Pazartesi günü, eşim ve küçük kızımla birlikte yokuş yukarı muhtarın evini aradık. Muhtarın evi Yeşilköy’ün tepelerinde. Zor da olsa bulduk. O yokuşu çıkmak gerçekten çok yorucuydu ama hem muhtarın evinde gördüğümüz sıcak, samimi misafirperverlik, hem de Yeşilköy’ün bozulmamış, masum güzelliğine -birkez daha ama bu kez çok yakından hatta içinden- tanık olmak tüm yorgunluğumuzu unutturdu. Ve bir yandan da kendini alttan alttan hissettiren o karamsarlık, o iç sıkıntısı. Evet her şey güzel, etraf alabildiğine yeşil, insanın yaşadıkça yaşayası geliyor, tepelerden bakarken ağaçların yaprakları arasında daha bir güzelleşen Karadeniz’i fark etmek insanın canına can katıyor. Ama bu güzellik daha ne kadar muhafaza edilecek? Üç yıl mı, beş yıl mı, on yıl mı? Bu tepeler er ya da geç betonla dolacak. Muhtara konuk olduktan sonra, bir yandan Yeşilköy’ün güzelliğine tanık olmanın hazzıyla yokuş aşağı inerken, bir yandan da gözümün değdiği ağaçların yerini kaç vakit içinde binaların kaplayacağını düşünmeden edemedim.
Evim Yeşilköy’ün denize yakın kıyısında olsa da, çok şükür,
balkona çıktığımda geniş bir çerçevede kesif bir yeşillik görebiliyorum. Yeşilin
envai tonu emirlerime amade. Fakat çok iyi biliyorum ki, bu seyir şöleni de er
ya da geç bitecek. Birkaç yıl içinde gözümün gördüğü tüm bu ağaçlar kesilecek. Çok
değil belki seneye, balkondan baktığımda yeşilin tüm tonlarını değil belki
kahverengi boyalı devasa bir hastane binası görüyor olacağım. Hemen arkasında
da bir ilkokul inşa edilecek. Sadece ağaçlar kesilmekle kalmayacak, kuş sesleri
de duyulmaz olacak. Sadece gözlerim değil, kulaklarım da tabiatın bu şöleninden
mahrum kalacak.
Bu cümlelerin içindeki gizli bencilliğimi gözardı ediyor
değilim. Aslında bütün mesele de işte o gizli bencilliğimizde. Yaşadığım
sitenin inşa edildiği alan, çok değil birkaç sene önce, şu an benim balkondan
gördüğüm yeşilin binbir tonunun hakim olduğu bahçelerin uzantısıydı. O ağaçlar
kesildi ve bu site inşa edildi. İşte başka birileri otursun diye, benim göz
zevkimi okşayan o ağaçlar da kesilecek. Ben de, bu evde oturmakla, benden
başkalarının göz zevkini çoktan bozmuş durumdayım. Önüne geçilmez bir süreç bu.
İnsanoğlu, Maslow’un piramidini teker teker gerçekleştirdikçe, tabiat adım adım
geri çekilecek. Bu böyledir. Ve insan bir yandan da şikayet edecek, keşke
ağaçlar kesilmese diye. Oysa hepimiz biliyorz ki, yeşillikler içindeki ev
demek, inşası için en az birkaç ağacın hayatına son verilen ev demektir. Bu böyledir
ve evet bu bizim büyük bencilliğimizdir.
Hayır bu bir çevreye duyarlı olalım yazısı değil. Yere çöp
atmamak dışında, çevre duyarlılığı emaresi olabilecek bir eylemim yok. Ha
askerliğimin acemilik döneminde diktiğim birkaç fidancık var ama Polatlı’nın
çorak toprağında birinin bile tutmuş olduğunu sanmam. Eminim bozkırın ortasında
çürüyüp gitmişlerdir çoktan. Zaten metazori yaptırılan hangi işten hayır gelir
ki? Komutanım, sizi sevmiştim gerçekten. O gün sormuştunuz askere: Ağaç mı
önemli, insan hayatı mı diye. İnsan hayatı daha önemli diyen askeri ne tatlı
azarlamıştınız. Kusura bakmayın komutanım, verdiğiniz emri gerektiği gibi
yapamadım. Ya suyunu az döktüm fidanın yatağına ya yatağını özensiz yaptım.
Benim de kendimce masum gerekçelerim yok değil. Hava çok sıcaktı, kamuflaj
bunaltmıştı ve postallar çok ağırdı.
Laf uzadı. Bu bir çevreye duyarlı olalım yazısı değil
demiştim. Peki ne bu? Bu bir hayatı anlama yazısı. İnsanoğlunun yüzbinyıllardır
ne yaptığını anlama ve ne yapacağını çözme yazısı. Belki de sadece soruyu
ortaya koyan bir yazı. Hiçbir kesin cevaba ve bir çözüme ulaşamayan bir
yazı.
Bir gün Yeşilköy Betonköy olacak mı?
Evet, olacak.
Ve çok yazık olacak.
Hüseyin Cem ÇÖL
2 Kasım 2012 - Pelitli