13 Şubat’ta günübirliğine Erzincan’a gitmem
gerekmişti. Öğle vakti şehre gelmiştim ve en az bir saatim vardı rahatça
dolaşabileceğim. Sıradan bir lokantada öğle yemeği ve akabinde kısa bir şehir
turu. Şehre dönük ilk intibam: Yolların genişliği, yönü cetvelle ince ince
hesaplanmış, her şey düz ve o ölçüde heyecansız, hadi yazayım o kelimeyi:
ruhsuz… Sonra öğrendim, depremden sonra Erzincan’ın yeni şehir planlamasını
Almanlar yapmışlar. Hiç şaşmadım buna. Bu kadar ince düzen, ancak hesapçı bir
milletin eseri olabilirdi.
Bu şehrin merkezi planlamasının bir benzerini de Kars’ta
görmüştüm. Ama hayır… Kars başkaydı. Tamam Kars’ın şehir merkezi de, Almanlar
değil de Ruslar tarafından birbirini şaşmaz bir doğrulukla kesen yollarla
örülmüştü ama hayır Kars’ın bir ruhu vardı… Belki o eski yapılar, o tarih Kars’a
ruh veriyordu. Belki ben o ruhu, Kars caddelerinde gezinirken ve inanılmaz
güzellikte kar yağarken, Orhan Pamuk’un Kar romanından kendi ruhuma
devşiriyordum. Erzincan’da ise tarih yoktu… Tarih olmayınca tüm o hastalıklı ve şaşmaz düzen,
insanı boğan mükemmellik; yapay, soğuk ve içtenliksiz göründü gözüme.
Sevemedim.
Erzincan’a bu ikinci gidişimdi. Yıllar önce,
seksenlerde, henüz beyaz yakalıklı, siyah önlüklü bir talebeyken, bu şehre bir
kez daha gelmiştim. O zaman nasıl bir yerdi hatırlamıyorum. Geniş bir caddenin -tren
istasyonuna yakın bir caddeydi bu-, yakınında bir apartmanda bir gece
konuklamıştık. Sebebi, artık geçmişte kalan, unutulmaya yüz tutan tatsız bir
anıdır. Geçelim.
Yolda giderken, Ahmet Muhip Dıranas’ın Fahriye Abla
şiirinden mısralar hep aklımın kıvrımlarında oynaşıp durdu: “Gönül verdin derlerdi o delikanlıya / En sonunda varmışsın
bir Erzincanlıya / Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın / Hâlâ dağları karlı
Erzincan'da mısın?”. Bir şiire, bir romana, bir öyküye mekan olamamış şehirler
kuru bir bina ve insan yığınından başka nedir ki? Sadece bu şiir bile benim
Erzincan’a tebessümle bakmam için yeterliydi. Gittim, gördüm evet bu şehrin
dağları hep karlı, dağlara bakınca bu şehrin yeryüzünün bir parçası olduğunu
idrak edebiliyorsunuz. Dağ, şehrin canına bir nebze can katıyor. Ama başınızı
dağdan çekip etrafta gezdirdiğinizde, cansız, kuru ve sıkıcı bir sessizlik.
Erzincan’ı sevemedim çünkü umutla gittiğim
yoldan hüsranla döndüm. Kuşkusuz kendi iç dünyamda yaşadığım bu hüsran da şehre
bakışımı menfi etkilemiştir.
***
Benim bir türlü bırakamadığım bir huyum
var. Günübirlik gittiğim ya da kısa süreliğine gittiğim bir yerde, mutlaka
orada bulunduğumun, orada gezindiğimin anısı ya da delili olsun diye bir “kitap”
alırım. Satın aldığım kitabın ilk sayfasına adımı, tarihi ve o yerin ismini
yazmak beni çok mutlu eder. Elbette Erzincan’da da birkaç kitap aldım. İki
Stefan Zweig ve bir Sadık Yalsızuçanlar.
Hatta yolda giderken on dakika mola verdiğimiz o köyden bozma küçük
ilçede bile, adı Köse’ymiş, kısa mola süresinde bir kitapçı buldum ve bir yemek
parasına bir düzine biyografi kitabı aldım. Evim, odam kitapla taşsa da, bu
huydan vazgeçecek gibi değilim. Kitap almayı, kitapla dolu bir odada zaman
geçirmeyi ve kitabın içindeki dünyalara dalıp batmayı seviyorum vesselam.
İşte o gün Ermerkez’in üçüncü katında
satın aldığım kitaplardan birini, Stefan Zweig’in “Meçhul Bir Kadından Mektup”
isimli uzun öyküsünü, bu Pazar öğleden sonrasında, işte bu soğuk odada, H 309’da
bir oturuşta okudum. Her ne kadar kapakta roman yazsa da bu bir uzun öykü ve
biliyorum bu tasnifin hiçbir önemi yok, çünkü roman ya da uzun öykü ne fark
eder, önemli olan ruha dokunan muhtevasının olması.
Kitap ruha dokunuyor. Bu mutlak. Ama bu
bahsi fazla açamam. Böyledir deyip geçeyim.
Stefan Zweig’in eseri, adından da çok açık
anlaşılacağı üzere, bir mektuptan ibaret. Elbette aşk mektubu bu. Ölmekte olan
bir kadının, tutkuyla sevdiği erkeğe yazdığı ilk ve son mektup. Tek taraflı,
platonik ve marazi bir aşk bu.
Kadın, hayatının son demlerinde bu mektubu
yazmayabilir, bilinmezliğe son vermeyebilirdi. Ama yazdı. Yazmasa olur muydu?
Bu soruya cevabım hayır. Her aşık, aşkına karşılık alamasa bile, aşkının
bilinmesini ister. Sadece bilinsin ister, karşılık bulsa da bulmasa da. Aşk
dediğimiz, sevilme ya da sevme değil, bilinme ihtiyacıdır. Bu böyle olmasa, ara
sıra içimizden seçtiği insanlar vasıtasıyla bize kitaplar (=mektup) gönderip
kendi varlığını hatırlatan Tanrı’nın yaptığı başka türlü nasıl izah edilebilir?
Bizden sevgi beklemiyor, çünkü O’nu
yaşatan bizim O’na duyduğumuz sevgi değil, bizim sevgimize ihtiyacı yok O’nun ama
O bizi seviyor ve sadece bunu bilelim istiyor. Çünkü O bizi yarattı. Biz O’nun
eseriyiz. Ve her maşuk, aslında aşık’ın eseridir.
O yüzden aşk kokusu sinmemiş insanlar,
şehirler, yollar, binalar ve yapılan her iş; cansız, soğuk, bereketsiz ve
ruhsuzdur.
Hüseyin Cem ÇÖL
24 Şubat 2013 – H 309