Sana anlatacaklarım var. Aylar önce “yazacağım,
bekle”, dedim, yazmadım; ne zaman yazacak diye bekliyorsundur da sen şimdi.
Evimizin kapısı ile caminin kapısı
birbirine bakardı. Sokak küçüktü, ben çok daha küçüktüm, o yüzden sokak bana
dünya kadar büyük gelirdi. Yaz mevsimi olmalı. Camiye Kuran öğrenmeye
gittiğimiz günlerden biri. Hocanın ya da müezzinin yokluğunda, artık kim akıl
ettiyse, cümbür cemaat minareye akın ettik. Önce en haylazlar, sonra uydum
kalabalığacılar, en son da çekingen ama gruptan ayrı kalmak istemeyen tayfa.
Minareye çıkmak, nefes tüketen korku veren bir tecrübeydi. DNA sarmalı misali döne
döne şerefeye ulaştık. Şerefeden mahalleye bakınan fazla oyalanmadan aşağı
iniyordu, çünkü, şaka değil, minare yıkılmakla yıkılmamak arasında gidip
geliyordu. Bir minarenin içinde irili ufaklı yirmi çocuk. Kimisi şerefede,
kimisi nefes nefese yukarıya çıkmakta, kimisi aşağı doğru yuvarlanmakta.
Bu anıdan çıkarılacak hisse, elbette
“minarelere asansör yapılmalı” değil.
Hüseyin Cem ÇÖL
H 309 – 23 Şubat 2016