Bu yazı bir öykü taslağıdır.
Bir büyük kumpası açığa çıkartmak için hayatlarını feda
eden/etmekte olan dört gayretkeş tanıdım yakın zaman içinde. İşbu yazı, kumpas
avcısı dört gayretkeşi takdimimdir.
Birincisi, içlerinde “en hırçın” olanı… Oysa en az “hırçın”
olması gereken kişi işte bu birincisi olmalıydı. Çünkü akademik terbiye ve
disiplin, düşüncelerin daha sakin bir dille savunulmasını gerektirir. “Bağırmak”,
telaş işaretidir; görüş sahibinin, görüşlerinin doğruluğundan emin olmadığını
izhar ettirir. Hele ki “tekrar” akademik disipline hiç uygun düşmeyen bir
yöntemdir. Tekrar, öğrencinin aptal yerine konduğunu gösterir (lafın tamamı
aptala söylenir) ya da tekrar bombardımanına maruz kalan öğrenci aptallaşır, çünkü
“tekrar” skolastik eğitim yöntemlerindendir; çağımız bilim anlayışına da uymaz.
Ama yine de, bu babacan ve öfkeli adamdan çok şey öğrendiğimi inkar edemem.
Onun da, en az diğerleri gibi vicdan sahibi, erdemli ve gerçeğe aşık bir
kişiliği olduğundan hiç şüphe duymuyorum. Tam emin değilim ama “ana mesele”
hakkında, diğer üçünden farklı bir görüşü olduğunu, bu noktada sadece onunla aynı
görüşü paylaştığımızı da hissediyorum. Umarım.
İkincisi, içlerinde “en bilgili” olanı… Samimi bir dönek…
Kumpası en iyi bilen ve bundan ötürü oyunu bozmak için en can acıtıcı, hatta
can alıcı, hedefi doksandan vurucu iddialar ileri süren kişi. 200 km hızla
giden bir otomobili anında durdurabilir bir iddiası. Bir büyük bilmece kendisi.
İçerden gelip içeriyle savaş açan bir Râvendi. Otobiyografisini yarıladım,
hayat hikayesini anlattığı mülakata göz attım. Anladım ki, bu adam davasında
samimi. Ve çok cesur. Ve çok vicdan sahibi. Aslında karşı tarafta olması
gereken erdemlerin sahibi. Fakat bir yerde hata yapıyor mu acaba diye düşünmeden
duramıyorum. Amaç kumpası açığa çıkarmak mı, yoksa kumpasın içinde yaşayıp da
kumpasın farkında olmayan oyuncular bertaraf etmek mi? Oyuncuların ekserisinin “saf
(=kumpasın farkında olmayan kişiler)” olduğunu varsayıyorum. Hata var mı derken
kastettiğim burası. Amaç kumpasın kendisi olmalı, oyuncular değil.
Üçüncüsü, içlerinde “en naif” olanı… En naif dedim, çünkü,
içlerinde tek şair bu. Düzinelerce şiir kitabı yayınlamış. Şairliği tartışma
götürür ancak hayata şiir penceresinden baktığı tartışılmaz. Şiir gibi düşlemlerin
ürünü olarak adlandırılan bir alanı hayatının en önemli iştigal sahası yapmış
birinin fizikötesi olduğu iddia edilen her hususu yok sayması apaçık çelişki
değil midir? Öyle midir bilemem ama kendisine hiç değilse “romantik gerçekçi”
diyebiliriz. Dört adam içinde kendimi hem en yakın hem en uzak hissettiğim de
işte bu adam. Şairin “ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm” dediği gibi; hem
hayata verdiğim anlam bakımından ona çok benziyorum ve itiraf edeyim ki onu
seviyorum; hem de en temel meselede onun gibi düşünmediğim için ondan fersah
fersah uzağım. “Seviyorum” sözcüğünü sadece bu üçüncüsü için rahatlıkla kullanabilirim,
diğer üçüne değer verdiğim doğrudur ama seviyorum diyemem, dahası bu çok önemli
de değil.
Dördüncüsü, içlerinde “en çaylak” olanı… Sadece bilgileri “aktarmakla”
yetinse, diyeceğim ki, iyi araştırmacı, fakat aktardıklarına ilişkin yorum
yapmaya kalkınca “sığlığını” ifşa ediyor ister istemez. Nedir o çocukça
sataşmalar, acemi salvolar, göstere göstere laf koymalar… Bir sözlük sitesinde kendisinden
“ikinci adamın junioru” diye bahsedildiğini okumuştum. Şimdi hak veriyorum bu
tespite. O da, ikinci adam gibi içerde çıkıp da, içeriye savaş açanlardan.
Muhakkak ki cesur ve davasında samimi. Ama dediğim gibi, iyi bir araştırmacı ve
aktarıcı olabilir, lakin iyi bir tetkik edici değil.
Dört adamdan üçü hayatta değil, sadece biri hayatta… Gel gör
ki, ne hayatta olmayanlara “Allah rahmet eylesin” demeye dilim varıyor, ne de
yaşamakta olana “Allah uzun ömür versin” demeye… Konu, bu dört adam olunca, “dua”
iyiniyetli ve safiyane bir yakarış olmaktan çıkıyor, yersiz ve absürd bir laf
öbeğine dönüşüyor.
Hüseyin Cem ÇÖL
12 Nisan 2014 – Trabzon
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder