14 Kasım 2014 Cuma

Yedi Öğrencimi Takdimimdir



Kafka’ya…

Biliyorsun, hayatımın sis’ler içinde bıraktığım ve pek de hatırlamak istemediğim bir dönemini, seni okumakla, senin peşinde koşmakla tükettim. Hatta o günlerin izlerini taşıyan “Kafka’nın Peşinde” başlığını koyduğum bir dosyam bile hazır duruyor kitaplığımda. Belki bir gün ilaveler yaparım da, senin ve benim adım bir kitap kapağında buluşur, ne hoş olur. Lafı uzatmadan sadede geleyim. Senin yazdıklarının epeycesini ve bu arada elbette on bir oğlunu okudum. Şimdi okuma sırası sende. Sana on bir değil ama yedi öğrencimden bahsetmek istiyorum. Doğrusu şu ki, hiçbirini adamakıllı tanımıyorum. Sadece biriyle, bir akşamüstü çay içip sohbet etmişliğim var o kadar. En çok da onu tanıdım diyebilirim zaten. Ötekiler hepten silik izlerden ibaret. Bu mektup ise, silik izleri bir araya getirip, bir anlam arama çabasından ibaret. Sahici bir anlama ulaşabileceğimden kuşkuluyum. Her şey beynimizde olup bitiyor sonuçta. Parçaları etrafa dağılmış bir yap-bozu birleştiriyor değilim; birkaç parçası elde kalmış, tabanlığı bile kayıp bir yap-bozu el yordamıyla inşa etmenin peşindeyim. İşim zor. Sadece göstereceğim çabayı önemsiyorum. Şurası da var ki, balıklar gibi zihnimde oynaşıp duran bu tuhaf çağrışımları yerine göre bir baba gibi, bir kardeş gibi, -dürüst olmam gerekirse bazen- bir sevgili gibi, bir eş gibi, bir yoldaş gibi, bir sırdaş gibi, bir hoca gibi, bir ağabey gibi ama en çok bir insan gibi seviyorum. Biri hariç. Sana yazdığım bu mektup, biraz da sevdiklerimi neden sevdiğimi anlama çabası. Tamam, kimse hariç değil, sözümü geri aldım, anlatırım yeri gelince. Gece uzun, mevzu derin, yazacağım sabaha kadar.

Bu kadar girizgah yeter.

Gece demini aldığına göre başlayabilirim takdim faslına.

*

Yedi öğrencim var.

Birincisi, kendisini fark ettiğim ilk günden bu yana hep “depresif”. Cesaret edebilsem bir gün diyeceğim ki, “gel bakalım kuzum, neyin var, anlat bana…” Üç aşağı beş yukarı ne anlatacağını da tahmin etmiyor değilim: Sorunlu bir ergenlik, kendine yabancılaşma, hayattan kaçış, şiirle ve müzikle mutlu olma gayretleri, belki geride yarım kalmış kırık dökük bir aşk kalıntısı… Hikayesini kendi ağzından dinlesem elimden ne gelir? Hiç. Bir yaraya merhem olmayacağımı bilsem de, yine de dinlemek isterim sonuna kadar. Çünkü şunu bilirim ki, uzun uzun sıkıntılarından bahseden biri, belki gözü dolacak, belki ağlayacak; ama er geç anlatmaktan bitap düşüp yorulacak ve kısa bir an bile olsa “rahatlayacak”. O “rahatlama” anına tanık olmanın ve buna salt dinleyerek bile olsa katkıda bulunmanın hazzını yaşamak isterim. Aslına bakarsan –çok iyi bilirsin ya- kimseye ilaç olamam, kimseyi teselli edecek iç ferahlatıcı, yüksek tesirli sözler söyleyemem, beceriksizin biriyimdir teselli konusunda. Söyleyeceğim tek söz, bildik bir klişedir: Çok da dert etme, beterin beteri var, yeryüzünde senden daha kötü durumda olanlar var; hem hayat güzel, kuşlar uçuyor, bardağın dolu tarafını gör vs…  Ki, -yine çok iyi bilirsin ya-, bu klişeyi de hiç sevmem, sanki başkalarının felaketlerinden mutluluk payı çıkarır gibi bir havası var. Karşımdaki insan çözülse, yine de aklıma teselli edici başka bir laf gelmez, bu iğrenç klişeden medet umarım. Diyeceğim o ki, bu öğrencim bir gün bana içini açsa, hiçbir şey değişmeyecek, belki bir an kendi sergüzeştini anlatmış, anlatabilmiş olduğu için “huzur” duyacak; yanımdan ayrıldığında ise yine kendi derdiyle başbaşa kalacak, çözümü de eğer varsa yine kendi bulacak ya da çözümsüzlüğü içinde ölü bir bebek gibi taşımasını öğrenecek. Yeryüzüne atılmış her insanın yaptığı gibi.  

İkincisi, yüksek doz mizah ve yüksek doz zeka. Ve ne acı ki, yaşadığı olaylara, hayatındaki küçük detaylara mizahi açıdan yaklaşan her insanda olduğu gibi, içinde bir hüzün kazanı kaynıyor. Mizah onda bir maske. İçteki mutsuzluğun, hüznün, hayatta aradığını bulamamışlığın maskesi. Onun zeka kokan mizahına her tanık oluşumda, yüzüme yaydığı tebessümden ötürü kendisine gıyaben teşekkür ediyorum; ancak hemen ardından mizahın altındaki devasa hüzün aysberginin varlığı kendini belli edince, onun adına samimiyetle üzülüyorum. Kendisi nedense mutlu görmek istediğim insanların başında geliyor. Belki o gün, aradığı her neyse onu bulduğu ve mutlu olduğu o gün, hüzün yakıtı kalmayacağı için ender insanlarda görülen zeka yüklü mizahi yaklaşımı da son bulacak. Olsun. Bir gün onun halının desenleriyle nişanı bozduğunu anladığımda diyeceğim ki, “ne iyi, cancağızım kurtardı kendini sonunda, hakettiği mutluluğa kavuştu.”

Üçüncüsü, karyola demirindeki deliğin acımasızca kendini hatırlatışını ya da ceketin sol cebinin iç yakıcı yalnızlığını/yok sayılmışlığını damarlarında duyumsayacak kadar bana benzeyen biri. Kendimi ne kadar tanıyorsam, onu da o kadar tanıyorum. Kendimi ne kadar seviyorsam, onu da o kadar seviyorum. Geçmişimde yaşadığım mutsuzlukları yaşamasını hiç istemem ama biliyorum ki bana bu kadar benzeyen biri, az çok benim hayat yoluma benzer bir yoldan yürüyecek, sanat (hassaten edebiyat) ile hukuk mesleği arasında denge kurmaya çalışacak, kuramayacak, bocalayacak, belki benden çok daha önce aklını başına alıp hayatın gerçeğinin maddiyatta yattığına kanaat getirecek ve sakin bir limana demir atacak, gençlik yıllarını ise “az deli değilmişim” diye yüzünde gevrek bir gülümsemeyle anacak. Kahin değilim, geleceği bilemem. Ama merak etmiyor da değilim: Hakiki sanat, insana yol göstermez; insana sadece azık -hayatı ve dünyayı kavrayış, yorumlayış zenginliği, biraz da empati yeteneği- verir, o azık yardımıyla insan kendi yolunu kendi bulacaktır. Oysa kenarda bekleşen simsarlar (her türlü –lik, -lık, -izm), insanı kendi yollarının doğru yol olduğuna ikna etmeye çabalar. Hatta insan, bu simsarların kucağına doğar. Simsarların elinden kurtulup kendi yolunu kendi çizmek, aklını kullanmaya cüret etmek, her babayiğidin harcı değildir. Simsarların elinden kendimi kırk yaşında kurtardım. Peki sen ey yirmi sene önceki halim, ne zaman kurtaracaksın kendini simsarlardan ya da kurtarabilecek misin?

Dördüncüsü, bir tablo. Hüzünden azade güleç bir yüz. Sanki hep çocukluğunda, ergenliğinde el üstünde tutulmuş gibi, hayatın acı yüzüyle hiç tanıştırılmamış gibi ve bundan sonra da hayatı hep böyle steril yaşayacakmış gibi. Gerçek bir hayatı olmadı ve hiç de olmayacak. Bu yüzden, gerçek bir acısı ya da gerçek bir sevinci de olmayacak. Hayat ona hep altın tepside sunulacak. Çok çalışmayacak, çünkü çalışmasına gerek olmayacak. Hayatın anlamı üzerinde kafa yormayacak. Hayatın ortasında tebessüm yayan bir parlak bir elbise. Zararsız, hatta tebessüm yaydığına göre yararlı ama sahici olmayan bir görüntü.  

Beşincisi en sevdiğim ve en az tanıdığım ve tanıdıkça neden sevdiğime anlam veremediğim. Ne birincisi gibi gizemli, ne ikincisi gibi zeki, ne üçüncüsü gibi duyarlı, ne dördüncüsü gibi ışıltılı. Biraz çocuksu, biraz saf, çokça basit. Sadece varlığı mutluluk verici. Ötesi olmayan bir mutluluk. “İyi ki varsınız”dan ibaret, var olmanın mutlu olmaya kâfi geldiği bir parlaklık. Belki budur beni çeken. Hüzün kaynamıyor içinde, anlatmaktan imtina ettiği dertlerle muzdarip de değil. Fikri derinliğine de tanık olmadım, dünyayı kavrayış zenginliğine de. Sadece “var” ve o’nun varlığına tanık oluşum beni nedense çok mutlu ediyor. Bu kısa takdim, onu yeriyor mu, övüyor mu bilemedim bir an. Bildiğim şu: Başbaşa kalsam kendisiyle konuşacak hiç ortak noktamız yok. Ve ne tuhaf. Bu ortak noktasızlığı bile onun kâr hanesine yazıyorum.     

Altıncısı, artık uzak bir anı. Hayatın beni Trabzon’a savurduğu günlerin seherinde karşıma çıkan, henüz sis’ler içinde önümü zor görürken tesadüf ettiğim, bana samimiyetle uzanan ve benim kabaca reddettiğim bir yardım eli. Kabaca reddettim çünkü tek derdim vardı “iyi bir hoca olmak”. Hala da öyledir. Beş yıldır iyi bir hoca olmak, verimli ders işlemek kadar kafamı meşgul eden ikinci bir derdim olmadı. Bile isteye bu derdi kendime en büyük dert edindim, diğer tüm dertlerimin ağırlığı azalsın da, onlardan bir an önce kurtulabileyim diye. Diğer dertlerimin yükü göreceli olarak azaldığına göre, beş yılın sonunda bu yolda epey mesafe katettiğimi söylemeliyim. Bu mesafeyi katederken geride bıraktığım hayali enkazlardan biri de bu altıncısı. Şimdi nerdedir, ne yapmaktadır; hayat onu nereye sürüklemiştir, bilemem. Dağılan sis’lerden biri.

Yedincisi, bir türlü içimden atamadığım kinimdir. Uzun uzun yazmaya kalksam kinim artar ve kin, sinede bir yüktür, bilirim. En iyisi, bu takdim kısa kalsın.

*

İçimde çöreklenmiş insan tortularını yazıya dökeyim derken şöyle böyle değil harbi yoruldum. Uykum geldi.  

Umarım bu önemsiz mektup, blogdaki yazı kalabalığı içinde kendini kısa zamanda ve kolayca unutturur.

Hüseyin Cem ÇÖL
 14 Kasım 2014 – Pelitli