12 Aralık 2015 Cumartesi

Teşekkür ve Şükür Yazısı



Dün akşam dönemin son dersini yaptım. Bir teşekkür ve şükür yazısı yazmaya kendimi yükümlü hissediyorum. Vakit geç oldu. Uykum da var ama biliyorum ki, zaten uykum olsa da uyuyamayacağım. Boşuna yatakta debelenmektense, yazmak, yazarak geceyi geçirmek en doğrusu.

Dün akşam dönemin son dersini yaptım ve dönemi kendi açımdan tamamlamış oldum. Bundan sonrası, ödeviyle, sunumuyla, finaliyle, bütünlemesiyle öğrenciye ait. Artık öğrenci düşünsün. Top benden çıktı. Rahatlıkla söyleyebilirim ki, keyif aldığım, mutlu olduğum bir dönem geçirdim. İşimden keyif almayı önemsiyorum, çünkü benim için başarının anlamı sadece keyif almak, mutlu olmak; varolduğum anı kişiliğime en uygun tarzda tüketmek. Keyif aldığım bir dönem oldu, o halde başarılıyım, o halde var olduğum anları kişiliğime en uygun tarzda tükettim, bu kadar basit. Kariyer merdivenlerini tırmanıp mutsuz bir adam olmaktansa, akademik kariyerin en altında kalıp işini mutlulukla yapmayı daha doğru buluyorum.

Özetle, bu dönem iki dersim vardı ve her ikisini anlatmak için çabalamaktan keyif aldım. Bu keyfin üç müsebbibi var. Üçüne de ayrı ayrı teşekkür etmezsem haksızlık etmiş olacağım. Bu yazı işte bu teşekkürün ifadesi.

Birincisi, fakülte yönetimine teşekkür ediyorum.

İkincisi, asistan arkadaşlara.

Üçüncüsü de, öğrencilere.

Fakülte yönetimine teşekkür etmemim sebebi, bu dönem üzerime az ders yükü yüklemeleri. Böylece, hem birlerle, hem üçlerle daha uzun soluklu, daha geniş, konuları aceleye getirmeden, daha yavaş ders işleme imkanı bulabildim. Nerdeyse her hafta, her iki sınıfla da ek ders yapabildik. Böylece konuları, biraz daha bol örnekle, pratik çalışmalarla ve ayrıntılı inceleyebildik. Eğer ders yüküm bu kadar az olmasaydı, ek ders yapma imkanımız asla olmayacaktı. Daha da önemlisi, ağır ders yükü altında ezileceğimden, var olan derslere de yorgun, bitkin girecektim, bu da ders verimini daha da düşürecekti.

Şu ders yükü meselesini biraz açmalıyım. Çünkü bilen biliyor ama bilmeyen beni çok üzüyor.

2010 yılının Temmuz ayında Trabzon’a geldiğimde, ders anlatma tecrübem neredeyse hiç yoktu. Fakat, tüm deneyimsizliğime, hatta cehaletime rağmen, ders anlatmayı çok istiyordum. Çünkü akademisyen olma hayallerim suya düşmüştü, hiç değilse iyi bir ders anlatıcısı olayım ve bununla ömrümü tamamlayayım istiyordum. Kenarda köşede kalayım, bana az iş versinler, ben de kendimi fazla yormadan yaşayıp gideyim diye bir derdim asla olmadı. Bütün derdi bu olanları da hiç anlamadım. Çalışmak, insanı hem diri tutuyor, hem de hayatın hakkını verdiğini hissediyorsun. Maaşımı alırım, gerisi beni ilgilendirmez anlayışına hiç sahip olmadım. 2010’dan bu yana, elimden geldiğince fakültenin işleyişine katkıda bulundum, sorunun değil çözümün parçası olmaya çalıştım, asla görevden kaçan biri olmadım.

2010’un Eylül ayında dersle başlamadan hemen önce, o zamanki dekan hocamız bana “Medeni mi anlatmak istersin, yoksa Borçlar mı?” diye sormuştu. Uzun boylu düşünmeden “Borçlar” demiştim. Erbabı bilir, özel hukukun gözbebeği Borçlar’dır. Özel hukuk dersleri içinde kafa açan, hukuk nosyonu kazandıran, problem çözmeyi öğreten asıl ders Borçlar’dır. Borçlar anlatmayı hep sevdim, hatta Medeni ve Ticaret anlatırken bile, çoğu konuda Borçlar’a dalış yaptım, öğrenci ne kadar farkında bilemem ama çoğu Medeni ve Ticaret dersinde ben hep Borçlar anlattım. Bu hem zorunluluktu, hem de Borçlar anlatmayı sevdiğim için keyfim öyle istiyordu. Oysa o yıl Borçlar’ı severek, isteyerek tercih etmeme rağmen, ders bana bir boy büyük geldi ve dersin ağırlığı altında ezildim, bocaladım. Eğer sadece Borçlar dersi üzerime yüklenseydi, belki yine bocalardım ama daha az bocalardım. Fakat, Borçlar’ın dışında Ticaret, İş Hukuku, Hukuka Giriş derslerini, değişik yerlerde ve saatlerce anlatmak yükünü üstlenmek zorunda kaldım. Polis Okulunda, Metalurji Mühendisliğinde, İİBF’de derslere girip çıkmaktan, o çok sevdiğim Borçlar dersini hakkını vermek mümkün olamadı. Yani bir koltuğa iki değil dört karpuz sığdırmak zorunda kaldım ve tüm çabama rağmen hiçbir ders, en çok da Borçlar dersi, hayal ettiğim seviyenin çok altında seyretti. Bir dönem bittiğinde kendimi başarısız hissettim.

Sonraki bir yıl askerlik ve yeniden Trabzon.

Ağır ders yükü hiç değişmedi. Haftada 35-40 saat ders anlattım. Şikayet ettiğim de oldu, olmadı değil, fakat şikayetle bu işin değişmeyeceğini kanıksadığımdan, var olan durumu en iyi şekilde değerlendirmeye çalıştım. İki hedefim vardı: Ders anlatmaktan hep keyif almak ve ne olursa olsun öğrenciye faydalı olmak. Ders yapmaktan keyif aldıkça, öğrencinin de dersi sevdiğini ve ifade ettiklerimin anlaşıldığını sezdim. Bu beni çok motive etti. Aşırı çalışmaktan yorgun düştüğüm çok an oldu. Aşırı çalışmak, uyku düzenimi de bozdu. Çoğu zaman ders, -ne tuhaf-, bittikten sonra da kafamın içinde kendini anlatmaya devam etti. Bu hafif şizofrenik halet-i ruhiyeyi sevdim. Küçük çaplı bir delilikti bu aslında (ve hala devam etmekte, bitmiş değil). Fakat, bundan kaçış nasıl olsun. Sabah ders, öğleden sonra ders, akşam ders, hafta sonu ders... Hayat dersten ibaret olunca, ders dışı anlarımda bile, beynimin içinde, hayali öğrencilere ders anlatmaya devam ettim.

Dersle ilgim sadece ders zamanlarına, güz ve bahar dönemlerine mahsus değildi. Yaz tatillerim de hep derslerle meşgul olmakla geçti. Derste anlattığım konuların daha iyi kavranması için sürekli ders slaytı hazırladım ve her yıl bu slaytlarımı gözden geçirerek, daha açık ve anlaşılır olması için gayret ettim. Ders slaytlarıma verdiğim emeğin en büyük tanığı, galiba, Göksel Kırtasiye’nin sahibi Selahattin Bey’dir. Ona da bu vesileyle teşekkür ediyorum. Son beş yılda, bana, belki farkında, belki farkında değil, çok katkısı olmuştur.

Lafın kısası, son beş yıl ağır ders yükü altında ezilmeden ayakta kalmaya çabalamakla, buna rağmen işimden keyif almak için ve öğrencilere faydalı olabilmek için uğraşmakla geçti. Keyif alma amacıma ulaştığımı söyleyebilirim, tek tük keyif bozan vakaları dışta tutarsak, son beş yıl, güzel geçti, çok güzel geçti. Peki öğrenciye faydalı olabildim mi? Belki evet, belki hayır. Zaten kimse kimseye bir şey öğretemez, ancak öğrenmesine yardım edersin. Ben sadece “çaba” gösterdim. Elimden gelen sadece bu oldu. “Çaba”mı gören talebe, benden bir şey öğrenemese bile, çabamdan ötürü bana saygı duydu ve beni sevdi. Ben de onları çok sevdim. “Çaba”mı görmeyen, göremeyen birkaç kendini bilmezi ne affettim, ne de affederim.  

Eğer daha az dersim olsaydı, özellikle kendi fakültemin öğrencilerine daha çok katkıda bulunacağımı aklımdan geçirirdim. Bu yıl nihayet, aklımdan geçeni uygulama imkanım oldu. Fakülte yönetimi beni İİBF’nin koridorlarında gezinmekten kurtardı ve bana sadece iki dersin sorumluluğunu verdi. Böylece haftada 35-40 saat ve sabah-öğle-akşam ders anlatmaktan kurtulup, sadece kendi fakültemizin öğrencileri ile ilgilenmek imkanı bulabildim. Zaman bana kalınca, rahatça ve geniş geniş ders yapmak, yetmeyince ek derslerle takviye etmek mümkün olabildi. Postacının, haftasonu tatilinde şehri dolaşması gibi, bana arta kalan zamanı da yine derslerle doldurarak geçirdim. Böylece, hem aldığım keyif arttı, mutlu oldum; hem de nicedir hayalimde olan kendi fakültemizin öğrencileriyle daha yoğun ders yapma amacımı da gerçekleştirmiş oldum.

Lafı uzattım, hemen bağlayacağım. Fakülte yönetimine teşekkür ettim, beni İİBF koridorlarından kurtarıp, zamanımı HF amfilerine ve sınıflarına tahsis ettiği için. İkinci olarak, asistan arkadaşlara da teşekkür ediyorum. Çünkü, İİBF’deki dersler onların çabalarıyla yürütüldü, benim bir dahlim olmadı. Onların her biri de, en az benim kadar, belki daha fazla ders anlattılar. Eğer onlar olmasaydı, ben bu dönemde anlattığım dersin 4 katını anlatmak zorunda kalacaktım. İş başa düşünce haftada 40 saat de, 45 saat de anlatılıyor. Fakat, arzu edilen hedefi tutturmak mümkün olmuyor. Sabah İcra, öğleden sonra Medeni, akşam Ticaret, ertesi gün Borçlar diye diye dersler geçiyor, sonra beden iflas ediyor, ne sen dersten keyif alıyorsun, ne de öğrenci dersten verim alıyor. Eğer, bu dönem asistanlar ders yükümün önemli bir parçasını üstlenmeselerdi, ben bir şekilde dersleri kör-topal yürütürdüm, ancak birkaç kendini bilmezin haksız ithamlarına yine maruz kalırdım ve şu yazdığım teşekkür yazısını kesinlikle yazıyor olmazdım.

Dönem bitti, güzel bitti, fakülte yönetimine ve asistanlara teşekkür ettim ama en çok öğrencilere teşekkür ediyorum. Özellikle de birinci sınıflara. Tüm okullar “öğrenci” için var. Öğrenciyi dışta bırakırsanız, geri kalan her şey, binalar, memurlar, hocalar, kampüsler hatta kitaplar anlamını yitirir. O yüzden, hedefte mutlaka öğrenci olmak zorunda. Öğrenme ve öğretme, heyecan istiyor. Daha doğrusu öğrencide ve öğretende heyecan olmazsa, dersler kuru, yavan ve tatsız geçiyor. Birinci sınıflara her ders anlatmaya girdiğimde, öğrencilerin yüzünde öğrenme heyecanına tanık oldum. Bu heyecan, seneye -ne yazık ki-, azalacak biliyorum. Bu heyacanı uzun süreli kılmak, hatta fakülte bitene kadar muhafaza etmek biraz da bizim elimizde. Ben, elimden geldiğince onların heyecanını üst seviyede tutmaya çalıştım. Onlar da benim bu çabama, derslerime katılarak, derslerime aktif katılarak, soru sorarak, öğrenme kanallarını açık tutarak ve bunları yaparken de, en ufak bir saygısızlıkta bulunmayarak, benim keyfimi bozmayarak karşılık verdiler. Onların hukuk mesleğine iyi bir adım atmaları için karınca kararınca çabaladım. Umarım faydam olmuştur, umarım faydam olmaya önümüzdeki yıllarda da devam eder.        

Son olarak, ilişkimiz her ne kadar gel-gitli olsa da, Allah’a da şükrediyorum. Son beş yıldır derslerle yatıp derslerle kalktığımdan ailemi, eşimi, çocuklarımı ihmal ettim. Buna rağmen, büyük kızım da, oğlum da –benden pek de destek görmeden gösterdikleri- başarılarıyla beni gururlandırdılar. İlkokula bu yıl başlayan küçük kızımın da ablasının, abisinin izinden gideceğini seziyorum. Demek ki çocukların içinde var, benle ilgisi yok. Eve ekmek getirmek dışında, onların eğitimleriyle çok fazla ilgilenmediğim, ilgilenemediğim halde, eşimin de benim de yüzümüzü ağarttılar. Bana, anlayışlı-fedakar bir eş; tanıyan herkes tarafından övülen, takdir edilen çocuklar nasip ettiği için, Allah’a da şükrediyorum.

Herşey yalan, aile gerçek. Vesselam.

Hüseyin Cem ÇÖL
    12 Aralık 2015 – Pelitli