"- Türkülerinizde genellikle tabiatın, insanın iç güzelliği,
aşk, sevgi temaları ağır basıyor.
Neden?
- Daha ötesi yok da ondan."
(“Neşet Ertaş Kitabı”, Söyleşi: Haşim Akman,
T.İş Bankası Kültür Yayınları, 2.Baskı, Ekim 2012, s.48.)
Bu nasıl iş anlamadım, ne kadar çok çalışırsan çalış, yine yapılacak pek çok iş seni bekliyor.
Bu hafta sonuna üç iş bırakmıştım. Yazmam gereken bir bilirkişi raporu epeydir beni bekliyordu. Bütün gün uğraşırsam bitiririm diye umuyordum. Sonra iki dersin vize sınavı kağıtları masanın üstünde iki haftadır her gözüm değişinde bana utanmadan öpücük gönderiyorlardı, onları da hepsini olmasa da epeycesini elden geçirmek lazımdı. Nihayet, dönemin son üç haftasında anlatacağım dersleri gözden geçirmem şarttı. Ders planımı dönem başlarken yaparım ama nedense dersler işlendikçe plandan taviz vermek zorunda kalırım; e bu durumda planı revize etmek gerekir. Beş ders bu, boru değil. Her şey yolunda giden de var, ağır aksak kör topal yürüttüklerim de.
Tasarladığım hiçbir işimi yapamadım. Hafta sonunu evde ya da dışarıda değil de kumam H 309’da geçirmeme rağmen, masanın altında mazlum bir çocuk gibi bekleşen mahkeme dosyasına elim gitmedi. Hiç değilse sınav kağıtlarını okuyayım dedim, üç-dört kağıt da okudum, fakat her biri küçük bir destan cesametinde, oku oku bitmiyor. Kıçıkırık üç kağıdı okumak yarım saatimi aldı. Yoruldum okumaktan, bıraktım bir köşeye sınav tomarını da. Final sınavını test mi yapsam nedir? Tamam, test sorusu hazırlamak da vakit alıcı ve yorucu ama yazılı kağıtla kıyası kabil değil. Eşref saatine denk gelir de, soru kağıdı yerine cevap kağıdını çoğaltırsan, işte tek o vakit başın –hem de ne biçim- ağrıyor; onun haricinde test yöntemi, milli içkimiz ayranın yanında ızgara köfte gibi, tadından yenmiyor. Oku(t)ması yarım saat, bilemedin kırk beş dakika. Evet, finaller için test seçeneğini bir daha düşünmeli. Sınav kağıtlarını da masadan kaldırınca, ders planlarım üzerimde çalışmak hiç içimden gelmedi.
Tasarladığım hiçbir işimi yapamayınca ben de kendimi tembelliğe vurdum. Benim tembelliğim ya aynı şarkıyı/türküyü arka arkaya defalarca dinlemek ya da zevkime, meşrebime uyan bir kitabın sayfaları arasında saatlerce kaybolmak. Bazen ikisini aynı anda yaptığım da olur: Müzik dinlerken kitap okumak gibi… Bu, tembelliğin karesidir ki, sonrasında bir de deliksiz uyuyabilirsen, bilesin ki Süleyman görse sendeki saltanatı çatlar kıskançlığından.
Tembelliğimin şansına şarkılardan “Yaralı”, kitaplardan ise Haşim Akman’ın hazırladığı “Gönül Dağında Bir Garip” alt başlıklı “Neşet Ertaş Kitabı” çıktı. Bir söyleşi kitabı bu. O yüzden rahatça, zorlanmadan okunan bir ritmi var. Zaten ben oldum olası söyleşi kitapları okumayı severim. Gazetelerin hafta sonu eklerindeki söyleşileri okumayı da çok severim. En lüzumsuz kişilerle yapılan söyleşiler bile, insana, insanlığa, hayata dair bişeyler öğretir.
“Neşet Ertaş Kitabı”, iki gün boyunca elimden düşmedi. Neşet Ertaş’ın hayat hikayesini, zaten ben başka kitaplardan, bilhassa Bayram Bilge Tokel’in kitabından ve belgesellerden bilmiyor değildim. Bu kitapta, Neşet Ertaş’a dair bilmediğim pek az bilgi bulabildim. Fakat, yine de bu kitapta ben, çok esaslı bir bilgiye ulaştım: Neşet Ertaş’ı neden çok sevdiğimi bu kitabı okurken anladım.
Neşet Ertaş’ı kendimi bildim bileli dinliyorum. Kimi zaman ibadet duygusuyla dinliyorum. Bir hocayı dinler gibi, bana özel ders veriyormuş gibi, ders halkasındaymışım gibi dinliyorum. Sadece kulağımla değil, yüreğimle ve aklımla dinliyorum. Onu dinledikçe hamlık derisini parçaladığımı “piştiğimi” hissederek dinliyorum. Severek, saygıda kusur etmeyerek, edeple dinliyorum.
İnsan, sever. Sevmek kolaydır, hatta anlıktır. İnsan önce sever, neden sevdiğini de bilemez bazen, sonra sonra bu soruyu sorar kendine: Neden seviyorum ben? Ne buluyorum? Neden peşindeyim?
“Neşet Ertaş Kitabı”, bu gönül adamına duyduğum sevginin sebebini bana apaçık gösterdi. Aslında ben müzikten anlamam. Ne nota bilirim, ne de bir enstrüman çalmasını. Şimdi anlıyorum ki, müzik de diğer sanat kolları gibi hakikati arama ve bulma yolunda bir araçtan başka bir şey değil. Aslolan ne saz, ne resim, ne şiir, ne tiyatro. Neşet Ertaş, hayatı boyunca çalıp söylediği türkülerinde aslında bir olan hakikati dile getirmiş, dile getirdiği hakikat ile benim hayatım boyunca olgunlaştırdığım hayat görüşüm örtüşmüş, bendeki tüm bu sevginin sebebi de işte bu kadarmış. Benim yolum, Neşet Ertaş’ın türkülerinde en halis, en berrak ifadesini bulmuş; ben o yüzden Neşet Ertaş’ı hiç bıkmadan döne döne dinliyormuşum.
Nedir bu yol? Hayata inanmak, güzele inanmak, hayatın hakkını vermek gerektiğine inanmak, hayatın hakkının ancak aklını kullanarak, gayreti elden düşürmeyerek, çabalayarak ve aşkla aleme bakarak verileceğine inanmak; hayatın merkezinde aşkın yattığına inanmak, korku ve menfaat olmaksızın yaratıcıya inanmak, yaratanın bir parçasının insanda olduğuna –can’a- inanmak, bu yüzden yaratana aracısız ulaşabileceğine inanmak, araya birilerini sokmak gerekmediğine inanmak ve en önemlisi korku ve menfaat hissinin yaratıcı ile insan arasındaki bu bağı zedelediğine inanmak...
Ezcümle : Bu hafta sonu Neşet Ertaş söyledi, ben dinledim, Thomas Paine de, asırlar ötesinden ikimize selam gönderip olup biteni tasdik etti.
Hüseyin Cem ÇÖL
28 Nisan 2013 – Pelitli
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder