21 Ekim 2013 Pazartesi

20 Ekim 2013 Pazar

Turgenyev'e Selam Olsun!


İvan Sergeyeviç Turgenyev
(1818-1883)
Baba, 40 yaşlarında, yorgun, hayat telaşesinin göbeğinde.
Oğul, ilkokul talebesi, sakin, hayat telaşesinin epey uzağında.

Baba, oturma odasındaki kanepeye çökmüş, bir ayağını ötekinin altına almış, düşünceli.
Oğul, babasının dizi dibinde, halının üzerinde, elinde bir metrelik boruyla oyun oynamakta, neşeli.

Baba, düşünüyor, oğlum ilkokulu bitirse, sonra ortaokulu, liseye başlasa, iyi bir dersaneye versek, iyi bir üniversitede çabuk meslek sahibi olacağı bir bölümü kazansa, üniversiteyi bitirir bitirmez askere gitse, dönüşte işe girse, sonra da mürüvvetini görsek, evlendirsek...
Oğul, elindeki boruyu babasına çeviriyor, bir gözünü borunun deliğine dayıyor, "babacığım" diyor, "biliyor musun, borunun bir ucundan bakınca seni görebiliyorum!"

Hüseyin Cem ÇÖL
20 Ekim 2013 - Pelitli

17 Ekim 2013 Perşembe

Kuyuya Bir Taş da Benden


Sabri F. Ülgener  (1911-1983)
Kitaplığımda, Orhan Çakmak’ın hazırladığı Sabri F. Ülgener’i anlatan bir biyografi kitabı bulunmakta. Fırsat buldukça elime alıyor, Ülgener Hocanın düşüncelerini anlamaya ve bir zihniyeti çözmeye çabalıyorum. Çok başarılı olduğum söylenemez. Çünkü iktisat bilmem, ayrıca tarih bilgim de kişilerle ve vakalarla sınırlıdır. Bir iktisat tarihi okuyarak bu alandaki açığımı kapatmayı çok istiyorum. Ders verdiğim iktisat öğrencilerinin elinde İktisadi Düşünceler Tarihi kitabını gördükçe içim gidiyor fakat önceliğimi kendi alanımdaki eksiklerimi gidermeye verdiğim için, henüz bu tasavvurumu gerçeğe dönüştürmüş değilim. Ama inanıyorum, bir gün, İktisadi Düşünceler Tarihi kitabını tadını çıkara çıkara okuyacağım. Elbet bir gün…

Anladığım kadarıyla Ülgener, Weber’i iyi analiz etmiş. Weber’den yola çıkarak, temel sorunu anlamaya ve çözmeye vakfetmiş ömrünü. Temel sorun şu: Çalışmayı en üstün ibadet sayan Lutherci Hıristiyan ahlakının Batı dünyasının iktisadi gelişiminde oynadığı rolü, neden İslam dünyasında İslam ve özellikle tasavvufi İslam üstlenemedi? Özetle, onlar ileri giderken biz neden geride kaldık?

Bu soru ve elbette bu sorunun cevabı benim için ayrıca önemli. Çünkü, makro planda son üç asırdır İslam dünyasının yaşadığı ve halen yaşamakta olduğu acıklı vaziyet, mikro planda benim kırk yıllık küçük ömrüme hayal kırıklıkları, beceriksizlikler ve iç çatışmaları şeklinde yansıdı. Benimle beraber her müslüman da bu acıdan kendi çapında payını aldı. Batı karşısında hepimiz az çok özgüven zedelenmesine maruz kaldık. Hepimiz, tüm Müslümanlar, aynı derdin sarmalında yuvarlandık, yuvarlanmaktayız.

Sorun varsa, ki var, bir yerde hata yapmış olmalıyız ya da hayatı yanlış kavramış olmalıyız. Hatamız nedir, nerededir ve nasıl düzeltilebilir? Bu akışı tersine çevirmek mümkün mü?

Elbette mümkün. Ancak biraz zaman lazım. Üç-beş asır kadar.

Şimdiye dek, bu konulara akıl yoran her kişi, kendi çapında sorunu kavramak ve çözüm yolları sunmak için çabalamış, literatür tüm bu gayretlerin neticesinde ulaşılan mahsüllerle dolmuş taşmış. Kuyuya bir taş da benim gibi bir cahil atsa kıyamet kopmaz ya! Affınıza sığınarak, buyurun, hem sorunun kaynağını, nerde hata yaptığımızı, hem de çözümü gösteren benim naçizane düşüncem şu:

“Ahiret odaklı dünya anlayışı değil, dünya odaklı ahiret anlayışı…”

Hüseyin Cem ÇÖL
17 Ekim 2013 - H 309

15 Ekim 2013 Salı

Kurban ve Bayram


İmamın, bayram namazı hutbesinde “çokça kurban kesilen yerlere bela, musibet uğramaz” sözünü sarkastik bir tebessümle geçiştirdim.

Bu kadar çabuk haklı çıkmak istemezdim.

09.17 itibariyle ajanslara düşen haber: “Afganistan’da bir camide bayram namazı sırasında patlama meydana geldi. Irak'ın Kerkük kentinde de bayram namazı çıkışında patlama oldu. Her iki olayda ilk belirlemelere göre, 6 kişi hayatını kaybetti.”

Allah kabul etsin!

Hüseyin Cem ÇÖL
15 Ekim 2013 - Pelitli 

13 Ekim 2013 Pazar

İyi Bayramlar...



İnsan yaşadığı yeri mutlaka sevmeli. Sevmiyorsa sevdiği, seveceği başka bir yerde yaşamalı. Sevdiği, seveceği başka bir yerde yaşama imkanı yoksa yaşadığı yeri sevmek için sebepler aramalı. Sevmediğin yerde hayat sana yük gelir çünkü. Bir an önce bitsin istersin.

Ancak bilmeli ki, mutluluk yerle de kaim değil. Aslında insanın yaşadığı yerin fazla önemi yok. İnsan, kendi içinde barışıksa, sevdiği işi yapıyorsa ve etrafında sevdikleri/onu sevenler varsa her yerde yaşar ve yaşadığı her yeri de sever. Kendi içinde barışık değilse, sevdiği işi yapmıyorsa ve etrafında sevdikleri/onu sevenler yoksa cennete bile koysan insan orada da mutlu olamaz. Nereye gitse kendi içindeki bitmeyen savaşı, hüznü, mutsuzluğu da götürür. Gittiği yeri de bozar, piç eder. Sözü Kavafis’e bırakayım, o benim anlatmak istediğimi çok daha güzel yedirmiş mısralara. Aşk ile buyurun okuyalım:

“Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin.
Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa.
Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam;
ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya.
Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım?
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam burada
gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın yalnızca
yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın.”
Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın
aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın
ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.
Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın,
ne bir gemi var, ne de bir yol sana.
Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte,
yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.

*

Trabzon’u seviyorum. Trabzon’u sevmek için de, sevmemek için de pek çok sebep ileri sürülebilir. Bir an için Trabzon’da sevilecek hiçbir sebep bulamasaydım bile, Trabzon’u yine severdim. Çünkü burada yaşıyorum, işim burada ve sevdiğim işi yapıyorum, sevdiklerim de yanımda. Daha ne olsun!

Bu kadarı benim gibi gönlü zengin biri için kâfi ama şükür ki dahası da var! Deniz niyetine yılın her günü boz bulanık çamur renginde akan Kızılırmak’la, ağaç niyetine ne gölgesinden, ne kokusundan, ne görünüşünden istifade edilen sıra sıra uzanan nazlı kavaklarla büyüyen benim gibi bozkır çocuğu için Trabzon, deniz demektir, yeşillik demektir ve elbette yağmur demektir. Trabzon’da hava ılıkken, deniz üzerine mavi şal örtmüş bir genç kız gibi karşımda yayılır; gönlüme ferahlık verir, yüzüme yapmacıksız bir tebessüm yerleşir, bir baksam bir daha bakasım gelir. Hava yağmurluyken, hırçın ve asabi bir kadındır; korkarım ondan, korkarken bile hayatın bir cilvesi, yaratanın bir takdiri de budur deyip, kendimi o asabiyete gönül huzuruyla teslim ederim. Denizin bu değişkenliği, bu bir yerde durmaması halleri, bana, hayatın aslında “dişi” olduğunu duyumsatır. “Ha demek ki tüm bu karmaşa o yüzdenmiş” deyip, kendimi teselli edecek bir sebep bulduğum için durduk yere mutlu olurum.

Trabzon’u sevmek için yeteri kadar sebebim var. Ama bir sebebim daha var ki, hepsi bir yana, işte bu bir yana. Üç yıldır nerdeyse her oyununu çokluk kızım ve oğlumla birlikte seyrettiğim Trabzon Devlet Tiyatrosu, benim Trabzon’u ne pahasına olursa olsun her daim seveceğimin asıl sebebi. Bir taşra şehrinde, bu kadar başarılı oyunların oynandığını, bu kadar başarılı oyunculara sahip olunacağını pek ummazdım. Şimdiye dek seyrettiğim her oyundan büyük bir zevk aldım, her oyun çıkışında kendimi zenginleşmiş ve yenilenmiş hissettim. Keşke imkanım olsa da, bir daha seyretme imkanım olsa duygusuyla çıktım salondan.

Dün seyrettiğim oyun hariç.

İlk kez dün, kendi adıma bir hayal kırıklığı yaşadım. Şu oyun bir an önce bitsin istedim. Sinemada uyuduğum çok olmuştur da, dün, Allah korusun, ilk kez tiyatroda uyuyup kalacaktım. Kendime zor hakim oldum uyumamak için. Oyunculuklara bir şey diyemem, desem haddimi aşmış olurum ama Allahım neydi öyle, iki saat boyunca bir düzine adamın anlamsız, bir yere varmayan bağırışı, çağırışı? Konuşulanlar nereye varacak, ne olup bitecek, ne olup bitiyor, tüm bu hengame niye? Bulmaca çözen ikili, içlerinde en iyileriydi, hiç değilse fazla gürültü yapmadılar… Bir tek onlara odaklanırken dinlendiğimi hissettim.

Başka bir açıdan bakınca, aslında oyunun çok başarılı olduğunu ve vermek istediği mesajı çok güzel verdiği de söylenebilir. Benim oyunu beğenmemem, oyunun başarısız olduğunu göstermez; hatta biraz çelişik gibi gelecek ama bu oyun başarılı olduğu için ben bu oyunu beğenmedim bile diyebilirim.

Şöyle izah edeyim:

Oyunun adı “Sokağa Çıkma Yasağı”… Sokağa çıkma yasağı olduğu için, bir otel odasında bir süreliğine kapalı kalan bir düzine müşterinin ve otel görevlilerinin halet-i ruhiyeleri resmediliyor özetle. Dışarı çıkmanın yasak, içerde kalmanın zorunlu olduğu bir durumda, insan denilen varlık hangi ruh haline giriyor, içinde bulunduğu sıkışıklıktan kurtulmak için nasıl çabalıyor ve bu çabaları nasıl sonuçsuz kalıyor; işte oyunun özü bu… Baskı altındaki insanın yaşadığı bunalımlar, sıkıntılar, gerçekten kaçıp rüyaya/hayale sığınma çabaları ve bu çabaların da işe yaramazlığı, anlamsızlığı. Uyku ile uyanıklık arasında izlemişim ama bakın pek güzel de çözmüşüm ne seyrettiğimi. Tam bir uyanıklıkla seyretseymişim demek ki, daha neler sezecek, daha neler süzecektim.

Ezcümle: Oyun başarılı ama ben beğenmedim.

Oyun başarılı, çünkü, baskı altındaki insanın sıkışmışlığını, gerçek denilen katılıktan kurtulmak için sığındığı hayal dünyasını ve gerçek, gerçek olarak kaldığı sürece hayal dünyasına kaçış çabalarının beyhudeliğini ve anlamsızlığını yerinde bir karmaşayla hissettiriyor seyredene…

Oyunu beğenmedim, çünkü, kendimi oyun sırasında baskı altında hissettim, oyunu oyunun başında çözünce, seyrettiğim tüm bu hengame bana azap verici hale girdi, tüm o bağırışlar ve anlamsız koşturmacalar beynimi yordu, salondan çıkmak istedim, çıkamadım, sokağa çıkma yasağı yoktu ama aklı başında bir seyirci oyunun ortasında salondan çıkma nezaketsizliğini oyuna emek veren onlarca kişiye yapamazdı; uyumak istedim, uyuyamadım; üzerimdeki baskıyı hafifletmek için hayal kurabilirdim ya da en iyisi uyuyup rüya görmekti… Fakat rüya görmek için uyumak gerekiyordu ve uyumak için olabilecek en namüsait (D-17) yerdeydim… Yerimi tahmin edenlere kolaylık: Dünya haritasını gözünüzün önüne getirin. Kıbrıs’ı bulun. Buldunuz mu? Tamam, yazıya devam edebiliriz.    

Bir ilk hayal kırıklığını yaşamış olmam, elbette Trabzon Devlet Tiyatrosuna sevgimi ve ilgimi azaltmayacak. Bu yıl başında “tüm oyunları ailecek izleyeceğim ve üzerine blogda biraz gevezelik edeceğim” diye kendime söz vermiştim. Gel gör ki, seyrettiğim ilk oyun üzerine, tatlı-sert bir yazı çıktı oraya. “Önümüzdeki oyunlara bakalım” demekten başka çare yok.

*

Maalesef, bayram kutlamak gibi bir adetim yoktur. Bu iyi bir şey değil, böyle bir adetim olmadığı için kendimi tebrik edecek değilim. Fakat elimde değil, telefonda o rutin sözcükleri (-Bayramın mübarek olsun!) biteviye tekrarlamak ve akabinde apansız geliveren beylik sorulara/cevaplara (-Eee, daha ne var ne yok?, -Hamdolsun, iyiyim, ya sen?) muhatap olmak beni bayram kutlama aktivitesinden alıkoyuyor. Yine de, bayram kutlamak şu zor ve tuhaf hayatı daha bir yaşanılır kılan rutin (tekrarlanması elzem) bir faaliyettir ve bu dünyadan hala bir şeyler umabilmemiz için mutlaka birileri birilerinin bayramlarını kutlamaya devam etmelidir.

Peki, tamam, bu bayram kutlama sırası bende olsun. Ötekilere karışmam bilesiniz.

Kural olarak değil mutlak olarak; hepinizin, hepimizin, herkesin bayramı kutlu olsun efendim. Bu bayram vesilesiyle sevdiklerimizin/bizi sevenlerin değerini daha çok bilelim.

İyi bayramlar…

Hüseyin Cem ÇÖL
13 Ekim 2013 – H 309

11 Ekim 2013 Cuma

Beklentisiz Gayret


Bir telaş içinde geçiverdi gençlik.
Yorgun bir beden, çözülmeyi, aktarılmayı ve anlaşılmayı bekleyen şişkin bir zihin bıraktı geride.
Ne zaman ki gençlik bitti, içimdeki savaş da duruldu.
"Beklentisiz gayret" diye özetleyeceğim bir ruh olgunluğuna eriştim.
Dünyanın yalan olduğunu unutmaksızın hayatı güzel kılmak gerektiğini idrak edince, her işimi daha kolay halleder oldum.
Dünya "ben yalanım" dedikçe, hayat "bir kız gibi soyunuverdi önümde".  

Kırkından sonrası da böyleyse, bu hayat tadından yenmez.

Hüseyin Cem ÇÖL
11 Ekim 2013 - H 309

"Ne Güzel Bir Hiçlikti Aşk" : Bu Can Bu Tende Kaldıkça Savaş Kaçınılmazdır


NE GÜZEL BİR HİÇLİKTİ AŞK
Neslihan Acu

Roman, Epsilon Yayınevi, 1. Baskı, Mart 2006, İstanbul, 310 s. 

Hüseyin Cem ÇÖL
11 Ekim 2013 - H 309