Lafı
uzatacağım. Gafımı okumak isteyen lafıma katlanır.
Trabzon’a gelmeden önceki son üç
yılımı Ankara Elvankent’te geçirdim. Sekiz yıl süren Mamak cenderesinden sonra
Elvankent cennet gibi gelmişti: Ferah, tenha, sakin ve yeşillikler içinde bir
semt. Adeta tatil köyü. Hazır, mekan da değiştirmişken, evde farklı ve yeni bir
ses olsun istedim ve bir “kuş” satın almaya karar verdim. Kızım ve oğlumla,
sitenin hemen karşısındaki Eray Çarşısı’na gittik, enerjisi cüssesine dar
gelen, yerinde duramayan, bıcır bıcır öten bir kuş aldık. Muhabbet kuşu mudur,
kanarya mıdır bilmem, aralarındaki farkı da şu kadar yıl oldu hâla anlamış
değilim. Kuş deyip geçiyorum, el kadar bir şey işte, gerisini siz anlayın. Kafesiyle
beraber kuşu eve getirirken “şimdi buna isim koymak lazım” dedim. Oğlum atıldı,
yekten, “adı Fırfır olsun” dedi. Böylece adını “Fırfır” koyduk.
Fırfır, kısa sürede bize alıştı.
Pencereleri kapatıp, kafesin kapısını açardık; geniş salonda o duvar senin bu
perde benim özgürce uçardı. Bizden de sakınmazdı, omzumuza konardı, bazen kulak
mememize arsız ve iç gıdıklayıcı öpücükler kondururdu. Salonu sesiyle zangır
zangır titretir, yeter artık diyene kadar uzun uzun öterdi. Hasılı kelam, çekirdek
ailemizin minik bir ferdi oldu.
Ama bir gün… Salon penceresini açık unuttuğumuz
bir gün… Uçtu gitti. Oğlum sitenin, hatta hemen yakınımızdaki Adalet Parkı’nın bütün
ağaçlarına bakındı. Bulamadık.
2010 Temmuz’unda Trabzon’a taşınınca,
“hazır, mekan da değiştirmişken”, bir kuş daha alalım dedim. Aldık, adını yine “Fırfır”
koyduk. İlki gibi, yüksek volümlü, hareketli. Yine kısa sürede biz ona alıştık,
o bize. Kafesinden çok salonda özgürce uçarak yaşamaya başlamıştı. Aynen ilki
gibi. Kaderi de aynı oldu. O da, pencereyi açık bulduğu bir gün tam
bağımsızlığı tercih etti.
Ben artık eve kuş alınmasına hepten karşıydım. Aldığımız kaçıyordu. Kaçmasın diye kafese hapsetsek, ona da insanın vicdanı elvermiyordu. O yüzden kuş bahsini ebediyen kapattık diye düşünüyordum. Kedi, köpek zaten özel bakım isteyen hayvanlar. Hem beceremeyiz, hem ailede herkes istese bile İçişleri Bakanı kararı veto edebilir, onu ikna etmek zor. Hasılı, ikinci Fırfır vakasıyla “evde hayvan olayına (!)” mecburen nokta koyduk.
Nokta koyduğumuzu sanmışım
demeliyim. Geçen sene bir akşam eve geldiğimde, oğlumla kızımın benden
habersiz, yine bir kuş satın aldığını gördüm. Kaderi öncekiler gibi olmasın
diye, bu kez adını “Limon” koymuşlar. “Limon” gerçekten de öncekiler gibi çıkmadı.
Adı gibi huyu da değişik. Korkak, sinik, pısırık, çekingen bir hayvan. Hareketli
değil. Kafesini açsak bile salonda uçmuyor. Evcimen. Oğlum, avcuna alıp, salonun
bir köşesine götürse bile, hemen kafesine geri dönüyor. Ötmüyor da. Ses seda
yok. Evde varlığı belli değil. Yani, kuş demeye bin şahit ister. Ye, iç, sıç,
uyu; yaşadığı böyle bir hayat.
Tamam
sıkıldınız farkındayım. “Hoca, lafı bırak, gafa gel” diyorsunuz. Pekala.
Haftasonları, ayak sürüyerek değil, hevesle
gittiğim bir dersane var. Ortam güzel, gençler ders dinlemeye, öğrenmeye istekli.
Ben de anlatmayı seviyorum zaten. Fiziki şartlar da ders yapmaya, çalışmaya müsait.
Çatı katını ve terası kantin yapmışlar. Kantin işletmecisi ise tam bir kuş
meraklısı. Ben diyeyim 15, siz deyin 20 güvercin besliyor teras katında. Bir o
kadar da, muhabbet kuşu, kanarya vs. var. Kantinin içi kuş sesiyle cıvıl cıvıl
sizin anlayacağınız.
Trabzon’da bu laf kullanılır mı
bilemem ama bizim oralarda kuş meraklılarına “kuşbaz” derler. Kuşbazlar,
aslında zararsız insanlardır, hayvan seven insan zararlı olabilir mi? Fakat,
gel gör ki, toplum, kuşbazlara makbul insan gözüyle bakmaz. Çünkü, gözleri hep
gökyüzündedir, hep gökyüzüne bakan adam evine bakmaz, eşini, çocuğunu sefil
eder anlayışı yüzünden bizde kuşbazlara
kız da vermezler. Her kuşbazın içinde “kuş
gibi uçma, bu hayattan başka bir hayata uçarak kaçma” özlemi yatar, belki
bu özlemlerini doyurmak amacıyla kuş beslerler, onları uçururken kendileri
uçmuş gibi haz duyarlar. Kuşbazlar, toplumla uyum sağlayamayan, asosyal (ama
antisosyal değil) insanlardır. Çocukluğumun geçtiği mahallede de kuşbaz ağabeyler
hatırlıyorum. Güvercinlerin ayağına ip bağlayıp uçururlardı. Tavan arasında kuş
odaları vardı. Rengarenkler kuşlar arasında hayatlarını geçirirlerdi.
Siz
de çok sabırsız çıktınız. Tamam asıl meseleye geliyorum.
İki hafta önce dersaneye gittim. Dersin
başlamasına yirmi dakikadan fazla zaman var. Kantinden bir çay alayım da,
nefesim açılsın dedim. Üst kata çıktım. Kantin tenha ama kuşlar toplu halde senfoniye
başlamış. Öyle güzel ötüyorlar ki, insanın yüzüne gayrıihtiyari tebessüm
yerleşiyor. Kantinciye selam verdim, selamımı aldı. Bir çay istedim. Bir gözüm
kuşlarda, kulağımda kuş sesleri, biraz da laf olsun diye, yekten sormuş bulundum:
“Benim de bir kuşum var. Ötmüyor. Ne
yapmalıyım?” Bir an sessizlik oldu. Sanki kuşlar bile sustu o an kantinde.
Kantincinin dudaklarında hafif bir tebessüm sezdim ama söylediğim sözün nereye
gidebileceğini ve hatta gittiğini anlamadım. Saf saf bekledim, soruma cevap
verilmesini. “Hocam ne kuşu?" dedi. “Bilmiyorum ama muhabbet kuşu galiba” dedim.
“Muhabbet kuşuysa, ötmez zaten” dedi. Biraz daha kelam oldu aramızda. Çayı
aldım, aşağı kata koordinatörün odasına indim.
Tek başıma odada çayımı yudumlarken,
kantinciyle aramdaki mükaleme birden aklıma geldi. Hay Allah! Lan yukarıda ne
dedim ben adama öyle. Ettiğim lafa bak. Adam ne gülüyordur bana şimdi. Sorumu
olduğu gibi anlayıp, bana gergedan boynuzu, ne bileyim mesir macunu tavsiye
etmeye kalksaydı ne olacaktı? Ne diyecektim o zaman? “Hiç mesir macunu olur mu,
kuş bu, macunu nasıl yesin?” desem, ki bu saflıkla derdim kesin, muhabbet iyice
Aziz Nesinlik olurdu. Aklıma geldikçe kendime kızdım, “son günlerde ne boşboğaz
adam oldun be Cem’cim” diye söylendim. Sonra kızmayı bıraktım, güldüm.
Neyse işte, abartmayın, siz de gülün
geçin.
Hüseyin
Cem ÇÖL
H 309 –
16 Kasım 2016