1 Aralık 2013 Pazar

"Beyoğlu Rapsodisi" : Tamam Çok Zekisin


Ahmet Ümit’i severim. Gerçi, çok kitabını okumuş değilim. Başımda kavak yellerinin estiği zamanlarda, Ankara’da Olgunlar Sokaktan satın alıp sıcağı sıcağına okuduğum “Aşk Köpekliktir”, bende Ahmet Ümit’in külliyatını okumaya değer bir yazar olduğu izlenimi bırakmıştı. Askerdeyken, Sarıkamış beyazıyla haşır neşir olduğum günlerde ise “Bab-ı Esrar”ı hatmetmiştim. Polisiye, din, tasavvuf ve tarihin harmanlandığı bu romanı gerçekten beğenmiş; son on yılda, kitap piyasasında nasılsa rağbet gören Mevlana ve Şems pazarlamacılığının çok dışında, bir diyeceği olan esaslı bir eser olduğu notunu düşmüştüm.

Ahmet Ümit’ten üçüncü bir eser okumak bu hafta nasip oldu. Çarşamba günü günübirliğine Bulancak’a gitmem gerekmişti. Yolculuk sırasında, okusam da okumasam da elimin altında bir kitap bulundurmak huyumdur. Otogarda tesadüfen görüp aldığım “Beyoğlu Rapsodisi”ni okumaya Bulancak yolculuğunda başladım. Üç gün boyunca elimden bırakmadan ara ara okudum. Dün, kitabı bitirdiğimde son sayfaya “Polisiye görünümlü Beyoğlu Gezi Rehberi gibi. Olmamış bu” yazdım. Dünkü yargım esasta pek değişmiş değil ama biraz ağır bir yorumda bulunmuşum gibi geliyor. Bu yazı, aslında bir nevi tashih yazısı.

“Olmamış bu” derken, evvela kastettiğim diyaloglar. Çok yapay, sahicilikten uzak buldum diyalogları. Roman kişilerinin konuşmadığı, yazar tarafından konuşturulduğu kendini çok belli ediyor. Perde arkasındaki kuklacının gölgesini çok net görebiliyoruz. Roman kişileri canlı kanlı kişiler değil, yazarın müdahalesiyle romana sokulmuş kağıttan, derinliksiz karakterler olarak hafızamızda iz bile bırakmıyorlar.

“Olmamış bu” derken kastettiğim ikinci husus ise, romandaki olayların geçtiği Beyoğlu’nun, “dekor” niyetine romana yamandığının çok bariz olması. Olay ve Beyoğlu arasında etle tırnak gibi bir içiçelik yok da, yazar olaya bir dekor ararken Beyoğlu’nu akla getirmiş ve Beyoğlu’nu arka fonda kullanmış gibi. Hal böyle olunca Beyoğlu’yla ilgili pek çok hurda teferruat, yerli yersiz roman sayfalarında ansızın karşımıza çıkıyor. Adeta Beyoğlu Gezi Rehberi okuyormuş gibi pek çok malumatfuruşluğa tanık oluyoruz. Bu bir Ahmet Mithat Efendi geleneğidir, malum.

Peki gerçekten olmamış mı bu? Öncelikle şunu bilelim. Bu bir polisiye roman. Sanatsal kaygıların ikinci plana itildiği bir türdür polisiye roman. Aslolan okuru bir gizemin içinde sürüklemektir. Ustaca diyaloglar kurmak, kişileri gerçekçi ve canlı sunmak ya da kelimelere cambazlık yaptırmak polisiye roman için olmazsa olmaz unsurlar değildir. Aslolan ustaca bir kurgu ve en zeki okurun bile bu ustaca kurguyu roman bitene kadar çözememesi. Olay örgüsü tarihle, coğrafyayla ve dinle beslenmişse; polisiye romanın yüzüne renk geliyor, daha bir okunası oluyor. Ahmet Ümit’in tarih-coğrafya-din sosunu romanlarına yedirdiğini, böylece polisiye romanları yavanlıktan kurtardığını söylemek mümkün. Bu açıdan bakıldığında Beyoğlu Rapsodisine “olmamış bu” demek haksızlık olur. Bu açıdan bakarsak tabi.

Şimdi iyice anlıyorum ki, aslında polisiye roman yazarları, tek bir amaç için yazıyorlar: Romanlarını ustaca kurguluyorlar, böylece okuru bir labirentin içine hapsediyorlar, hakikatin kendisini değil kokusunu sayfa aralarına serpiştirip roman bitene kadar gizemi çözmeye çalışan okuru o duvar senin bu duvar benim koşturup sersemletiyorlar, romanın sonunda ise sersemlemiş okura hakikatin kendisini tastamam sunup, okurun zekalarına hayran kalmalarını umuyorlar. Tek amaç, okurdan “yazarın zekasına, kurgusuna hayran kaldım, o nasıl bir sondu öyle” yargısını işitebilmek.

Allah’ın istediği de bu olmasın sakın?

Hüseyin Cem ÇÖL
1 Aralık 2013 - H 309

Hiç yorum yok: