21 Kasım 2012 Çarşamba

82. Sayfa




Kimden duymuştum yoksa ben mi uydurdum hatırlamıyorum. Bir yemeğin, diye başlıyordu söz, tuzlu mu tuzsuz mu olduğunu anlamak için, tamamını yemek gerekmez; birkaç kaşık almak kâfi gelir.

İşlerimden fırsat buldukça, Perihan Mağden’in bu ayın başında çıkan son romanı “Yıldız Yaralanması”nı okumaktayım. Roman 313 sayfa ve henüz 82. sayfadayım. Romanı on gün önce satın aldım, hergün azar azar okuyorum ama hâla yarılamış bile değilim. Üstelik ders bahanem de yok, çünkü vize haftasındayız. Aslında ben, sevdiğim yazarların romanlarını haydi bir demeyeyim de, en çok üç oturuşta bitirmeyi seven biriyim. Böyle kitabın elimde uzun zaman kalmasından pek hoşlanmam. Çünkü, okumayı uzun vadeye yaymak, aktarılan hikayenin okuru sarma gücünü kırıyor. Ben bir anda romanın içine girmeliyim ve sayfalar arasında ilerledikçe, kendi dünyamdan mutlak anlamda uzaklaşıp sadece romanın bana sunduğu dünyanın içinde kaybolmalıyım. Araya uzun mesafeler koymak ya da romanın içinde ilerleme sürecini kısa tutmak, yani azar azar okumak, benim okuma alışkanlığıma ters.

Perihan Mağden’i severim. Rahatlıkla çok sevdiğim yazarların başında geldiğini söyleyebilirim. Tüm romanlarını okumuşum vaktinde. Denemelerini de öyle. Dilini, derdini, tarzını biliyorum. Yabancısı değilim üslubunun. Ama bu romanda, bu son romanda bir tatsızlık var. Bir yavanlık. Roman akmıyor. Roman akmadığı için, kendini sayfaların akıntısına bırakmak isteyen okur da akamıyor. Elime her alışımda en çok on sayfa okuyup bırakmamın başkaca bir izahı yok. Var bir sorun.

Peki sorun ne? Bu romanın sorunu ne?

Aslında tipik bir Perihan Mağden romanı bu da. Yine bir Kadınlar Cehennemi’ndeyiz. Bütün başrolleri arızalı kadınlar kapmışlar. Hepsi öyle. İstisnasız.

Şimdi bir ipucu yakaladım sanırım. Sorun, Perihan Mağden’in yine aynı mesele etrafında dön dolaş kalem çevirmesi. İlk kez Mağden okuyacaklar için belki sorun yok, ama benim gibi kitaplığında okunmuş bir düzine Mağden kitabı bulunan bir okur için artık bu konu bayatladı sanki. Evet, çok iyi anladık: KADINLARIMIZ ARIZALI. Çünkü, annelerimiz arızalı. Tamam, bu arızanın bir sebebi de erkekler. Mağden, hepi topu işte bu tema etrafında yazdı romanlarını. “Refakatçi” aynı, “Biz Kimden Kaçıyorduk Anne?” aynı, “İki Genç Kızın Romanı” haydi haydi aynı. Hepsinde sorunlu kız çocukları ve onların sorunlu anneleri, hatta annaneleri. Şimdiye dek bu denli kuvvetli hissetmemiştim bu gerçeği. Hatta mükemmeliyetçilğe reddiye denilebilecek o muhteşem “Haberci Çocuk Cinayetleri” romanı bile bu temanın mihenk noktası. En hasta anneler: Mükemmeliyetçi anneler. “Ali ile Ramazan”ı bile bu çerçevede tahlil etmek mümkün: Arızalı anneler elinde hayata, insana, dünyaya dair sağlıklı bir bakış açısı edinemeden büyüyen hoşgörüsüz ve empati yoksunu bir toplum. Erkeklik algısını yanlış bir temele oturtan sorunlu anneler.   

Perihan Mağden’in hep aynı tema etrafında romanlarını kotarması nasıl izah edilebilir? İnsan, ancak kabındakini boşaltır. Mağden’in özel hayatı hakkında hiç bilgim yok. Yazdıklarımın serbest çağrışımı ile bu soruya şöyle cevap verebilirim: Perihan Mağden hep arızalı anneleri ve onların sorunlu kız çocuklarını aktardı romanlarında. Demek ki, O da, sorunlu bir çocukluk yaşadı. Ve sorunları o kadar devasa idi ki, altıncı romanında bile hala travmasını anlatmayı devam ettiriyor. Sanki yaşadıkça ve yazdıkça, çocukluk travması kaleminden dökülmeye devam edecek.

Her yazar, ilk yapıtlarında kendi hayatını anlatmıştır. İstisnasız böyledir. Dostoyevski’den Tolstoy’a dek hepsi böyle. Yazar, önce kendini anlatmakla başlar işe. Sonra bu kalıbı kırar bazıları. Kendinden başlar ama hep kendini anlatmaz. Kaleminin ucu açıldıkça, başka insanları da aktarır. Asıl hüner, kişinin kendisini değil, başkasını anlatabilmesidir zaten. Büyük yazarlar, kendisini bitirdikten sonra başkalarını anlatmayı başaranlardır. Çünkü has edebiyat, empati üzerine inşa edilir. Yani başkasını anlamaktır ve başkasını anlatabilmektir mühim olan.  

Perihan Mağden’i severim demiştim, ilave edeyim, hem de çok severim. Kalemindeki delişmenlik, sözünü sakınmazlık, samimilik beni bir okur olarak hep cezbetmiştir. Belki de, romanlarında hayat verdiği kadınlardaki arızalıklar, gel-gitler; kaleminin ve dolayısıyla kendisinin de karakteri. Belki ben de, Perihan Mağden’i seviyorum derken, onun bu arızalığını seviyorumdur. Fakat, o’nun ilk romanından, son romanına kadar aslında hep kendi çocukluk travmasını anlatması, yazarlığının zaafiyetini göstermez mi?  Belki öyle. Anlaşılan o ki, Perihan Mağden, yazarlık hayatı boyunca, kendisini anlatmayı sürdürecek, çünkü ne kadar anlatırsa anlatsın kendisini bitiremeyecek, bu yüzden onun kaleminden kendisi dışındaki dünyayı okuyamayacağız.

Yeniden 82. sayfaya, “Yıldız Yaralanması” romanına dönelim. Romanın sonunda ne olacak diye düşünmeyi pek sevmesem de, düşünmeden edemiyorum doğrusu. Okuduğum son Mağden romanı “Refakatçi”’nin finali, adeta “Louise ve Thelma” filminin finali gibiydi. Soğuk bir Sarıkamış akşamında, odamda o son sayfaları okuduktan sonra, bir süre afalladığımı, bir an tek başıma kalmaktan korkarak bir arkadaş bulmak ve bir çift kelam etmek ümidiyle hemen giyinip Orduevi’ne gittiğimi çok iyi hatırlıyorum. O nasıl bir sondu öyle! Roman iyi kötü akarken, sanki arabayı uçuruma süren o iki kadın gibi birden bir kesiklik, boşalış. Ani bir fren.

Peki bu romanın sonunda ne olacak? Her şey olabilir.

1. Sun, Yıldız’ı öldürebilir.
2. Yıldız, Sun’u öldürebilir.
3. Sun ve Yıldız, birlik olup Hikmet Hanım’ı öldürebilirler.
4. Hikmet Hanım, Sun ve Yıldız’ı öldürebilir.
5. Sun ve Yıldız, hatta Güneş, hep birlikte Sitare’yi öldürebilirler.
6. Sitare Güneş’i, Hikmet Hanım Yıldız’ı öldürür, Sun da intihar edebilir.
7. Ha bir de, Oğuz Atay’ın Unutulan öyküsündeki çatıdaki adamı anımsatan o samanlıkta annemiz de var. Daha doğrusu var mı yok mu henüz anlamış değilim. Kafka’nın Petersburg’daki bir arkadaşı olup olmadığını da, öyküyü kaç kez okumama rağmen anlamadım. Romanın sonunda, samanlıktaki anne, samanlığı ve Yıldız’ın tüm evini yakabilir, böylece herkes ölür.
8. Annenin saklandığı samanlık aslında Yıldız’ın bilinçaltını simgeliyorsa, bu kez Yıldız’ın intihar edeceğine eminim. Her şey ve herkes Yıldız’ın etrafında şekillendiğine göre, Yıldız herkese şekil verdiğine göre, zaten kalanların önemi de yok. Yıldız yoksa hayat yok.  

Bu romana KADINLAR CEHENNEMİ derken hiç de haksız değilim sanırım.  

Ve bizler, kadın olalım, erkek olalım, bizim olan bu cennet bu cehennemin tam ortasındayız. KAÇIŞ YOK.  

Hüseyin Cem ÇÖL
21 Kasım 2012 – Pelitli