24 Şubat 2013 Pazar

"Meçhul Bir Kadından Mektup”: Bir Erzincan Hatırası



13 Şubat’ta günübirliğine Erzincan’a gitmem gerekmişti. Öğle vakti şehre gelmiştim ve en az bir saatim vardı rahatça dolaşabileceğim. Sıradan bir lokantada öğle yemeği ve akabinde kısa bir şehir turu. Şehre dönük ilk intibam: Yolların genişliği, yönü cetvelle ince ince hesaplanmış, her şey düz ve o ölçüde heyecansız, hadi yazayım o kelimeyi: ruhsuz… Sonra öğrendim, depremden sonra Erzincan’ın yeni şehir planlamasını Almanlar yapmışlar. Hiç şaşmadım buna. Bu kadar ince düzen, ancak hesapçı bir milletin eseri olabilirdi.

Bu şehrin merkezi planlamasının bir benzerini de Kars’ta görmüştüm. Ama hayır… Kars başkaydı. Tamam Kars’ın şehir merkezi de, Almanlar değil de Ruslar tarafından birbirini şaşmaz bir doğrulukla kesen yollarla örülmüştü ama hayır Kars’ın bir ruhu vardı… Belki o eski yapılar, o tarih Kars’a ruh veriyordu. Belki ben o ruhu, Kars caddelerinde gezinirken ve inanılmaz güzellikte kar yağarken, Orhan Pamuk’un Kar romanından kendi ruhuma devşiriyordum. Erzincan’da ise tarih yoktu…  Tarih olmayınca tüm o hastalıklı ve şaşmaz düzen, insanı boğan mükemmellik; yapay, soğuk ve içtenliksiz göründü gözüme. Sevemedim.

Erzincan’a bu ikinci gidişimdi. Yıllar önce, seksenlerde, henüz beyaz yakalıklı, siyah önlüklü bir talebeyken, bu şehre bir kez daha gelmiştim. O zaman nasıl bir yerdi hatırlamıyorum. Geniş bir caddenin -tren istasyonuna yakın bir caddeydi bu-, yakınında bir apartmanda bir gece konuklamıştık. Sebebi, artık geçmişte kalan, unutulmaya yüz tutan tatsız bir anıdır. Geçelim.

Yolda giderken, Ahmet Muhip Dıranas’ın Fahriye Abla şiirinden mısralar hep aklımın kıvrımlarında oynaşıp durdu: “Gönül verdin derlerdi o delikanlıya / En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya / Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın / Hâlâ dağları karlı Erzincan'da mısın?”. Bir şiire, bir romana, bir öyküye mekan olamamış şehirler kuru bir bina ve insan yığınından başka nedir ki? Sadece bu şiir bile benim Erzincan’a tebessümle bakmam için yeterliydi. Gittim, gördüm evet bu şehrin dağları hep karlı, dağlara bakınca bu şehrin yeryüzünün bir parçası olduğunu idrak edebiliyorsunuz. Dağ, şehrin canına bir nebze can katıyor. Ama başınızı dağdan çekip etrafta gezdirdiğinizde, cansız, kuru ve sıkıcı bir sessizlik.

Erzincan’ı sevemedim çünkü umutla gittiğim yoldan hüsranla döndüm. Kuşkusuz kendi iç dünyamda yaşadığım bu hüsran da şehre bakışımı menfi etkilemiştir.

***  

Benim bir türlü bırakamadığım bir huyum var. Günübirlik gittiğim ya da kısa süreliğine gittiğim bir yerde, mutlaka orada bulunduğumun, orada gezindiğimin anısı ya da delili olsun diye bir “kitap” alırım. Satın aldığım kitabın ilk sayfasına adımı, tarihi ve o yerin ismini yazmak beni çok mutlu eder. Elbette Erzincan’da da birkaç kitap aldım. İki Stefan Zweig ve bir Sadık Yalsızuçanlar.  Hatta yolda giderken on dakika mola verdiğimiz o köyden bozma küçük ilçede bile, adı Köse’ymiş, kısa mola süresinde bir kitapçı buldum ve bir yemek parasına bir düzine biyografi kitabı aldım. Evim, odam kitapla taşsa da, bu huydan vazgeçecek gibi değilim. Kitap almayı, kitapla dolu bir odada zaman geçirmeyi ve kitabın içindeki dünyalara dalıp batmayı seviyorum vesselam.

İşte o gün Ermerkez’in üçüncü katında satın aldığım kitaplardan birini, Stefan Zweig’in “Meçhul Bir Kadından Mektup” isimli uzun öyküsünü, bu Pazar öğleden sonrasında, işte bu soğuk odada, H 309’da bir oturuşta okudum. Her ne kadar kapakta roman yazsa da bu bir uzun öykü ve biliyorum bu tasnifin hiçbir önemi yok, çünkü roman ya da uzun öykü ne fark eder, önemli olan ruha dokunan muhtevasının olması.

Kitap ruha dokunuyor. Bu mutlak. Ama bu bahsi fazla açamam. Böyledir deyip geçeyim.

Stefan Zweig’in eseri, adından da çok açık anlaşılacağı üzere, bir mektuptan ibaret. Elbette aşk mektubu bu. Ölmekte olan bir kadının, tutkuyla sevdiği erkeğe yazdığı ilk ve son mektup. Tek taraflı, platonik ve marazi bir aşk bu.

Kadın, hayatının son demlerinde bu mektubu yazmayabilir, bilinmezliğe son vermeyebilirdi. Ama yazdı. Yazmasa olur muydu? Bu soruya cevabım hayır. Her aşık, aşkına karşılık alamasa bile, aşkının bilinmesini ister. Sadece bilinsin ister, karşılık bulsa da bulmasa da. Aşk dediğimiz, sevilme ya da sevme değil, bilinme ihtiyacıdır. Bu böyle olmasa, ara sıra içimizden seçtiği insanlar vasıtasıyla bize kitaplar (=mektup) gönderip kendi varlığını hatırlatan Tanrı’nın yaptığı başka türlü nasıl izah edilebilir?  Bizden sevgi beklemiyor, çünkü O’nu yaşatan bizim O’na duyduğumuz sevgi değil, bizim sevgimize ihtiyacı yok O’nun ama O bizi seviyor ve sadece bunu bilelim istiyor. Çünkü O bizi yarattı. Biz O’nun eseriyiz. Ve her maşuk, aslında aşık’ın eseridir.

O yüzden aşk kokusu sinmemiş insanlar, şehirler, yollar, binalar ve yapılan her iş; cansız, soğuk, bereketsiz ve ruhsuzdur.

Hüseyin Cem ÇÖL
24 Şubat 2013 – H 309 

Hiç yorum yok: