28 Ekim 2012 Pazar

İki Bayram Arası Yazısı


Tepeye yazdım gerçi ya, bu blogu sadece yürüttüğüm derslere katkı sağlamak amacıyla hazırlamaktayım. Ne kadar katkı sağlıyor bilemem. Bir öğrencinin bile işine yarıyorsa burası, O’nun için değer.

Amaç derslere katkı da olsa, şimdi yaptığım gibi, zaman zaman ders konsepti dışına çıkmak da gerekiyor. Say ki teneffüs vakti.

Az önce tweet hesabı açtırdım. Askerden geldiğim ay içinde de, facebook hesabı açtırmıştım. Bir ay kadar anlamaya çalıştım facebook denilen ortamı. Sonra ota, davara ve bana bir faydası yok deyip kapattım. Twiter hesabımın akıbeti de biliyorum ki böyle olacak. Aslında yazmayı severim ben, ama geniş soluklu yazmayı daha çok severim. 140 vuruşluk çerçeve bir yazı beni kesmez gibi geliyor. Yine de denemeye değer.

İnsanın kendini tanıması ve tanıtması zor. Fakat, tweet hesabının kişisel bilgiler hanesine ne yazacağımı hiç düşünmedim desem yeridir. Hiç tereddüt etmeden “kitapsevici” yazdım. Can Yücel, Sevgi Duvarı şiirinde “sanatsever” denilen kesimi iğnelemek için “sanatsevici” sözcüğünü kullanır.

sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa 
kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi 
dilimizde akşamdan kalma bir küfür 
salonlar piyasalar sanat sevicileri 

Oysa ben “kitapsever” olmaktan çok “kitapsevici” olarak tanımlıyorum kendimi. Çünkü benim kitapla ilgim, çoktandır, bibliyofillikten bibliyomanlığa terfi etmiş durumda. O yüzden kitapseviciliği, kitapseverliğe daha üstün görüyorum. Herkes kitapsever olabilir, kitapsevici olmak ise sadece kitabın içindeki zehri tadanlara mahsustur.

Ankara’nın özlediğim tek yanı da bu. Dalardım, eski kitap satan dükkanların raflarına ve o raflarda içindeki zehri sadece benim farkettiğim nice kitaplar istiflerdim. Trabzon’un ise sevmediğim tek yanı da bu. İçinde saatler geçirebileceğim bir sahhaf yok. Varsa da ben bilmiyorum.

Bu arada bir bayram sessiz sedasız geçiverdi. Bir bayram daha eksildi. Hayatını bir şeyleri “sevmeme” üzerine kuran biri değilim, fakat şimdi neden yalan yazmalı, ben bayramları pek sevmem. Bayramların, epey zamandır ben de gerginlik yaratmaktan öte bir işlevi yok. Çünkü ben telefonda konuşmayı bilmem. Bayram demek, telefonda bayramlaşmak demek benim için.  Ve ben bu basit işi beceremediğim için her bayram ayrı geriliyorum. Bu yüzden, daha bayram namazındayken bile ah bir bitse moduna geçiyorum.   

Telefon demişken… Yıl 2003… Nisan ya da Mayıs ayları… Ve benim hala bir cep telefonum yok. İnatla almıyorum çünkü telefonda konuşmak bana göre değil, (hâla değil)… Şu an kitabını okuttuğum hocanın odasında (AÜHF’nin üçüncü katındaki yüksek tavanlı odalardan birinde) beş kişiyiz. Doktora dersinin son günü. Hoca tek tek herkesin cep telefonunu alıyor. Kendi programına uygun düşen bir gün olduğunda herkese tek tek mesaj çekecek ve sınav tarihini duyuracak. İlk dört kişi, ki biri hariç hepsi öğretim üyesi oldu, hiç teklemeden ceplerini söylediler. Bana gelince, cep telefonumun olmadığını söyledim. İnanmamış göründü hoca, bu çağda cep telefonu olmamak (!), kimbilir telefon numaramı vermek istemediğimi düşünmüş de olabilir. Sanırım, bu olaydan sonra edindim ilk cep telefonumu. Fakat, askerde epey yol katetmiş olsam da, hala alışamadım bu merete. Bunca laftan sonra telesekretere de konuşamayanlardan olduğum izahtan varestedir. Telesekreter demişken, bir Teoman vardı ne oldu ona sahi?

Yarın da bayram. Ne mutlu bana ki Cumhuriyet Bayramlarında telefonda bayramlaşma geleneği yok! Var mı yoksa?

Hüseyin Cem ÇÖL 
28 Ekim 2012 - Pelitli