8 Aralık 2013 Pazar

“Django Unchained” : Asıl Zincir İçimizde


Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
                        bu dâvet bizim....

NAZIM HİKMET 

Mevkisi, makamı, unvanı, parası artan her “insan”, evvela içinde büyüttüğü çakala kul oluyor; saniyen başka insanları kendisine kalın zincirlerle bağlamaya kalkıyor. Zahiri köleliğin bir ucu içerde ve köleye sahip olan kendisi bilmese de asıl köle.   

İnsanın insana kulluğu hiç yok olmayacak. Bu davet hep icabetsiz kalacak. Çünkü, her insanın içinde kimi iri, kimi ufak bir çakal var ve bu çakala hakim olmadıkça, bu çakala kul olmaktan çıkmadıkça, kula kulluk devam edecek.

Benim insanoğlunun macerasından anladığım budur.      


Ha bu arada, yazmanın tam yeridir, Mandela’ya Allah rahmet eylesin.

Hüseyin Cem ÇÖL
8 Aralık 2013 – H 309

7 Aralık 2013 Cumartesi

Karar


"Roma Hukuku dersinden aklımda kalan tek bilgi herşeyi sallamam ama çayı demlemem gerektiği" dedi bir Hukuk Fakültesi 2. sınıf öğrencisi.

Tebessümle geçiştirilecek bir laf değil bu. Bir nesli beş seçeneğin arasına sıkıştırmışız, öğrenci beş duvara kafasını vura vura doğru seçeneği buluyor bulmasına da yaşadığı travma yüzünden beyin hücrelerinde düzelmesi imkansız tahribatlar meydana geliyor.

Test yöntemiyle sınav yapmayı -en azından kendi çapımda- tedricen kaldırmak en doğrusu. Bu iş de, her işte olduğu gibi devrimle olmaz, evrimle olur.

Yapılması gereken yazmayı, hele de uzun uzun yazmayı teşvik etmek. Öğrencinin, olayı nasıl algıladığını ve hangi dayanakları kullanarak sorunu nasıl çözdüğünü, anlaşılır bir dille ifade etmesi lazım. Bir cümleyi başını gözünü yarmadan kurabilmek bile az beceri değildir. Üniversite öğrencisinin bu beceriyi edinmesi ve geliştirmesi şart.

Köleleri zincirlerinden kurtarmak gerek lakin biliyorum ki bu işe taş koymak isteyecek olanların başında da ne yazık ki köleler gelecek.

Hüseyin Cem ÇÖL
7 Aralık 2013 - Pelitli

2 Aralık 2013 Pazartesi

Yedinci Uyarı : Kendinize İyi Bakın


Hastaneleri sevmem. Ne kadar temiz olursa olsun, bütün hastaneler aynı kokar ve ben o kokudan nefret ederim. Günde üç öğün tüm odalar, tüm koridorlar özenle temizlense bile, hastanelere özgü o kokuyu silip atmak mümkün değildir. Hastaneler hasta kokar, şifa hastane dışındadır.  

Hastaneleri sevmem, bu yüzden çok gerekmedikçe hastanelere ayak atmam. Hastalanırsam, “çok yoruldum ondandır, az dinleneyim, çorba içip, meyve yersem, nasılsa geçer” diye salak bir iyimserlik havuzuna dalış yaparım, eşimin tüm ısrarlarına kulak tıkar inatla hastaneye gitmeyi ertelerim. Mesele sadece koku da değil. Hastalanınca müthiş alıngan olurum, hastanedeki görevlilerin “olağan” soğuk ve duyarsız davranışları, beni hasta olmamdan daha çok rahatsız eder, o muameleye maruz kalmamak için, sakın ola inanmayınız, ölmeyi tercih ederim.

Üç sene önce, kardeşim trafik kazası yapmıştı ve Kayseri’de bir hastanede bir hafta kadar yoğum bakımda yatıyorken, yanında refakatçi olarak kalmıştım. Hastanenin, insanın en duyarlı ve en duyarsız halinin toplandığı tuhaf bir mekan olduğunu gözlemlemiştim. Hastalar, duyarlıklarının doruğundaydılar; çünkü hayatla ölüm arasında ölüme yakın bir noktadaydılar. Üstelik başkalarına muhtaçtılar ve o başkaları asla onların acısını idrak edemezdi. Hastayı ancak hasta anlar zira. Görevliler ise, yani doktorlar, hemşireler ve hastabakıcıları, “insan” denilen varlığın tüm acı hallerine tanık olduklarından duyarlıklarını tamamen aldırmışlar, adeta mekanikleşmişlerdi. İnsanın bu en duyarlı ve en duyarsız hallerine aynı mekanda eşzamanlı olarak tanık olmak, beni hastaneden bir kez daha soğutmuştu. Mahkemeler de öyle olmalı ki, halkın sağduyusu, hastaneler ve mahkemeler için “Allah varlığını aratmasın, yokluğunu da göstermesin” demiştir.

Hastalık zor. Allah tüm hastalara şifa versin. Şu an Farabi Hastanesinde yatmakta olan kızım Dilara başta olmak üzere.

Hüseyin Cem ÇÖL 
2 Aralık 2013 - Pelitli 

1 Aralık 2013 Pazar

"Beyoğlu Rapsodisi" : Tamam Çok Zekisin


Ahmet Ümit’i severim. Gerçi, çok kitabını okumuş değilim. Başımda kavak yellerinin estiği zamanlarda, Ankara’da Olgunlar Sokaktan satın alıp sıcağı sıcağına okuduğum “Aşk Köpekliktir”, bende Ahmet Ümit’in külliyatını okumaya değer bir yazar olduğu izlenimi bırakmıştı. Askerdeyken, Sarıkamış beyazıyla haşır neşir olduğum günlerde ise “Bab-ı Esrar”ı hatmetmiştim. Polisiye, din, tasavvuf ve tarihin harmanlandığı bu romanı gerçekten beğenmiş; son on yılda, kitap piyasasında nasılsa rağbet gören Mevlana ve Şems pazarlamacılığının çok dışında, bir diyeceği olan esaslı bir eser olduğu notunu düşmüştüm.

Ahmet Ümit’ten üçüncü bir eser okumak bu hafta nasip oldu. Çarşamba günü günübirliğine Bulancak’a gitmem gerekmişti. Yolculuk sırasında, okusam da okumasam da elimin altında bir kitap bulundurmak huyumdur. Otogarda tesadüfen görüp aldığım “Beyoğlu Rapsodisi”ni okumaya Bulancak yolculuğunda başladım. Üç gün boyunca elimden bırakmadan ara ara okudum. Dün, kitabı bitirdiğimde son sayfaya “Polisiye görünümlü Beyoğlu Gezi Rehberi gibi. Olmamış bu” yazdım. Dünkü yargım esasta pek değişmiş değil ama biraz ağır bir yorumda bulunmuşum gibi geliyor. Bu yazı, aslında bir nevi tashih yazısı.

“Olmamış bu” derken, evvela kastettiğim diyaloglar. Çok yapay, sahicilikten uzak buldum diyalogları. Roman kişilerinin konuşmadığı, yazar tarafından konuşturulduğu kendini çok belli ediyor. Perde arkasındaki kuklacının gölgesini çok net görebiliyoruz. Roman kişileri canlı kanlı kişiler değil, yazarın müdahalesiyle romana sokulmuş kağıttan, derinliksiz karakterler olarak hafızamızda iz bile bırakmıyorlar.

“Olmamış bu” derken kastettiğim ikinci husus ise, romandaki olayların geçtiği Beyoğlu’nun, “dekor” niyetine romana yamandığının çok bariz olması. Olay ve Beyoğlu arasında etle tırnak gibi bir içiçelik yok da, yazar olaya bir dekor ararken Beyoğlu’nu akla getirmiş ve Beyoğlu’nu arka fonda kullanmış gibi. Hal böyle olunca Beyoğlu’yla ilgili pek çok hurda teferruat, yerli yersiz roman sayfalarında ansızın karşımıza çıkıyor. Adeta Beyoğlu Gezi Rehberi okuyormuş gibi pek çok malumatfuruşluğa tanık oluyoruz. Bu bir Ahmet Mithat Efendi geleneğidir, malum.

Peki gerçekten olmamış mı bu? Öncelikle şunu bilelim. Bu bir polisiye roman. Sanatsal kaygıların ikinci plana itildiği bir türdür polisiye roman. Aslolan okuru bir gizemin içinde sürüklemektir. Ustaca diyaloglar kurmak, kişileri gerçekçi ve canlı sunmak ya da kelimelere cambazlık yaptırmak polisiye roman için olmazsa olmaz unsurlar değildir. Aslolan ustaca bir kurgu ve en zeki okurun bile bu ustaca kurguyu roman bitene kadar çözememesi. Olay örgüsü tarihle, coğrafyayla ve dinle beslenmişse; polisiye romanın yüzüne renk geliyor, daha bir okunası oluyor. Ahmet Ümit’in tarih-coğrafya-din sosunu romanlarına yedirdiğini, böylece polisiye romanları yavanlıktan kurtardığını söylemek mümkün. Bu açıdan bakıldığında Beyoğlu Rapsodisine “olmamış bu” demek haksızlık olur. Bu açıdan bakarsak tabi.

Şimdi iyice anlıyorum ki, aslında polisiye roman yazarları, tek bir amaç için yazıyorlar: Romanlarını ustaca kurguluyorlar, böylece okuru bir labirentin içine hapsediyorlar, hakikatin kendisini değil kokusunu sayfa aralarına serpiştirip roman bitene kadar gizemi çözmeye çalışan okuru o duvar senin bu duvar benim koşturup sersemletiyorlar, romanın sonunda ise sersemlemiş okura hakikatin kendisini tastamam sunup, okurun zekalarına hayran kalmalarını umuyorlar. Tek amaç, okurdan “yazarın zekasına, kurgusuna hayran kaldım, o nasıl bir sondu öyle” yargısını işitebilmek.

Allah’ın istediği de bu olmasın sakın?

Hüseyin Cem ÇÖL
1 Aralık 2013 - H 309

30 Kasım 2013 Cumartesi

Altıncı Uyarı


Birinden ödünç kitap almışsanız, söz verdiğiniz günde kitabı iade edin. Kitapla işiniz bitmemişse, sahibinden ek süre talep edin ve o süre bittiğinde kitabı mutlaka iade edin. Eğer kitabı size ödünç veren, kütüphaneci olma hayalleri kurarken yanlışlıkla hukuk fakültesi okumuş, sırf akla zarar kitap sevgisi yüzünden akademik aleme bulaşmış bir kitap düşkünü ise, kitap konusunda ne kadar hassas olabileceğini bir kez daha aklınıza getirin. Ödünç aldığınız kitap iki tane ise (Sorumluluk Hukuku ve Borçlar Hukuku Bilgisi), bu uyarılarımı iki kez düşünün.

Beni dördüncü kata çıkarmayın.

Hüseyin Cem ÇÖL
30 Kasım 2013 - Pelitli

27 Kasım 2013 Çarşamba

27 Kasım 1995 Pazartesi


Ulus’ta, kirli ve dar bir sokakta, ansızın yükselen bir iş hanındaki noterden düşük omuzlarla çıkmıştım. Yenik ve yorgun bir günün akşamıydı. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Elimde yeşil şeritli ciltli Baki Kuru. Nereye gideceğimi bilemeden bir müddet bakınmıştım etrafa can sıkıntısıyla. Topraklık dolmuşuna binmek gelmemişti içimden. Pencerelerin maviliği çekmişti içine beni.

O evden çıktığımda yenilgim katmerlenmişti.  

Hüseyin Cem ÇÖL
  27 Kasım 2013 – Pelitli

25 Kasım 2013 Pazartesi

"Yed-i" Değil "7"



Üç ders yaptım bugün: Sabah 9'da, öğleden sonra 14'de ve akşam 8'de. Her üçünde de öğrencilerin suratlarına şiddetli bir vize yumruğu inmiş gibiydi. İstisnasız hepsi bezgin ve yorgundular. Daha kötüsü somurtkan ve neşesizdiler. Doğrusu ben de bugün hayli yorgundum. O yüzden dersler pek öyle ahım şahım geçmedi desem yeridir.

Çalışmayı bilmek kadar, eğlenmeyi, neşelenmeyi de bilmek lazım. Ne çok çalışıp eğlenmeyi ihmal etmeli ne de hepten çalışmayı es geçip kendini eğlenceye vermeli. Her şeyde olduğu gibi, burada da bir dengeyi tutturmak en güzeli.

Vizelere çok çalıştık, yorulduk. Şimdi kefenin diğer tarafını doldurma zamanı. Sizi, eğer bilet bulabilirseniz, "7"ye davet ediyorum. "6", beklediğimden çok daha güzeldi, çocuklarımla birlikte çok eğlenmiştik, eminim ki, "7"yi izlemekten de çok keyif alacağım.

Unutmayın, keyfin telafisi olmaz.

Hüseyin Cem ÇÖL
25 Kasım 2013 - H 309

23 Kasım 2013 Cumartesi

Arafta Volta Atan Bir Teletabinin 22 Kasım 2013 Cuma Ruznamesi


Ölüm gelir, ölüm duygusuna karşı saygısız
ve zekâ babacan tavrıyla tiksinti verir
söz yavan, kardeşlik şarkıları gayetle tıkız
öcalınmazsa çocuklar bile birden büyüyebilir
İsmet ÖZEL 
“Herkesin bir derdi var, durur içerisinde…”
Volkan KONAK 
Neşesini suskunluğunun içinde saklayan, ağırbaşlı tavrının altında taşkın bir dere çağlayan, ne o yandan ne bu yandan olabilen, ne o yandan ne bu yandan vazgeçebilen, ne unutan (umarım) ne unutulabilen, arafta koşaradım volta atan, dağbaşında bir teletabi. 
“Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya”
Turgut UYAR
Altı üstü bir ayak deyip geçmeyin, ayaktaysak O'nun sayesinde... 
Günün özeti şu: “Etraf yeşile kesmiş, HES’ler yeşili kesmiş…” Acaba başka bir ihtimal var mıydı? Bilemem. Varsa bile artık geri dönüş zor… Gitti gider vaziyeti. Doğanın şemailinde eski haline irca olunamayacak tebdilatta bulunmuşuz el birliğiyle. Köylüsü nemalanmış, mühendisi nemalanmış, işçisi nemalanmış, müteşebbisi nemalanmış, devlet nemalanmış, işte bak ucundan kıyısından biz de nemalandık… Görünüşte herkes kârda, oysa herkes zararda… 

Hüseyin Cem ÇÖL
23 Kasım 2013 - H 309

Bir Kez Daha Rahmetle...


22 Kasım 2013 Cuma

Çivi


"Gökyüzünden söz etmeleri, yeryüzünü sömürmek içindir". 

Maximilien ROBESPIERRE