28 Mart 2017 Salı

Üç “Tuhaf” Anı


Birincisi : İkibinli yılların başındayız. İnternet henüz emekleme devresinde. Yeni bir mail adresi almıştım ama ne işe yarayacağı hususunda en ufak bir bilgim yoktu. Parasızlıktan eve internet de bağlatabilmiş değilim. Fakültenin ortak bilgisayarından ne kadar girebilirsek artık. Neyse konumuz bu değil. Lafı uzatmadan bir paragrafta anımı anlatmam lazım. O vakitler Ankara’dayım. Zonguldak’taki üniversitede yardımcı doçent doktor unvanına sahip bir tanıdığım vardı. Bir akşam beni telefonla aradı. Ankara’da yayın yapan akademik dergilere makale göndermeyi düşündüğünü ve benden bu konuda araştırma yapmamı istedi. Ankara’da çıkan akademik dergiler hangileri, yayın yapmak için hangi kriterleri arıyorlar, makale hangi adrese gönderilecek vs. Benden istediği tüm bu bilgileri nasıl öğreneceğim? Tek tek tüm fakülteleri (Ankara SBF, Ankara HF, Gazi İİBF, Gazi HF, Bilkent, ODTÜ vs.) gezip, sorulan sorulara ilgiyle cevap veren, yardımcı olmak için cansiperane çalışan ve etrafına neşe saçan memurlardan/memurelerden doküman toplamak lazım. Zor bir iş. Üstelik “sonuç” alabileceğim de şüpheli. Sonra aklıma internet geldi. İnternette, tüm bu fakültelerin iyi kötü bir sitesi var. Fakülte dergileri hakkında da, tanıdığımın benden istediği tüm bilgiler sitelerde mevcut. Bir saatlik aramayla, edinilebilecek tüm bilgileri edindim ve bir klasöre kaydettim. Peki bunları nasıl göndereceğim? Mail adresim var ama karşı tarafın mail adresi bende yok. Ki, olsa bile, netten öğrendiklerimi netten göndermek bana “tuhaf” geldi. Peki ben ne yaptım? Klasördeki tüm verilerin çıktısını aldım ve çıktıları bir zarfa doldurup klasik yöntemle yani mektupla Zonguldak’a gönderdim.  

İkincisi : İkibinli yılların ortasındayız. Yine Ankara’dayım. Maaş yetmiyor. Masraf çok ama gelir sınırlı. Hiç sevmediğim halde, cebe üç-beş kuruş girsin diye “sınav gözetmenliği” yapmak zorunda kalıyorum. Ne sınavıydı unuttum. Belki KPSS, belki Açıköğretim. Sabah erkenden görevli olduğum okula gittim. Sınav üç saat. Yapılacak işler belli. Sınav kitapçıklarını dağıt, sınav evrakını doldur, sonra sınavın bitmesini bekle. Salon başkanlığı yapmanın -mevzuatta yeri olmayan- bir ayrıcalığı var: Yanımda “kitap” götürebiliyorum. Yapılacak işler bitti. Kitabımı açtım, başladım okumaya. Osman Aysu’nun bir romanı: “Tavşan Uykusu”. Osman Aysu, kendini okutan bir yazar ama romanları “kaçak edebiyat” türünden. Hayata dair esaslı sorular soran ve bunlara cevap arayan bir yazar değil Osman Aysu. Neyse konumuz bu değil. O gün, orada romanı bitirdim ama sınavın bitmesine daha bir saat vardı. Sınıftan çıktım. Koridorda biraz gezineyim de zaman geçsin istedim. Zaten içerde bir gözetmen var, bensiz sınıfı pekala idare eder. Koridorda, yavaş adamlarla bir aşağı bir yukarı volta atıyorum. 20 metre uzunluğundaki koridorda aşağı yukarı 20 tur attıktan sonra, yürümekten yoruldum ve sınıfıma geçeyim istedim. Sınıfa girdim. Baktım ki, öğretmen masasının etrafında yan sınıfın salon başkanı ayakta duruyor ve sınav evrakını inceliyor. Hemen yanında bittim. İçimden “benim sınıfımda ne işin var be adam, hadi sınıfa girdin diyelim, ne diye sınav evrakını karıştırıyorsun” diye kızıyorum ama birşey diyemiyorum çünkü karşımda duran benden 10 yaş büyük bir öğretmen sonuçta. Hem yaşına, hem mesleğine saygım var. Adamın ensesindeyim. Bana karıştırdığı sınav evrakını gösterdi. Bir öğrenci, sorularda birden çok seçeneği işaretlemiş, gülerek “ne tuhaf öğrenciler var” dedi. Tamam, ortada bir tuhaflık var ama sanane, banane be adam! Öğrenci bu, isterse cevap kağıdına örüntü yapar, sen ne karışıyorsun başkasının işine, illa karışacaksan git kendi sınıfına, orada karış! Sabrımın son sınırındayım. Adama ağzıma geleni söyleyecek ve sınıftan kovacaktım, ki tam bu esnada, sınıfın arka sıralarında oturmakta olan gözetmen ayağa kalktı ve bize doğru yürüdü. Aaaa! Bu benimle birlikte görev yapan gözetmen değil. Etrafa dikkatle baktım. Lan bu benim sınıfım da değil. “Pardon” bile demeden hemen çıktım oradan. Kendi sınıfıma girdim ve sınav bitene kadar masamdan kalkmadım. Başımı çevirip koridora bile bakmadım.    

Üçüncüsü : Doksanlı yılların sonu. Ünye’deyim. Uzaktan bir akrabam ortağıyla birlikte trafik kazasında vefat etti. İlkokul öğrencisi olan küçük kardeşimle beraber Ünye merkezindeki büyük camide cenaze namazını kıldık. Ölenlerden biri akrabam ama uzaktan. Tanıdığım kişi bir elin parmakları kadar. Diğer öleni ve yakınlarını ise hiç tanımıyorum. Neyse işte, namazı eda ettik, sırada defin merasimi var. Mezarlık Ünye’nin bir tepesinde diye biliyorum. Namazdan sonra ortalık bir anda karıştı. Alelacele mevtalar cenaze aracına yüklendi. Mezarlığa gitmek isteyenler kendi araçlarına hücum etti. Bende araç yok. Öyle kalakaldım. Yürüme mezarlığa gidilir, nerden baksan yirmi dakikada oradasın ama hava sıcak ve nemli, yürümeyi göze alamadım. Gözüme bir pikabı kestirdim. Defin merasimi için yola çıkmakta iken, pikabın arkasına kardeşimle beraber yerleştik. Pikap hareket etti. Biz cenaze konvoyunun ortasındayız. Konvoy, camiden çıkıp Niksar Caddesine saptı ve cadde boyunca devam etti. Niksar Caddesi bitti, Ünye bitti ama konvoy yoluna devam etti. Gidiyoruz. Nereye bilmem? Tanımadığım bir adamın pikabındayım. Etrafa bakıyorum. Diğer araçlara. Kimseyi tanımıyorum. Bir anda içine düştüğüm “tuhaf” durumun farkına vardım: Yanlış konvoya katılmışım. Benim akrabamın cenazesi Ünye merkezdeki mezarlıkta defnedilecekti. Oysa ben, ölen diğer kişinin cenaze konvoyuna katılmışım ve nereye gittiğim hususunda en ufak bir bilgim yok. Kardeşimin kulağına “Ömer, yanlış cenazedeyiz, çaktırma” dedim. Olan olmuştu. Yapacak bir şey yok. Hiç tanımadığım birini defnetmek için, Ünye’nin dağ köylerinden birine, hiç bilmediğim bir yere gidiyordum. Etrafa bu kez başka nazarla bakındım. Allahım bu nasıl bir güzellikti! Yemyeşil ormanlar. Adeta görsel şölen! İnsanın burnunu sızlatan çimen, ot ve ağaç kokusu. Caddeden sağa saptık. Yol iyice yol olmaktan çıkmaya başladı. Pikabın içinde sağa sola savruluyoruz. Fakat ben, içinde bulunduğumuz tuhaf durumu çoktan kanıksamışım, hatta “cenaze konvoyunda olduğumuz halde” durumun tadını çıkardığım bile söylenebilir. Irmaklardan, köprülerden geçtik. Manzara beni benden aldı, sarhoş etti. Sanki cenaze konvoyunda değil de, turistik gezideyim. Üstelik bedava. Açık havada pikapla gezinti. Yarım saatten çok sürdü bu müthiş güzel yolculuk. Hayatımda unutamayacağım müthiş bir tat aldım. Nihayet cenaze evine vardık. Kadınlar ağlaşmaya başladı. Uzaktan sessizce olup biteni izledim. Mevtayı evin bahçesine gömdüler. Güzel bir bahçeydi. Hemen altında bir dere akıyordu. Pırıl pırıl bir dere. Dualar edildi. Allah mekanını cennet etsin rahmetlinin. Akşam üzeri, kardeşimle beraber geri dönen araçlardan birine atladık ve Ünye’ye sağ-salim ulaştık. Kardeşime bu yaşadıklarımızdan, yanlış cenazeye gittiğimizden kimseye söz etmemesini tembih ettim, hatta yemin verdirdim. O sözünü tutmuştur. Benim dilim gevşek.  

Yarın yağmur az yağsa bari.

Hüseyin Cem ÇÖL
Pelitli – 28 Mart 2017