Tepeye yazdım gerçi ya, bu blogu sadece yürüttüğüm derslere katkı sağlamak amacıyla hazırlamaktayım. Ne kadar katkı sağlıyor bilemem. Bir öğrencinin bile işine yarıyorsa burası, O’nun için değer.
Amaç derslere katkı da olsa, şimdi yaptığım gibi, zaman
zaman ders konsepti dışına çıkmak da gerekiyor. Say ki teneffüs vakti.
Az önce tweet hesabı açtırdım. Askerden geldiğim ay içinde
de, facebook hesabı açtırmıştım. Bir ay kadar anlamaya çalıştım facebook
denilen ortamı. Sonra ota, davara ve bana bir faydası yok deyip kapattım.
Twiter hesabımın akıbeti de biliyorum ki böyle olacak. Aslında yazmayı severim
ben, ama geniş soluklu yazmayı daha çok severim. 140 vuruşluk çerçeve bir yazı
beni kesmez gibi geliyor. Yine de denemeye değer.
İnsanın kendini tanıması ve tanıtması zor. Fakat, tweet
hesabının kişisel bilgiler hanesine ne yazacağımı hiç düşünmedim desem yeridir.
Hiç tereddüt etmeden “kitapsevici” yazdım. Can Yücel, Sevgi Duvarı şiirinde “sanatsever”
denilen kesimi iğnelemek için “sanatsevici” sözcüğünü kullanır.
sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
dilimizde akşamdan kalma bir küfür
salonlar piyasalar sanat sevicileri
kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
dilimizde akşamdan kalma bir küfür
salonlar piyasalar sanat sevicileri
Oysa ben “kitapsever” olmaktan çok “kitapsevici” olarak
tanımlıyorum kendimi. Çünkü benim kitapla ilgim, çoktandır, bibliyofillikten
bibliyomanlığa terfi etmiş durumda. O yüzden kitapseviciliği, kitapseverliğe
daha üstün görüyorum. Herkes kitapsever olabilir, kitapsevici olmak ise sadece
kitabın içindeki zehri tadanlara mahsustur.
Ankara’nın özlediğim tek yanı da bu. Dalardım, eski kitap
satan dükkanların raflarına ve o raflarda içindeki zehri sadece benim
farkettiğim nice kitaplar istiflerdim. Trabzon’un ise sevmediğim tek yanı da
bu. İçinde saatler geçirebileceğim bir sahhaf yok. Varsa da ben bilmiyorum.
Bu arada bir bayram sessiz sedasız geçiverdi. Bir bayram
daha eksildi. Hayatını bir şeyleri “sevmeme” üzerine kuran biri değilim, fakat
şimdi neden yalan yazmalı, ben bayramları pek sevmem. Bayramların, epey
zamandır ben de gerginlik yaratmaktan öte bir işlevi yok. Çünkü ben telefonda
konuşmayı bilmem. Bayram demek, telefonda bayramlaşmak demek benim için. Ve ben bu basit işi beceremediğim için her
bayram ayrı geriliyorum. Bu yüzden, daha bayram namazındayken bile ah bir bitse
moduna geçiyorum.
Telefon demişken… Yıl 2003… Nisan ya da Mayıs ayları… Ve
benim hala bir cep telefonum yok. İnatla almıyorum çünkü telefonda konuşmak
bana göre değil, (hâla değil)… Şu an kitabını okuttuğum hocanın odasında (AÜHF’nin
üçüncü katındaki yüksek tavanlı odalardan birinde) beş kişiyiz. Doktora
dersinin son günü. Hoca tek tek herkesin cep telefonunu alıyor. Kendi
programına uygun düşen bir gün olduğunda herkese tek tek mesaj çekecek ve sınav
tarihini duyuracak. İlk dört kişi, ki biri hariç hepsi öğretim üyesi oldu, hiç
teklemeden ceplerini söylediler. Bana gelince, cep telefonumun olmadığını
söyledim. İnanmamış göründü hoca, bu çağda cep telefonu olmamak (!), kimbilir
telefon numaramı vermek istemediğimi düşünmüş de olabilir. Sanırım, bu olaydan
sonra edindim ilk cep telefonumu. Fakat, askerde epey yol katetmiş olsam da,
hala alışamadım bu merete. Bunca laftan sonra telesekretere de konuşamayanlardan
olduğum izahtan varestedir. Telesekreter demişken, bir Teoman vardı ne oldu ona
sahi?
Yarın da bayram. Ne mutlu bana ki Cumhuriyet Bayramlarında
telefonda bayramlaşma geleneği yok! Var mı yoksa?
Hüseyin Cem ÇÖL
28 Ekim 2012 - Pelitli