatta hep böyle devam edecek sanmıştım. 41’e adım atar atmaz, içimdeki gencin öldüğünü, geri dönülemez noktaya geldiğimi, kavşaksız yola girdiğimi artık tamamen yaşlandığımı hissedip hüzünlendim. Belki de, hüzünlenmemim nedeni, Eylül’den bu yana çok çalışıyor olmanın verdiği yorgunluk ve birkaç gündür kendini alttan alttan hissettiren gizli ateş de olabilir. Ateş ve yorgunluk bedenimde mesken tutmuşken girdim 41 yaşıma.

O gece, 13 Mayıs gecesi, saat üç gibi (deprem saatidir, malum) kabusun ortasında uyandım. Ateşliyken kabus görmek bana korku dolu ama tuhaf bir zevk verir. Beynim, bir daire içinde kısır döngü yapadursun, delirmenin eşiğine geldiğimi bildiğim halde, gördüğüm kabusların eşsizliğinden, renk ve olay cümbüşünden müthiş lezzet alırım. O gece gördüğüm kabusu netlikle hatırlamıyorum. Hatırladığım, yürüme bandında koşan fare gibi saçma bir olayın tekrarı içinde yorgun düştüğüm. Her kabusta olduğu gibi. Biteviye zulüm. Vücut ateşi, korkuyu besliyor. Korku, kabus doğuruyor. Kabus ateşi körüklüyor. Ateş korkuyu… Zavallı Cem, bu zincirin arasında aklına mukayyet olmaya çalışıyor.

Sabah olur olmaz fakülteye damladım. Dönemin son dersleri iyice gözümde büyüyor. Hiç ders yapasım yok. Yorgunluk ve gizli ateş, beni benden almış. Saat 10’daki İcra dersini 15 dakikada hallediyorum. Kötü bir final. Oysa Maliye bölümüyle gayet iyi bir dönem geçirmiştik. Döneme yakışır bir “final dersi” yapmamış, yapamamış olmanın iç sıkıntısıyla odama gidiyorum. Bugün bir “final dersim” daha var. Üstelik, benim için çok daha değerli bir sınıfın, mini mini birlerin final dersi. Fakat, hiç ders yapacak vaziyetim yok. Zaten bir yandan da ödevlerini getiren talebelere zoraki laf yetiştiriyorum. Ne yapmalı? Final dersini yapmasam ayıp olur mu? Neden ayıp olsun? Daha bu gençlerle ben üç yıl beraber olacağım. Yani “final” bile sayılmaz, olsa olsa “sezon finali”. Bir yandan ödevleri teslim alıyor, ödevini teslim eden öğrencilerle kısa sohbetler yapıyor, bir yandan da yarın blogda yayınlayacağım ödev cevaplarını hazırlıyorum. Yorgunluk tavan yapmış durumda. Ders yapamayacağım kesin gibi. İki saat çekemem mümkün değil. Karar verdim: Ders yapmayacağım. Hem iyi de bir bahane buldum. Dersin olduğu saatte bir konferans tertipleniyor fakültede. Gençleri oraya yönlendiriyorum. Aman diyorum katılın, çok önemli, hukuk mesleği hakkında lüzum ötesi, dehşetli malumat verilecek, sakın kaçırmayın. Ders de neymiş, konferans dersten daha mühim. Ders yapmayacak olmak, kısa bir an rahatlatıyor beni. Beynim bir yükten kurtuluyor. Teşekkürler Halil. Hızır gibi yetiştin.

Öğle oldu. Eve gitmeliyim. Biraz dinlensem iyi olacak. Acıktım da. Açlığa gelemiyorum son birkaç yıldır. Bu bir hastalık belirtisi midir? Eve gideyim, hem yemek yerim, hem de dinlenirim. Sonra yine okula dönerim. Ödevlerini getiren öğrenciler kapalı odanın önünde boşuna beklemesinler diye kapıya kağıt yapıştırıyorum: “Saat 14:00’de odamdayım. Saat 16:30’a kadar…” Oysa saat 14:00’de odamın birkaç kilometre uzağında, Sahil Yolu’nda bariyerlere çarpmış, baygın vaziyette ambulansı bekliyor olacaktım. Saat 16:30’a kadar da Farabi Acil Servisi’nde şoktan kurtulma çabası içinde kıvranacaktım, kimi zaman gözyaşı dökerek…

Eve gitmek için fakülteden çıktım ama eve gidemedim. Bir öğrencimi, saf ve temiz uşak Taylan’ı, kaldığı yurdun yakınında bıraktım. Eve giden yol, Uğur Market’in sağındaki yol, inşaat yüzünden kapalı. Aşağı inip ana yoldan eve gitmeyi de nedense gözüm kesmedi. Yolu kapalı görünce, geri döndüm. Aklıma Selahattin Bey geldi. Kırtasiyeci. Ne zamandır esnaf komşusunda bir balık yemeyi kafamdan geçiriyordum. Aslında balık sevmem, hamsi hariç. Bugün bir farklılık olsun istedim. Gideyim de balık yiyeyim.

Balığı (uskumruyu) tek başıma yedim. Enfesti. Hiç abartmıyorum, hayatımda yediğim en güzel balıktı. Elbette hamsiler hariç.

Arabayı çalıştırdım. Havaalanı kavşağından okula doğru döndüm. Forum önünden geçerken eşim telefonla aradı. Havada az yağmur. Küçük kızımın anaokulunda gösterisi vardı bugün: Kafkas Dansı. Evde bilmemneyi unutmuşlar. Hava yağmurlu olduğu için ve evle okul arası uzak olduğu için, benim gelip onu anaokulundan almamı ve eve götürmemi istedi. Tamam dedim geliyorum.

Okula giderken hep beklediğim kavşakta, kırmızı ışıkta bekliyorum. Hava yağmurlu ya, sileceklere ara sıra dans ettiriyorum. Dalmışım. Sileceklerin dansının etkisi olabilir mi dalmamda? Ne düşünüyorum meçhul. 103.7 her zaman olduğu gibi açık. Türkülerin deryasında geziniyorum yine. Dalgınlığımı yan taraftan cama vuranlar bölüyor. Orta yaşın üzerinde zayıf ve perişan bir kadın. Dileniyor. Son günlerde caddelerde sayıları artan Suriyelilerden biri. Her bencil insan gibi ben de rahatsızım bunları görmekten. Trabzon’da hiç Suriyeli görmesem, Suriye İç Savaşı umurumda olmayacak. Zaten ne yalan söylemeli pek de umurumda değil. (Gençler, siz beni örnek almayın.) Camı açmıyorum. Zaten yeşil de yandı. Dilencinin söylene söylene uzaklaştığını seziyorum. Beddua etme ihtimali zihnimi yokluyor. Umursamıyorum.

Yeşil yandıktan hemen sonra, sağdan okula çıkmıyor, geldiğim yola geri dönmek için tam karşıya sürüyorum arabayı. Yine kırmızıya yakalandım. Bekliyorum. Beklerken, hiç tanımadığım başka birinin de başka bir güzergahtan bana doğru… Neyse…

Yeşil bu kez daha çabuk yandı. Silecekleri bir kez daha, bu kez hızlı hızlı dans ettirdim. Kontrollü bir şekilde karşı yola girdim, Sahil Yolu’na çıkan Forum’un yanındaki yola… O kısa yolda nasıl gittiğim, hangi düşüncelerin girdabında kaybolduğum, yolda olduğumu neden unuttuğum tamamen meçhul. Belki de tansiyonum düştü.

Birden sol yanımda iki aracın göründüğünü, direksiyonu telaşla sağa kırdığımı hayal meyal hatırlıyorum.

Çarpışma anının hafızamda en ufak bir izi yok.

Bayılmışım.

Ne kadar baygın kaldım, bilmiyorum. Belki on, belki onbeş dakika. Belki daha az. Solumda gençten biri parmaklarını bana gösterip “bu kaç, bu kaç” diye soruyor. Safça cevap veriyorum sorularına. İlkinde dört parmağını göstermişti, ikincisinde ise bir. Bilgi yarışmasında her soruyu bilen ama hayatın cahili yeniyetmeler gibiyim. Sorular bitince etrafıma bakınıyorum. Ön cam kırılmış. Kırıkların arasından bariyeri fark ediyorum.

O an anladım kaza yaptığımı. Kısa bir flashback. Birden kendimi ana yolda bulmuştum. Hemen sağımda iki aracı ansızın fark etmiştim. Direksiyonu sağa kırmak için son bir hamle yapmıştım. 

Demek ki kurtaramamışım.

Demek ki kaza yapmışım.

Gayrı ihtiyari el frenini çekiyorum. Kontağı kapatıyorum. Vitesi park vaziyetine alıyorum. Sonra elime bacaklarıma bakıyorum. Bacaklarımı hareket ettiriyorum, ettirebiliyorum. Görünürde pek bir şey yok.

Ölmemişim.

O an, çok kısa bir an, kazaya rağmen, ölmediğimi anladığım o an, beynimin kıvrımlarını şimşek hızıyla korkunç bir düşünce yalayıp geçiyor: Hazır kaza da yapmışken keşke ölmüş olsaydım.

Bu isteğimin sebebi hayattan bezmek ya da hayattan sıkılmak falan değil. Aksine, türlü çilesine, derdine, sıkıntısına rağmen, yaşamayı çok seviyorum. Tamam “hayat dolu” biri olduğum söylenemez ama hayatı her zorluğuyla kabul ettiğim ve sevdiğim kesinlikle söylenebilir. İnsanoğlunun bu dünyadaki macerası zaman zaman beni büyülüyor ve ben de bu büyülü yolculuğunda insanlık ailesine bir katkım olmasa bile, onlardan biri olduğum için kendimi şanslı sayıyor ve yaşadığım her günü bu maceraya tanık olduğum için çok değerli buluyorum.

O halde…

Kendimi bildim bileli, bir büyük sorunun cevabını merak ettim. Bu soruya verdiğim cevap yıllar içinde değişti. Fakat, yıllar içinde değişen bu cevaplarımın hangisinin doğru olduğundan emin değilim. Hayatta olduğum sürece de, asla emin olamayacağım verdiğim cevabın doğruluğundan. Bize bu topraklarda bin küsur yıldır takdim edilenler korkunun doğurduğu masaldan mı ibaret, yoksa hakikatin ta kendisi mi? Biz hayal miyiz, gerçek mi? Bu hayat sürecek mi ölümle, yoksa bitecek mi? Hepsi aynı olan soruların asla gri olmayan, siyah ya da beyaz olan cevaplarını hayattayken anlamam imkansız ancak öldükten sonra anlayacağım. Daha doğrusu anlarsam kaybedeceğim, anlamazsam kazanacağım. Ölmemiş olmak, cevaba ulaşmayı tehir etti. Ayılıp da kendime geldiğimde, bir fırsat kaçtı dedim hâl lisanımla.

Sonra hemen eşimi aradım. Sakin bir sesle, bu tür anlarda sakinliğimi koruyabilmeyi nedense çok iyi başarırım, ufak bir kaza yaptığımı, gelemeyeceğimi söyledim. Eşim, gerçekten ufak bir kaza yaptığımı sandı, üzerinde durmadı, tamam ben eve giderim, gelmene gerek yok dedi. Başka bir şey demedi. Hatta bana hafifçe sitem etmiş gibiydi. Sanki yine kendi işimi kendim göreceğim, bana yine bir yardımın dokunmayacak der gibiydi.

Araçtan çıkmak istedim. Kapıyı açamadım. Anlaşılan sürücü kapısından darbe almışım. Ambulans görevlisinin yardımıyla sağdaki kapıdan çıktım. Araca baktım. Görünen tarafında bişey yok. Sağ far bariyere bindirmiş. Ön cam kırık. Arabanın solunu göremiyorum. Felaket o tarafta olmalı.

Ambulans görevlisi beni aceleyle ambulansa götürüyor. Yolun ortasında bir başka arabayı o an fark ediyorum. Ön tarafı ezilmiş.

Ambulans yatağına yattığımda, görevli TC’mi soruyor. Tane tane söylüyorum: 43 01 23 … O an aklıma ödevler geliyor. Öğrenciler, beni odamda bulamayınca boş yere kapıda benim gelmemi bekleyecekler. Tuhaf bir sorumluluk duygusu beni kıskaca alıyor, rahatsız ediyor. Ne yapmalı? Hem bir de akşam dersim vardı. Bu vaziyette ders yapmam mümkün değil. Okan’ı arayıp haber vermeli. Program yine aksayacak.

Acile geldik. Hep birileri göz hizama girip kısa sürede kayboldular. Biri boyunluk taktı boynuma. Biri koluma serum taktı. Biri iğne yaptı, kan aldı. Biri neren ağrıyor diye sordu. Sol dizkapağım ağrıyor dedim. Biri beni röntgene soktu. Biri beni sedyede yürüttü aceleyle. Kimdi onlar, bilemem. Birinden telefon istedim. Ercan’ı aradım. Konuşamadım, ağladım. Ercan hemen sonra geldi yanıma. Yine ağladım. Ödevler var dedim, teslim edilecek. Hocam boşver biz hallederiz dedi. Sonra Okan’ı aradım. Çıkmadı. Ercan’a Murat Hocayı arattırdım. Durumu anlat, derse gelemeyecekmiş de dedim. Ayhan Bey’in, Perihan Hanım’ın sesini duydum etrafımda. Sonra birinci sınıf öğrencilerinden birkaçının oda kapısındaki telaşlı sesleri çalındı kulağıma. Yine ağladım.

Aklıma fakülteden arkadaşım Vakfıkebirli Ahmet geldi. Aynı yurtta, aynı evde kalmıştık dört yıl boyunca. Çok samimi değildik belki ama arkadaşımdı işte. Fakülteden mezun olur olmaz Hakimlik-Savcılık sınavını kazanmıştı. Hemen de evlenmişti. Adana’nın bir ilçesine savcı olarak atanmıştı. Sonra Erzincan Savcılığına tayini yapılmış. Ben çok sonra öğrendim. Eşiyle ve kızıyla Adana’dan Erzincan’a giderken bir kamyonun altına girmiş. Duyduğumda ne çok şaşırmıştım. Ona ölmeyi hiç yakıştıramamıştım. Ahmet aklıma geldi ve ben yine ağladım.

Yatmaktan sıkılınca Ayhan Bey’in, Ercan’ın yardımıyla doğruldum. Pencere kenarına gidip kaza yaptığım yere baktım. İyice baktım. Her katil, cinayet mahalline geri dönermiş: Raskolnikov, bana ötelerden göz kırptı. Pencereden üç kişi bakıyorduk, sadece ben fark ettim Raskolnikov’un hayaletini.

Güya 16:30’a kadar odamda olacaktım. Oysa o saatleri Acilde, yaşadığım tatsız olayın sıcak etkisiyle hayatla ölüm arasındaki bağı anlamak için kafa yormakla geçirdim.

41. yaşımın ilk günü o kadar berbattı ki, 40. yaşımın güzelliği gözümde daha bir parladı.

Belki de sağ kalmakla, hayatı zirvede bırakma fırsatını ıskaladım.

Ve ben öldükten sonra ne olacağını hala çok merak ediyorum.

Hadi kötü bir espriyle bu yazıyı tamamlayayım:

En çok da kitaplarıma.

Hüseyin Cem ÇÖL 
18 Mayıs 2015 – Pelitli

Hiç yorum yok: