29 Mayıs 2013 Çarşamba

H 309'da Akşam...


Bahar - Mutsuz oluruz.

Behzat Ç. - Mutsuz olalım. Hep mutlu olacağız diye bir kural yok ki. Biz de mutsuz olalım.

Hüseyin Cem ÇÖL
29 Mayıs 2013 - H 309 

28 Mayıs 2013 Salı

H 309’da Sabah…


Daha önce yazmıştım, okuyanlar hatırlayacaktır. Mutluysan, uzun yazamazsın, kısa kesersin.

Anladınız işte.

Hüseyin Cem ÇÖL
28 Mayıs 2013 – H 309 

24 Mayıs 2013 Cuma

Not


"... Doğan, kısa bir süre içinde, ancak fakülte derslerinden başka hiçbir şeyle ilgilenmezse başarı gösterebileceğini anladı." 

Sevgi SOYSAL, "Yenişehirde Bir Öğle Vakti", Bilgi Yayınevi, Üçüncü Basım, 1975, s.154.

23 Mayıs 2013 Perşembe

Peynir Hangi Tabağın Altında?



Birkaç gündür, hummalı bir çalışma içindeyim: Sınav sorusu hazırlıyorum. Dersler bitti ama iş bitmedi malum. Final ve bütünleme sınavlarını da sağ-salim, vukuatsız atlatırsak, işte o zaman tatili hak edebileceğiz. Tatil dediysem de, dünya turuna falan çıkacak değilim. Ramazan’ı Sivas’ta ailemin yanında geçireceğim o kadar. Tatil diye bildiğimiz, ana-babanın yanına çöreklenip sahurda etliekmek ya da kıymalı börek yemekten, Ramazan bitince de Soğuk ya da Sıcak Çermik’e –ki benim tercihim hep Soğuk Çermik olmuştur- akın edip kükürtlü suyun altına girmekten ibaret. Alternatifimiz ya Paşa Fabrikası, ya Gardaşlar -Kardeşler değil- Tepesi. Sonra istikamet yine Trabzon, yine “iş”.

Birkaç gündür, hummalı bir çalışma içindeyim diye başladım yazıya. Yaptığım hababam test sorusu hazırlamak. Vize sınavında kağıt okumaktan illallah geldiği ve kağıt okuma savaşlarından hayli yorgun çıktığım için, o ne destansı ve karışık metinlerdi yarabbi, tamamen “test” denen fırlamalığa gönüllü olarak kendimi teslim etmiş durumdayım. Ders sorumlusu açısından bakıldığında test yöntemi avantajlı gibi görünüyor. Çünkü oku(t)ması fazla bir vakit almıyor. Yarım saat, bilemedin kırkbeş dakika içinde bini aşkın kağıdın sonucu hazır. Gelgelelim, soru hazırlamak çetin bir iş. Eğer benim gibi yardım almaksızın tek tabanca çalışan ve biraz da evhamlı biriyseniz, hepten zor ve kafa … bir iş. Yine de pek şikayetçi değilim. Bu işi (ve aslında her işi) “oyun” gibi gördüğünüzde, biraz da işin içine hınzırlık bulaştırdığınızda, kafa açıcı hatta kafa yapıcı bir hâl bile alabiliyor. Bakın burada önemli bir laf ettim can’lar. Not alın. İşinizi “oyun”laştırırsanız, pek çalışmış sayılmazsınız. Hatta bu oyunun karşılığında, size maaş verildiğini düşündüğünüzde gülesiniz gelir.

Ben nasıl “oyun”laştırıyorum test hazırlama “iş”ini? Aslında bunu başarmam çok zor değil. Çünkü, test yönteminin, ki bu yöntemi bulan zat-ı muhterem tam bir fırlama olmalı, kendisi, bizatihi bir oyun. Oyunun kuralı da çok basit. Aşağıdaki ağzı kapalı tabaklardan birinin içinde peynir var, diğer dördü ise boş; doğruyu bulun, peyniri yiyin, bu kadar. Oyuncunun doğru tabağı bulmasını zorlaştırmak, onun kafasını karıştırmak, kafasını “çelmek” ise, oyun kurucunun zekasına, marifetine, hinliğine, şeytanlığına ya da melekliğine kalmış. İşte, varsa eğer bu oyunda oyun kurucuya düşen eğlenme payı, oyuncuları nasıl şaşırtacağını düşünüp zevklenmek, zekice bir şaşırtma bulduğunda bilgisayar başında hınzırca gülümsemek. Bu kadar. Farkındayım tamamen salakça ama gerçek bu kadar basit.      

Bu çeldirmelerden, bu şeytanı kıskandıracak akıl karıştırmalardan sıkıldığımda, oyun kurucu kimliğimden çıkıyorum, hınzırlığım tutuyor, oyunun kurallarını alt-üst ediyorum, oyuncunun kulağına usulca “ey can, peynir şu tabağın altında” deyiveriyorum. İstisnasız, her sınavda, en az bir sorunun cevabını bu şekilde aşikâr ediyorum. Ediyorum da ne oluyor, istisnasız, her sınavda, “hocam, siz bu kadar iyi olamazsınız, var bu işte çapanoğlu” deyip, peynirin başka bir tabakta olduğunu iddia eden, en az bir septik Pikaçu çıkıveriyor.

Pekala… Bir test’le bitireyim bari bu yazıyı.

Peynir hangi tabağın altında?
a) Bu tabağın
b) Şu tabağın
c) O tabağın
d)  Hepsinin
e) Hiçbirinin

Doğru cevabı veren ilk Pikaçu'ya “tabakta peynir”, ikincisine “peynir tabağı” hediye edilecektir. Şaka yapmıyorum ama ciddiye de almayınız.

Hüseyin Cem ÇÖL
23 Mayıs 2013 – Pelitli 

16 Mayıs 2013 Perşembe

“Son” Haftanın İçinden



Her ders sorumlusu, öğrenciye faydalı olmak ister. Derslerin verimli ve kaliteli geçmesi için hangi yöntemleri kullanması gerektiğini düşünür ve ona göre dersini işler.

2012 yılının Eylül ayında dersler başladığında, benim de aklımdaki tek endişe bu idi: Nasıl bir ders işlersem öğrenciye daha çok yardımım olurdu? “Hukuk” gibi genelde dinlenilerek değil, okunularak öğrenilen bir bilimin, derste öğretilmesi nasıl mümkün olabilirdi?

Kendimce üç yöntem geliştirmiştim :

Birincisi, dersi slaytla işlemek. Slaytları da olabildiğince tablolarla, şemalarla, görsel malzemelerle, olay sorularıyla, meslek sınavlarında çıkmış testlerle zenginleştirmek. Yani, kitabı olduğu gibi slayta aktarmakla yetinmemek; kitaptaki bilgileri daha cazip ve daha kolay öğrenilebilir hale sokabilmek.

İkincisi, işlenen her konuyu mümkün olabildiğince somut örneklerle, günlük yaşamın diliyle aktarabilmek, gerektiğinde akademik dilden uzaklaşmak.

Üçüncüsü ise, ders sırasında öğrenciyle açık iletişim halinde olmak. Sadece “anlatıcı” konumda bulunmamak, öğrencinin de kendisine aktarılanları kavraması hatta sorgulaması için teşvik edici olmak. Derste yapılabilecek hataları hoş görmek, hatta hatalı bile olsa dersin konusuyla ilgili farklı açılımları desteklemek.

Eylül sonundan Mayıs sonuna kadar işlediğim tüm derslerde bu yöntemlere göre hareket ettim. Bu yöntemleri uygulayabildiğim ölçüde ben de mutlu oldum ve derslerimden keyif aldım; sanırım öğrenci de bu yöntemleri uygulayabildiğim ölçüde derslerimden istifade etti. Fakat, malumdur ki, ders sorumlusu denilen varlık da bir insandır. İnsan olmamızın sonucu da, bazı zaaflara ve eksikliklere sahip olmamızdır. En büyük eksiklik ise, herkesin algılama ve aktarma kapasitesinin farklı olmasıdır. Bir sene boyunca hiç tembellik yapmadım, hatta gereğinden fazla çalıştım, bu konuda mütevazı olamayacağım. Buna rağmen, bedensel zaaflardan dolayı bazı derslerde performans düşüklüğü de yaşadım. Ders saatlerimin ve ders çeşitliliğimin fazla olması, sürekli ayakta ve hareket halinde ders anlatmam, beni epey yordu ve bu yorgunluk kimi derslere olumsuz yansıdı. Buna bir de kronik uyku problemim eklenince, kimi derslerin sonunu zor getirdiğim bile oldu. Bu noktada, anlayışlı ve hoşgörülü davranan öğrencilerime de teşekkür ediyorum.  

Her şeye rağmen, tüm bu artılar ve eksiler terazinin kefelerine koyulduğunda, rahatlıkla artı kefesinin ağır bastığına vicdanen inanıyorum, bir sene boyunca işlediğim derslerin çoğunluğunda attığım taş ürküttüğüm kurbağaya değdi diyorum, kimi dersler ise sıkıcı ve verimsiz geçmiş olabilir, o kadar kusur kadı kızında bile olur diyerek kendimi teselli ediyorum. Şu aşamada içim rahat.  

Her birini çok sevdiğim İktisat Bölümü II.Öğretim öğrencileriyle yaptığım son dersin "son"u...
(15 Mayıs 2013 Çarşamba - HUK 104) 

“Son” haftanın içindeyiz. Bu akşam bir dersim var İşletme’lere. Yarın da son derslerimi yapacağım. Doğrusu şu ki, biraz tuhaf bir durumdayım. Bu haftanın başında, “ah şu hafta bir bitse de, biraz rahat etsem” diye düşünüyordum. Çünkü çok yorgundum ve son iki haftadır uyku problemim tavan yapmıştı. “Bir an önce dersler bitse” düşüncesi kafamda saplantı olmuştu. Hafta başladı, birer ikişer dersler bitti. Önce Borçlar Genel, sonra Roma, sonra İcra-İflas, sonra Şirketler Hukuku. Tuhaf olan şu ki, her “biten” ders, ben de “bitmemiş” gibi bir his uyandırdı, yani tam da “bitirdiğime” kendimi ikna edemedim. Bunda “derslerin bitmesine rağmen, konuların hepsinin bitmemesi”nin payı olabilir fakat asıl sebep bu değil.

Peki nedir sebep?

“Stockholm Sendromu”yla açıklayabilir miyim bunu? Benliğimi, kafamı, uykularımı, hayat düzenimi bir yıldır esir alan “periyodik ve sık aralıklarla ders anlatma vazifesi”, yarın akşam sona eriyor. Beni hem mutlu eden, hem de sıkıntıya sokan bir uğraşıdan, yaklaşık dört ay ayrı kalacağım. Dersler bitecek ama aklımın bir köşesi hep geçmiş derslerde olacak. Ayrılsam da kopamayacağım o mutluluktan ve o sıkıntıdan. İçimdeki “bitmemişlik” hissinin asıl sebebi bu olsa gerek.

Hülasa: Bu yıl, türlü sıkıntısına rağmen, onlarca gencin karşısına geçip sorumlusu olduğum dersleri öğretmeye çalışmak, az-çok öğretebildiğimi sezebilmek, en azından dersin anlaşılmasına katkıda bulunduğumu hissedebilmek, evet, güzeldi, çok güzeldi; ama inanıyorum ki, seneye her şey daha da güzel olacak.

Hüseyin Cem ÇÖL
16 Mayıs 2013 – H 309 

15 Mayıs 2013 Çarşamba

"Her Hâl ve Şartta Neşeyi Muhafaza, Hayatın İdamesi İçin Yegane Çaredir"


İşbu afişin esbab-ı mucibesi için "Merhaba Kırklareli" yazısının yorumlarına bakınız...

Başlıktaki söz ünlü tiyatro oyunu yazarımız Cevat Fehmi Başkut'a ait. Neşeli olmak iyidir, neşeli insanlar cana can katar fakat afişe bakıp da sakın kahkaha atmaya kalkmayın.

Çok pis döverim haberiniz olsun.


Hüseyin Cem ÇÖL
15 Mayıs 2013 - Pelitli  

14 Mayıs 2013 Salı

"Hukuk Eğitiminde Farklı bir Yaklaşım: Bir Banka Hukuku Dersinin Ardından"



Aşağıdaki linkte, Kırıkkale Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Yrd.Doç.Dr. Ozan CAN'ın "Hukuk Eğitiminde Farklı bir Yaklaşım: Bir Banka Hukuku Dersinin Ardından" isimli makalesi bulunmaktadır. Hukuk eğitiminin nasıl olması gerektiği üzerine kafa yoran herkese tavsiye ederim.

http://www.dosya.tc/server8/TMbLYZ/ozancan_makale..pdf.html

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Merhaba Kırklareli



İki ihtimal var:

Ya, benim twitter hesabını sallayan yok.

Ya da, takipçilerimin kalp gözü açık değil, lafın ardında yatan gizli gerçeği göremiyorlar, yüz kırk karakterin içine ustaca yerleştirdiğin destanı sezemiyorlar.

Dün twitter’a

başta kendi annem olmak üzere tüm annelerin anneler gününü ve bugün doğanların doğum gününü kutlarım... :)

yazdım.

Bir Allahın kulu çıkıp da “doğum gününüz kutlu olsun” demedi!

Ben de final sorularını hazırlarken Allah yarattı demiyeceğim! Haziran ortasında denize doğru topluca yankılanan “yandım aman” seslerini duyar gibi oluyorum!

6-0 bile bu kadar koymadı inanın!

Hüseyin Cem ÇÖL
13 Mayıs 2013 – H 309

Kağıt Okuma Savaşları - IV



“Deveye ‘ensen neden kalın’ diye sormuşlar.
‘Kendi işimi kendim görürüm de ondan’, demiş.”

11. Gün – Salı : Beş.
12. Gün – Çarşamba : Sıfır.
13. Gün – Perşembe : Sıfır.
14. Gün – Cuma : Sekiz.
15. Gün – Cumartesi : Sıfır.
16. Gün – Pazar : Sıfır.
17. Gün – Pazartesi : Elli iki ve nihayet dosya tamam. Ortalama seksendört. Bakalım finalde kırk alabilen kaç kişi çıkacak?

Şimdi sıra Roma’da, fakat bu seriye bir düğüm atalım hele....

THE END
Hüseyin Cem ÇÖL
13 Mayıs 2013 – H 309 

"Allah Allah Desem Gelsem"





Bu da benim ayıbım olsun. Sözleri Pir Sultan Abdal’a ait “Allah Allah Desem Gelsem” türküsünü/deyişini, Muhlis Akarsu’nun ve adını bilmediğim bir kadın refikinin yorumuyla, hayatımda ilk kez dün sabah dinledim.

İlk dinleyişimde yalan yok, bir anlam veremedim sözlerine. Rüştü Asyalı’nın söylediği “Uyan Uyan Güzel” türküsüne kulak aşinalığımdan olsa gerek, ezgisinin hatırına yeniden dinledim. Dinledikçe, sözleri bana daha bir anlamlı geldi. Her dinleyişimde anlam halkası genişledi. Arka arkaya kaç defa dinledim bilmiyorum. Bir ara Ruhi Su’nun yorumuna da geçiş yaptım ancak çarçabuk geri döndüm, çünkü, Muhlis Akarsu ve kadın refiki (Selda Bağcan değil sanırım) hem bu işin hakkını layıkıyla veriyor, hem de Ruhi Su’yu dinlemek nedense beni çok yoruyor, işkence altında söyletiyorlarmış gibi rahatsız oluyorum.   

Önce bir kez hep beraber okuyalım, sonra bende uyandırdığı çağrışımları aktarayım. Aşk ile buyurun:

Allah Allah desem gelsem
Hakkın dîvanına dursam
Ben bir yanıl alma olsam
Dalında bitsem ne dersin

Sen bir yanıl elma olsan
Dalımda bitmeye gelsen
Ben bir gümüş çövmen olsam
Çeksem indirsem ne dersin

Sen bir gümüş çövmen olsan
Çekip indirmeye gelsen
Ben bir avuç çavdar olsam
Yere saçılsam ne dersin

Sen bir avuç çavdar olsan
Yere saçılmaya gelsen
Ben bir güzel keklik olsam
Bir bir toplasam ne dersin

Sen bir güzel keklik olsan
Bir bir toplamaya gelsen
Ben bir yavru şahin olsam
Kapsam kaldırsam ne dersin

Sen bir yavru şahin olsan
Kapıp kaldırmaya gelsen
Ben bir sulu sepken olsam
Kanadın kırsam ne dersin

Sen bir sulu sepken olsan
Kanadım kırmaya gelsen
Ben bir deli poyraz olsam
Tepsem dağıtsam ne dersin

Sen bir deli poyraz olsan
Tepip dağıtmaya gelsen
Ben bir ulu hasta olsam
Yoluna yatsam ne dersin

Sen bir ulu hasta olsan
Yoluma yatmaya gelsen
Ben bir can alıcı olsam
Canını alsam ne dersin

Sen bir can alıcı olsan
Canımı almaya gelsen
Ben bir cennetlik kul olsam
Cennete girsem ne dersin

Sen bir cennetlik kul olsan
Cennete girmeye gelsen
Pir Sultan üstadın bulsan
Bilecek girsek ne dersin
                              
***
Anlam deryasından benim payıma düşenleri şöyle sıralayabilirim:
Bir : Hak’tan geliyoruz ve gidişimiz Hak’kadır… Tüm aradakiler, bu yolculuğu bir oyuna, bir eğlenceye dönüştüren ufak ayrıntılar yumağı… Aslolan ise, yolun başında ve yolun sonunda Hak’kın olması.
İki : Hayat dediğimiz yolculuğun her bir ayrıntısı da aslında Hak’kın dışında değil. Ağacından elmasına, çövmeninden çavdarına, kekliğinden şahinine, rüzgarından yağmuruna kadar bu dünyada var olan her nesne, her bitki, her hayvan, her doğal olay O’nun bir parçası,  O’ndan gayrı bir şey yok. Bu anlam da yol da O, başlangıç da O, varış da O… Yoldaki her varlık O’na ulaştıran, O’nu hatırlatan, O’ndan bir iz taşıyan, yolculuk güzergahında bir "ayet".     
Üç : Hayata böyle bakınca, hayatın her ayrıntısında Hak’kı görünce, insanın içinde birlik ateşi yanıyor; kargaşa, kaos, savaş ortadan kalkıyor. Kimle kavga edeceksin? Ağaç da sensin elma da, çövmen de sensin çavdar da, keklik de sensin şahin de, yağmur da sensin rüzgar da… Bu bakış altında “birlik” var… Bu bakışı özümseyenin kalbinde barış ışığı yanar; düşmanlığa, kavgaya, nizaya yer kalmaz.
Dört : Bu yolculuğun iki yoldaşı var: Kadın ve erkek. Hayatın mutluluğunu ve meşakkatini beraber yüklenecek iki refik. Biri diğerinin olmazı. Birinin getirdiğini, diğer yana taşıyacak olan bir diğeri. Bu dünyanın cilvesine beraber katlanacak, beraber yükü omuzlayacak, beraber ağlayıp beraber gülecek, gereğinde didişecek, didişmeden sevgi doğacak, nesiller türeyecek... Kadın ve erkek, bir bütünün iki parçası. Bu iki parça, cennette yani Hak’ta bütünlenecek belki.
Beş : Yurtta barış, dünyada barış eyvallah… Ama önce insanın kendi içinde barış… Bunun yolu da, yolun başını, sonunu ve yolun kendisini doğru algılamakla mümkün, vesselam. 

Hüseyin Cem ÇÖL
13 Mayıs 2013 – Pelitli