29 Nisan 2013 Pazartesi

20 Soru


Taraf gazetesinin son sayfasında “20 Soru” isimli bir köşe var. Eskiden blog aleminde “mimleme” derler bir aktivite hakimdi. Şimdi, hâlâ devam ettirenler var mı bilmiyorum. İşte bu 20 Soru, blog alemindeki mimlemeye çok benziyor. Taraf çıktığından bu yana bu köşe hep var.  Gazetenin bugünkü sayısında 20 soruyu cevaplayan ise oyuncu Rüçhan Çalışkur. Varsayalım ki, Rüçhan Çalışkur beni mimlemiş olsun. 
İşte 20 soru ve cevaplarım:   

1- En sevdiğiniz kelime?
Hakediş.
2- Nefret ettiğiniz kelime?
Unvanını, makamını insanların hayrına, iyiliğine değil de, egosunu tatmin etmek için kullanan ne oldum delisi çakma firavunların ağzından çıkan herhangi bir kelime.  
3- Ne sizi heyecanlandırır?
Doğru anlaşılmak.
4- Heyecanınızı ne öldürür?
Yanlış anlaşılmak.
5- En sevdiğiniz ses nedir?
Bağlama sesi.
6- Nefret ettiğiniz ses nedir?
Toprak delici makinesinin çıkardığı ses.
7- Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?
Gişe memurluğu.
8- Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?
Her yetenekten bir parça olsa fena olmazdı hani (Everything but little little).
9- Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?
Kim olursam olayım, ben yine bir yolunu bulup kendim olurdum.
10- Nerede yaşamak isterdiniz?
Nerede yaşarsam yaşayayım, kendimi dışımda bırakamayacağıma göre, hülyalara kapılmaya gerek yok; halen yaşadığım yer, yaşamak istediğim yerdir.  
11- En önemli kusurunuz nedir?
Çalışkanlık ile tembellik arasında istikrarlı bir istikrarsızlığım var.
12- Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?
Gece vakti uyku tutmayınca, buzdolabında ilaç için bir kaşıklık bile olsa yemek bırakmamak.
13- Kahramanınız kim?
Tahir Sami Bey.
14- En çok kullandığınız küfür?
Hay ben senin aaa…ğzını öpeyim.
15- Şu anki ruh haliniz?
Aradığını bulmuş, huzur içinde; fakat bulduklarını paylaşacak kimse yok, yalnız.
16- Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?
İnsan hak etmediği şeyin sahibi olamaz. (Aziz Nesin)
17- Mutluluk rüyanız nedir?
Yazılmış ve yazılacak bütün kitapların raflara dizildiği, bitmez tükenmez bir kitap labirentinin koridorlarında gezinmek.
18- Sizce mutsuzluğun tanımı?
Kendini sevmemek, kendini tanımamak, kendini yetersiz hissetmek, kendinle barışık olmamak.
19- Nasıl ölmek isterdiniz?
Bir bahar günü, ikindi vakti, açık havada toprağa uzanmışım, yalnızım, iki elim başımın altında, güneşe göz kırpıyorum, yavaş yavaş tebessüm ederek ruhumu teslim ediyorum.
20- Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı'nın kapıda size ne söylemesini istersiniz?
Çalışma odan üst kattaki kütüphanenin sonunda. Asistanın Kate Upton. J  
Hüseyin Cem ÇÖL
29 Nisan 2013 – Pelitli

28 Nisan 2013 Pazar

“Bilmiş Ol Ki Gönül Hak’tır…”


"-          Türkülerinizde genellikle tabiatın, insanın iç güzelliği,
aşk, sevgi temaları ağır basıyor.
Neden?
-          Daha ötesi yok da ondan."

(“Neşet Ertaş Kitabı”, Söyleşi: Haşim Akman,
T.İş Bankası Kültür Yayınları, 2.Baskı, Ekim 2012, s.48.)

Bu nasıl iş anlamadım, ne kadar çok çalışırsan çalış, yine yapılacak pek çok iş seni bekliyor.
Bu hafta sonuna üç iş bırakmıştım. Yazmam gereken bir bilirkişi raporu epeydir beni bekliyordu. Bütün gün uğraşırsam bitiririm diye umuyordum. Sonra iki dersin vize sınavı kağıtları masanın üstünde iki haftadır her gözüm değişinde bana utanmadan öpücük gönderiyorlardı, onları da hepsini olmasa da epeycesini elden geçirmek lazımdı. Nihayet, dönemin son üç haftasında anlatacağım dersleri gözden geçirmem şarttı. Ders planımı dönem başlarken yaparım ama nedense dersler işlendikçe plandan taviz vermek zorunda kalırım; e bu durumda planı revize etmek gerekir. Beş ders bu, boru değil. Her şey yolunda giden de var, ağır aksak kör topal yürüttüklerim de.  
Tasarladığım hiçbir işimi yapamadım. Hafta sonunu evde ya da dışarıda değil de kumam H 309’da geçirmeme rağmen, masanın altında mazlum bir çocuk gibi bekleşen mahkeme dosyasına elim gitmedi. Hiç değilse sınav kağıtlarını okuyayım dedim, üç-dört kağıt da okudum, fakat her biri küçük bir destan cesametinde, oku oku bitmiyor. Kıçıkırık üç kağıdı okumak yarım saatimi aldı. Yoruldum okumaktan, bıraktım bir köşeye sınav tomarını da. Final sınavını test mi yapsam nedir? Tamam, test sorusu hazırlamak da vakit alıcı ve yorucu ama yazılı kağıtla kıyası kabil değil. Eşref saatine denk gelir de, soru kağıdı yerine cevap kağıdını çoğaltırsan, işte tek o vakit başın –hem de ne biçim- ağrıyor; onun haricinde test yöntemi, milli içkimiz ayranın yanında ızgara köfte gibi, tadından yenmiyor. Oku(t)ması yarım saat, bilemedin kırk beş dakika. Evet, finaller için test seçeneğini bir daha düşünmeli. Sınav kağıtlarını da masadan kaldırınca, ders planlarım üzerimde çalışmak hiç içimden gelmedi.    
Tasarladığım hiçbir işimi yapamayınca ben de kendimi tembelliğe vurdum. Benim tembelliğim ya aynı şarkıyı/türküyü arka arkaya defalarca dinlemek ya da zevkime, meşrebime uyan bir kitabın sayfaları arasında saatlerce kaybolmak. Bazen ikisini aynı anda yaptığım da olur: Müzik dinlerken kitap okumak gibi… Bu, tembelliğin karesidir ki, sonrasında bir de deliksiz uyuyabilirsen, bilesin ki Süleyman görse sendeki saltanatı çatlar kıskançlığından.
Tembelliğimin şansına şarkılardan “Yaralı”, kitaplardan ise Haşim Akman’ın hazırladığı “Gönül Dağında Bir Garip” alt başlıklı “Neşet Ertaş Kitabı” çıktı. Bir söyleşi kitabı bu. O yüzden rahatça, zorlanmadan okunan bir ritmi var. Zaten ben oldum olası söyleşi kitapları okumayı severim. Gazetelerin hafta sonu eklerindeki söyleşileri okumayı da çok severim. En lüzumsuz kişilerle yapılan söyleşiler bile, insana, insanlığa, hayata dair bişeyler öğretir.
“Neşet Ertaş Kitabı”, iki gün boyunca elimden düşmedi. Neşet Ertaş’ın hayat hikayesini, zaten ben başka kitaplardan, bilhassa Bayram Bilge Tokel’in kitabından ve belgesellerden bilmiyor değildim. Bu kitapta, Neşet Ertaş’a dair bilmediğim pek az bilgi bulabildim. Fakat, yine de bu kitapta ben, çok esaslı bir bilgiye ulaştım: Neşet Ertaş’ı neden çok sevdiğimi bu kitabı okurken anladım.
Neşet Ertaş’ı kendimi bildim bileli dinliyorum. Kimi zaman ibadet duygusuyla dinliyorum. Bir hocayı dinler gibi, bana özel ders veriyormuş gibi, ders halkasındaymışım gibi dinliyorum. Sadece kulağımla değil, yüreğimle ve aklımla dinliyorum. Onu dinledikçe hamlık derisini parçaladığımı “piştiğimi” hissederek dinliyorum. Severek, saygıda kusur etmeyerek, edeple dinliyorum.
İnsan, sever. Sevmek kolaydır, hatta anlıktır. İnsan önce sever, neden sevdiğini de bilemez bazen, sonra sonra bu soruyu sorar kendine: Neden seviyorum ben? Ne buluyorum? Neden peşindeyim?
“Neşet Ertaş Kitabı”, bu gönül adamına duyduğum sevginin sebebini bana apaçık gösterdi.  Aslında ben müzikten anlamam. Ne nota bilirim, ne de bir enstrüman çalmasını. Şimdi anlıyorum ki, müzik de diğer sanat kolları gibi hakikati arama ve bulma yolunda bir araçtan başka bir şey değil. Aslolan ne saz, ne resim, ne şiir, ne tiyatro. Neşet Ertaş, hayatı boyunca çalıp söylediği türkülerinde aslında bir olan hakikati dile getirmiş, dile getirdiği hakikat ile benim hayatım boyunca olgunlaştırdığım hayat görüşüm örtüşmüş, bendeki tüm bu sevginin sebebi de işte bu kadarmış. Benim yolum, Neşet Ertaş’ın türkülerinde en halis, en berrak ifadesini bulmuş; ben o yüzden Neşet Ertaş’ı hiç bıkmadan döne döne dinliyormuşum.
Nedir bu yol? Hayata inanmak, güzele inanmak, hayatın hakkını vermek gerektiğine inanmak, hayatın hakkının ancak aklını kullanarak, gayreti elden düşürmeyerek, çabalayarak ve aşkla aleme bakarak verileceğine inanmak; hayatın merkezinde aşkın yattığına inanmak, korku ve menfaat olmaksızın yaratıcıya inanmak, yaratanın bir parçasının insanda olduğuna –can’a- inanmak, bu yüzden yaratana aracısız ulaşabileceğine inanmak, araya birilerini sokmak gerekmediğine inanmak ve en önemlisi korku ve menfaat hissinin yaratıcı ile insan arasındaki bu bağı zedelediğine inanmak...
Ezcümle : Bu hafta sonu Neşet Ertaş söyledi, ben dinledim, Thomas Paine de, asırlar ötesinden ikimize selam gönderip olup biteni tasdik etti.
Hüseyin Cem ÇÖL
28 Nisan 2013 – Pelitli 

23 Nisan 2013 Salı

“Gök Ekini Biçmiş Gibi...”


'Ölümümden kimse sorumlu değildir.
En çok babamı üzeceğim için üzgünüm.
Hayattan zevk almıyorum.
İşyerinde de mutlu değilim.
Başarılı olduğumu düşünmüyorum'

18.4.2013’te intihar eden akademisyen
Murat Elbay’ın ardında bıraktığı not

İntihar etmiş iki genç tanıdım. İki er. İkisini de intihar ettikten hemen sonra tanıdım. Onların soğumaya başlamış çıplak bedenlerini gördüm. Artık hayatla olan kavgalarını sona erdirmiş, masum, savunmasız ve yaralı hallerini. İç çatışmaları ve dış çatışmaları bitmişti, mutlak bir sessizlik ve huzur sinmişti tenlerine.
Biri, nöbet kulübesinin yanında yığılıp kalmıştı. G3’ü çenesinin altına dayamış, mermi miğferini delip çıkmıştı. Henüz gün doğmamışken vermişti kararını. Nöbetinin bitmesine yirmi beş dakika kala. Yani bir saat otuz beş dakika boyunca, o birkaç metrekarelik nöbet kulübesinde an be an zihninde kendisini hazırlamıştı verdiği o karara. Ardında birkaç kırık cümle de bırakmıştı. Not defteri, kamuflajının sağ cebinden çıkmıştı.
Bir diğeri, duvarlarına asırlarca çıkmamacasına barut kokusunun sindiği bir silahlıkta kanla dolu zeminde yatmakta idi. O odada, o ve ben ikimizdik. Ben ayakta, o yerde kan denizine uzanmış yatmakta. Yüzünün yarısı paramparça. Mermilerden biri elektrik kablolarına da isabet ettiği için, kesikti elektrikler. Bir ışıldak bulmuşlardı, odayı ve yerde cansız yatan eri gösteren. Öylece kalakalmıştım. Duman, barut, kan kokusu arasında; biri cansız, diğeri canlı iki beden. Soğukkanlı olmak lazımdı, ölümün ve hayatın karmaşık yapısını zihnimden silip atmaya çalışmıştım, olup biteni en basit haliyle kabul etmeye çabalamıştım. Ve ne tuhaf, kendimden hiç ummazdım, başarmıştım da.
Bir genç neden intihar eder? Bu bilinebilir mi? Eğer, intihar vakasının soruşturmasını yapmakta iseniz, tekemmül etsin diye çabaladığınız dosya bir intihar dosyası ise, bu soruya cevap bulmak zorundasınızdır. Bulabildim mi? İntihar eden askerlerin dolapları, yatakları, çamaşırları, çantaları, defterleri didik didik edildi; koğuş arkadaşlarının, komutanlarının, aile fertlerinin tek tek ifadesi alındı. Gerçeği öğrenebildim mi? Acaba, soruşturma sırasında, bir yol bulup karşıma dikilselerdi, kendileri ne için intihar ettiklerini açık açık söyleyebilirler miydi?  
Bir genç neden intihar eder? Bilinemez bu sorunun cevabı. Bilinir de söylenemez mi yoksa? Çünkü bunun cevabı ağırdır. Kimse söyleyemez o cevabı yüreklice. “Sistem” der çıkarız işin içinden. En kolayı, en yürek ferahlatanı, en iç soğutanı budur çünkü. Aynaya hiç değilse bir süre bakamayanlar, aramızdaki en masum katillerdir. Bir intihar varsa, herkes katildir.     
Bir genç intihar eder, bir an duraklanılır, niyesi merak edilir, sonra herkes kendi şarkısını söylemeye kaldığı yerden devam eder.  
Maalesef.
Hüseyin Cem ÇÖL
23 Nisan 2013 – Pelitli

21 Nisan 2013 Pazar

“Işık da Ne Yapsın, Söner…”


Üniversite nedir? Üniversite, esasında bilimin ve sanatın buluştuğu, el ele verdiği mekandır. Sağlıklı, dengeli ve mutlu bir topluma, ancak bilime ve sanata hak ettiği değeri vererek ulaşılabilir. Her dönem aynı bilgileri öğrenciye sunmakla ve dönem sonunda bu bilgileri onlardan geri istemekle “bilim” yapılamayacağı ortada. Bilgilerin sorgulanabilmesi, işlenebilmesi ve öğrencinin gelişiminde rol oynayabilmesi için, eğitimin sanatsal faaliyetlerle desteklenmesi şart. Lafın özü, eğitim şart, ancak sanatla desteklenmesi şartıyla şart.  
Dün,  KTÜ’de tiyatro festivali başladı. Sahne alan ilk oyun Yılmaz Erdoğan’ın yazdığı “Kadınlık Bizde Kalsın”.  Karadeniz Teknik Üniversitesi Tiyatro Kulübü (KÜT) tarafından hazırlanan oyunu zevkle, beğeniyle, yer yer kahkahayla, çokluk tebessümle izledim. Başta oyuncular olmak üzere emeği geçen herkesi tebrik ederim. Oyunu eleştirmek haddime düşmez. Oyunda görev alan ekibin ne kadar özveriyle çaba gösterdiğini ve sahneye en iyisini sunmak için heyecanla uğraştıklarını anlamak zor değil. Bize de, tüm ekibin özverisini ve heyecanını ayakta alkışlamak düşer.    
Tiyatro festivalleri ve diğer sanatsal faaliyetler, üniversitelerde bilim-sanat dengesini kurmada önemli bir işleve sahip. Fakat, marifet iltifata tabidir, takdir görmezse kaçar. Bu tür festivalleri tertipleyenlerin, yeni ve daha iyi faaliyetlerde bulunmak için şevke getirilmesi gerekir. Bu da ancak halihazırda yaptıklarının desteklenmesiyle mümkün.
Dün akşam, festivalin ilk oyunu sahnelenmekteydi. Doğrusu fakülteden çıkıp tiyatroya doğru yürürken, AKM’nin önünün tıklım tıklım olacağını düşünüyordum. Hiç de düşündüğüm gibi değildi, gayet sakindi ortalık. İçeri girdim, benim koltuğuma başkası oturmuştu, ben de başka bir boş koltuğa oturdum; demem o ki “yer sorunu” yoktu. Oysa olmalıydı. O salon dolup taşmalıydı. Öğrenci sayısının ellibini aştığı söylenen bir üniversitede, o salonun dolup taşması vakayi adiyeden sayılmalıydı. İlgi azdı diyemem yine de oyuna, haksızlık etmeyeyim, salonun çoğu dolmuştu fakat neden hepsi değil?
Elbette, herkesin tiyatroyu sevmesini bekleyemeyiz. Sevgide serbestiyet esastır, malum. Yine de insan düşünmüyor değil, bin kişilik o salonu dolduracak kadar tiyatroseveri nasıl olmaz koskoca bir üniversitenin? İlk gün dolmazsa, hangi gün dolacak o salon?
Bana “sorun sistemde” demeyin, bu çok büyük bir aldatmaca. Sorunu “sisteme” yıkmak, sistem denilen de her neyse artık, hem zihin tembelliğinin göstergesi, hem de kendini sorunların dışında tutarak bir tür aklama yöntemi.
Sorun sistemde değil tek tek hepimizde. Öğrencisinden öğretim üyesine dek, her birimizde.
Hüseyin Cem ÇÖL
21 Nisan 2013 – Pelitli

19 Nisan 2013 Cuma

Bu Bap, Edebe Mugayyir Hâl ve Hareketi İhbar Alınan Ze(rze)vat-ı Muhterem’in İkazı Beyanındadır


“Zor ders yoktur, kopya çekilemeyen sınav vardır”
Bir Tibet Atasözü  

Öğrencilik hayatımda iki kez kopya çektim, ikisinde de yakalandım. Ceza hukuku diliyle ifade etmek gerekirse, kopya çekme girişimlerim eksik teşebbüsle noktalandı.
Aradan yıllar geçmiş fakat ikisini de çok net hatırlıyorum. İlkinde, ilkokul ikinci sınıftaydım. Yani, kopyacılığa hayli erken başlamışım, zatıma hürmeti eksik etmeyin, kulağı kesiklerden sayılırım bir yerde. Öğretmenimin adı Ayşe Yılmaz mıydı? Meselenin bu kısmı flu. Bir kadındı , burası kesin de, ismi evet Ayşe Yılmaz’dı galiba. Sivas’ta Vali Muammer İlkokulu. Şimdi, farkına vardım. Okulun adı Vali Muammer’di, popçu Tarkan der gibi valinin soyadı yoktu okulun künyesinde. Neden acaba? Vali Muammer kimdi, bize anlattılar mıydı o yıllarda? Sanmam. Anlattılarsa bile aradan kaç yıl geçmiş, hatırlamam mümkün değil. İlkokul mezuniyetim 86 yılı. Seksenlerin ortası.
Kopyayı anlatıyordum değil mi? Hayat Bilgisi dersinin sınavıydı. O zamanlar sınavlarda test yapılmazdı, test yöntemi ya bilinmiyordu ya da klasik sınava nazaran hazırlanması zahmetli olduğundan tercih edilmiyordu. Ben ilkokul hayatımda test yöntemiyle sınav olduğumu hatırlamam. Sınavın adı “yazılı” idi. Birkaç soru sorulur, ki onlar da sınav sırasında öğrenciye yazdırılırdı, akabinde bunların cevabı istenirdi. Öğretmenimiz ne sormuştu, şimdi bile hatırlıyorum. Soru şuydu : “Hava durumu nedir?”  Öğretmenin arka sıralarda gezindiği bir anı kollamış ve çıkarıp kitabı bakmıştım. Enselendim tabi. Oysa çok çalışkan bir talebeydim. Hatta sınıfın en çalışkanı. Öğretmen, kopya çekmemi bana hiç yakıştıramadı, affetmedi de. Sıfır aldım o yazılıdan.
İlk kopya çekme girişimimin başarızlıkla sonuçlanması, tüm özgüvenimi sildi süpürdü, korkumdan uzun yıllar yeni girişimlerde bulunmadım. Ta ki lise üçe kadar. Bu kez sınav Tarih’ten. Yine bir “yazılı”. Dersin hocası, üst dudağını bıyığının örttüğü ilginç bir insandı. Birikimli ve dürüst bir kişiliği vardı, fakat nedense öğrenciyle sağlıklı bir irtiibat kurmazdı, kuramazdı. Yabancı gibiydi, hatta “yaban” demeli belki. Kitabı masaya koyar, ayağa kalkar, pek az kitaba bakarak bütün bir dersi ayakta masanın yanında, pek fazla yer değiştirmeden anlatırdı. Ben bu hocayı gizli gizli severdim fakat hoca kimseyi sevmezdi. Hocayı sevmemin iki sebebi vardı. Birincisi, “tarih” delisiydim. İkincisi ise, bu adamda bir masumluk ve sanki hakkı yenmişlik duygusu hakimdi. Acıyor muydum yoksa O’na? Belki.
Dedim ya, tarih delisiydim. Hatta sınıfta tarihi en iyi olan bendim. Sebebi şu : O sene -91- babam beni üniversite sınavlarına daha iyi hazırlanmam için Divriği’den Sivas’a babaannemlerin yanına göndermişti ve Sivas Lisesi’ne kayıt yaptırmıştı. Benim tercihim sosyal dersler olduğu için, haliyle “Edebiyat” sınıfına kaydolmam akıllıcaydı. Fakat, babamın çok yakın arkadaşı olan bir memur vardı lisede, ki benim velim olmayı da kabul etmişti, “aman” dedi “edebiyat sınıfına vermeyelim,  orası çok haylaz olur, yoldan çıkar, ders falan çalışmaz, en iyisi matematik sınıfına verelim”. Ve ben sosyal tercih yapacak olmama rağmen son sene Matematik sınıfında okudum. Tarih dersini de, hem çok sevdiğim için, hem de sınavda işime yarayacağı için daha bir hevesle dinliyordum. Ve ben bu dersin sınavında kopya çektim. Hoca 10 soru sormuştu, 9’unun cevabını çok iyi biliyorum, 1’ini ise bilmiyorum. Yine kitabı açıp dizime yaydım. Velhasılı, aynı yöntem, aynı sonuç: Enselendim.  
Bunları niye yazıyorum? Çünkü, uykum kaçtı, yatakta uyuyacağım diye dört dönmek beni deli ediyor. Yazmak, uykusuzluğa çare değil elbette. Hatta yazdıkça uykum iyice kaçıyor. Yarın dört dersim var fakültede, sabah ondan gece dokuza kadar. Şimdi uykum yok ama gündüz vakti uykusuzluk beni deli edecek. Bunu da çok iyi biliyorum, yine de yazmaya devam ediyorum, yolda muz kabuğu gören Temel gibi.  
Neyse canlar…
Her yazının bir anafikri vardır diye belletildi okul sıralarında. Bu yazının ana fikri şudur: Hocanın yaptığını yapmayın, dediğini yapın, velhasıl ben ettim, siz etmeyin sakın ola KOPYA ÇEKMEYİN. Ord.Prof.Dr.Haki Hakkı Haksever’in, Batı üniversitelerinde bile yıllarca ders kitabı okutulan meşhur “Adam Olmaya Giriş” kitabının arka kapağında yazdığı gibi “KOPYA ÇEKEN ÖĞRENCİ, HEM HIRSIZ, HEM AHLAKSIZ, HEM DE EŞEKTİR”. Hoca kibarlık yapmış. Kopya çeken öğrenciye “eşek” denmez, en şeddelisinden “eşşek” denir.
Duydum ki, şu son vize sınavlarında insanlıktan sıkılıp eşşekliğe meyleden birtakım ze(rze)vat- ı muhterem bulunmaktaymış. Beyler, darılmaca yok, kitabın ortasından konuşalım, YAPTIĞINIZ DÜPEDÜZ EŞŞEKLİKTİR.
Bunca lafa rağmen, yüzlerindeki ıslaklığı rahmet zannedip yarabbi şükür diyecek olanlara duam şudur: Finallerde yine aynı haltı yerseniz, Allah’tan dilerim ki, dudağınız uçuklasın, kaşlarınızın tam orasında irice bir sivilce peydahlasın, sırtınızın elinizin değmeyeceği en ücra noktası kaşınsın da kaşınsın ve dahi sizin yerinize kaşıyacak bir Allahın kulu etrafınızda olmasın. Amin.
Çıkmadan iki itirafım olacak : Evvela, epigrafa aldığım atasözünü Tibetlilerin falan söylediği yok, adamların günahını almayalım boş yere. “Az votka vardır”dan mülhem, ben uydurdum. Zihnimde oynaşan en yakın millet son günlerde Tibetliler olduğundan sözü onlara yamadım. Neden Tibetliler? Sebebi malum. J
Saniyen, Ord.Prof.Dr. Haki Hakkı Haksever, sadece sınav kağıtlarında yaşayan hayali bir karakterdir. Yok böyle bir adam. Haliyle “Adam Olmaya Giriş” diye bir kitap da yok, google amcayı rahatsız etmeyin.
Kabul edin, ikisini de yuttunuz.
Hüseyin Cem ÇÖL
19 Nisan 2013 – Pelitli

18 Nisan 2013 Perşembe

"... ya ben?"


Yazmak, mutluluğu hayatın içinde bulamayıp da satır aralarında arayan insanoğlunun yüzyıllardır bıkmadan oynadığı bir oyun. Yazmak, mutsuzların teselligâhı. Yazmak, yaşama herkesten farklı bir anlam katmak isteyenlerin ve yaşamayı beceremeyenlerin sığınağı. Yazmak, insanoğlunun son bir umut diye sarıldığı yagâne teskin edici ilaç. Yazmak, bir çıkmaz sokak. Hülasa, ne kadar çok yazı, o kadar çok mutsuzluk ve o kadar mutluluk arayışı demek.
Bu yazı, işte bu yüzden çok kısa.
Sayenizde.
Hüseyin Cem ÇÖL
18 Nisan 2013 – Pelitli  

15 Nisan 2013 Pazartesi

Tibet Öküzü


400 öğrenci arasında 1 öğrenci, “istinabe ne demektir?” sorusunun cevabı olarak “Tibet Öküzü” seçeneğini işaretlemiş. Acaba neden?
a)      Kaydırma yapmıştır diyeceğim ama bu kadar da kaydırma olamaz ki? Doğru cevap a şıkkı, tibet öküzü ise e şıkkı. Ya kaymayı çok seviyor, ya da öyle bir kaydı ki tutamadı kendini anlaşılan.
b)      Kasten, bilerek ve isteyerek yapmış da olabilir. Fazla nota ihtiyaç duymayan kanaatkar bir karaktere sahiptir. Olamaz mı? Olabilir. Yanlış seçeneği işaretlediği için 6 not eksik alacak ama ne gam? Maksat, hocaya “ha bu sorunun esbab-ı mucibesi nedir, neyin peşindesin hacı?” mesajını vermek, velhasıl hocanın dikkatini çekmek. Amaç, hasıl oldu. Mission completed.
c)      Bir zamanlar “Öküz” isimli mizah dergisi, Attila İlhan’ın sevgilisi için yazdığı meşhur “Pia” şiirinin açılımının Pakistan Hava Yolları’nın kısaltması olduğunu yazmıştı da, rahmetli hayattayken, “hiç bu kadar öküzce bir yorum okumamıştım” demiş idi. Ben bu işte bir öküzlük olduğunu sanmam. C şıkkı yanlış.
d)     Septik bir yaklaşım da pekala mümkün. Bu sorunun altında bir çapanoğlu var, bu kadar kör gözüne parmağım soru olmaz, doğru cevap muhakkak en aykırı seçenek olmalı, o halde en münasibi öküz olmalı diye düşünmüş olamaz mı? Olabilir. Aynı anda başka insanlara seni seviyorum da demiş olabiliriz. Yollarımızın hiç kesişmemiş olması ihtimal dışı.   
e)      Hata yapmıştır. Herkes hata yapar. Zaten 400 kişi içinde sadece 1 kişi. Bazen insanın iradesi tutulur, eşref saati derler eskiler, hiç olmayacak bir işi yapar, kendisi bile inanamaz o işi neden ve nasıl yaptığına. Olur böyle şeyler.

400 öğrenci arasında 1 öğrenci de “istinabe ne demektir?” sorusunun cevabı olarak “topun son oynandığı anda, rakip kale çizgisine toptan daha yakın duran futbolcunun durumu” seçeneğini işaretlemiş. Ben yoruldum “acaba neden?” diye sormaktan. Lütfen siz devam edin.
Hüseyin Cem ÇÖL
15 Nisan 2013 – Pelitli

14 Nisan 2013 Pazar

Nokta ve Satırbaşı



Bu tatsız bahsi kapatmalı ve yeni bir sayfa açmalı artık. Mutsuzluk, şu cana can katan mevsime, dolayısıyla Yaratana ihanet etmektir; bu da bana yakışmaz. 

Beni bilenler zaten yaptığım hatayı mazur gördüler. Sohbet ederek, konuşarak, buraya yorum yazarak, mail göndererek ya da tweet atarak destek olan, teselli eden, güç veren herkese teşekkür ederim. Sayenizde sıkıntım hafifledi. Var olun.

Beni bilmeyenlere ise sözüm yok, canları sağ olsun.

Hayat devam ediyor.

Benim kapım yine AÇIK. Beraber öğrenmek isteyene, hoşgörülü olana, artniyetli olmayana, İNSAN OLANA... 

Hüseyin Cem ÇÖL
14 Nisan 2013 - H 309 

12 Nisan 2013 Cuma

Açık Kapı Politikası Cereyan Yaptı



Ankara Hukuk’ta hiçbir sınavda soru kağıtları toplanmaz, öğrencide kalırdı. 4 yıllık öğrenciliğimde, 11 yıllık asistanlığımda soru kağıtlarının toplandığına tanık olmadım. Sınavdan çıkan her öğrencinin elinde soru kağıdı olurdu. Soruların ve cevapların sıcaklığı kaybolmadan öğrenciler fakülte bahçesinde kendiliğinden kümelenir ve sorular ortaklaşa müzakere edilir. Hatta kimi hocalar, mesela ilk aklıma gelen Usul hocası Ejder Yılmaz, yine aklımda yanlış kalmadıysa İdareci Metin Günday, soruların cevaplarını, sınav biter bitmez panoya astırırlardı. Sınav bitiminde o pano ana-baba günü olurdu. O hengamede panonun önü, sevincin ya da hayal kırıklıklarının üs alanı gibiydi. 

Devir değişti. Kendime hoca diyemem ama bizler de öğrencilikten çıkıp “ders sorumlusu” sınıfına dahil olduk. Baktık ki, soru kağıtları sınav bitiminde toplanıyor. Şaşırdık. Böyle olmaması gerekir diye düşündük. Ama dediler sınav bitmeden soru kağıtları öğrencide kalırsa şu olur, bu olur. Peki dedik, o halde sınav bittikten sonra soru kağıtlarını dağıtalım, hatta cevaplarını da. “Pano” akla geldi. Ne gerek var dedik panoya. İşte internet var, herkesin kolayca ulaşabileceği bir mecra. Sınavdan hemen sonra koyarım nete soru ve cevapları, öğrenci bakar, nerde doğru yapmış, nerde yanlış yapmış, öğrenir; sınav sonuçları açıklanmadan kaç alacağını önceden bilir. Hem, soru örneklerini saklamayı akıl ederse, ilerde gireceği meslek sınavları için de sağlam bir kaynak olur. Bir de, soru kağıtları yüzlerce gözün ayrı ayrı denetiminden geçeceği için, varsa hatamız geri dönülemez noktaya girmeden daha çabuk telafi edilir.

Niyetimiz bundan ibaretti. O yüzden soruları çoğaltırken, bir de, nette yayınlamak amacıyla, cevaplarının altı çizili bir suret çıkarmayı da alışkanlık edinmiştik. Gün geldi, bu iyiniyetli çabamız ters tepti, bir anlık hata pahalıya patladı, nette yayınlayalım diye hazırladığımız cevap kağıtlarını soru kağıdı yerine çoğaltmışız. Sınav anına kadar da bu hatanın farkına varamadık. Kabahatimiz büyük. Özür de diledik, lakin biliyorum özür de olmuşu olmamış yapmıyor.

Şimdi, olan oldu. Ders çıkarmak lazım tüm bu olanlardan. Kendimce epey ders de çıkardım. Fakat sadece birini yazacağım buraya. Ötekiler bana kalsın.

Yaptığımız hatayı, “şaibe” imasıyla değerlendirenler oldu. Canları sağ olası kimi öğrencilerin de haber uçurtmasıyla, medya ateşe körükle gitti ve yaşanan talihsizliği, bizi bilene bilmeyene o imayla yansıttı. Bu aslında benim kaldırabileceğim bir itham değil. İçim ezildi dünden bu yana. Nasıl hâla sağlam durabiliyorum ben de şaşkınım. Yapılacak tek şey var aslında ama “viran olası hanede evlad ü iyal var!”.

Birinci hata beni yere devirdi, ikincisi Allah korusun diriyken mezara kor beni. İkinci bir hataya kurban gitmemek için, soru ve cevapları nette yayınlama uygulamamdan vazgeçiyorum. Muhtemelen sınav sorularını ve cevaplarını öğrenmek için nete girdiniz, fakat çok değil 2 gün sonra zaten sonuçlar açıklanır, azcık sabredin.

Sorumlusu olduğum derslerin yürütülmesine katkısı olsun diye hazırladığım bu blogun da bir işlevi kalmadı. Açık kapı politikası bende cereyan yaptı anlaşılan. Pek yakında buranın da kepenklerini indirmek lazım.

O değil de heves bitti be canlar. Altını da çizdim anlayın artık.

Hüseyin Cem ÇÖL

12 Nisan 2013 – H 309

2 Nisan 2013 Salı

Akıl Çağı’ndan



“Düşüncesi benden ne kadar farklı olursa olsun her insanın kendi düşüncesine sahip çıkma hakkını büyük bir çabayla savunduğumu hatırlamanız adil bir davranış olacaktır. Bu hakka karşı çıkan herkes, şu anda sahip olduğu düşüncenin kölesi olacaktır, çünkü kendisini onu değiştirmekten alıkoymaktadır.”

“Her türlü yanlışa karşı en amansız silah Akıl’dır. Bugüne kadar başka bir silah kullanmadım, bundan sonra da kullanmayacağım.”

“Tek Tanrıya inanırım, başka bir şeye değil; bu yaşamdan sonra da mutluluk olmasını umut ederim.”

“İnsanların eşitliğine inanırım ve dini görevlerin doğru olanı yapmakla, merhametle ve insanları mutlu etmeye yönelik çabalarla ilgili olduğunu düşünürüm.”

“…”

“…mutluluk için insanın zihinsel olarak kendine sadakat göstermesi gereklidir.”

“Söylenti üstüne söylenti, inançlarımı bu tür kanıtlar üstüne oluşturmak istemiyorum.”

“Bazıları, ‘Tanrı kelamı yok mudur, vahiy yok mudur?’ diye soracaklar belki. Ben buna evet derim, Tanrı kelamı ve vahiy vardır. TANRI KELAMI GÖZLEMLEDİĞİMİZ EVRENDİR. Bu anlamıyla hiçbir insan icadının ne karşı çıkabileceği, ne de değiştirebileceği bir kelamdır ve Tanrı insana evrensel bir dille seslenmektedir.”

“Yaratılış evrensel bir dildir ve insan dilinden bağımsız konuşur; çok boyutlu ve çok çeşitlidir. Her insanın okuyabileceği hakiki bir dildir.”

“…”

“İnsan, Tanrı’yı akıl yürütme yoluyla keşfedebilir.”

“İnsan, bu şeyleri yapan gücün ya da elin ilahi olduğunu ya da her şeye gücü yettiğini bilmekten daha fazla ne ister? Bırakalım, aklını kullansa bile karşı çıkamayacağı bu güce inansın ve ahlaki yaşamının kurallarını da buna göre belirlesin.”


Thomas Paine’nin “Akıl Çağı” kitabını nihayet bugün Maraş Caddesindeki İş Bankası Kültür Yayınları Satış Merkezi’nden satın aldım ve eve gelir gelmez okumaya başladım. Üçte biri kadar bitmiş vaziyette. Yukarıya, altını üstünü sarı fosforlu kalemle çizdiğim satırlardan bazılarını alıntı yaptım.

Thomas Paine'ni sevdim. Vicdan sahibi olduğu için, mutlak gerçeğe sırtını dönmediği için, mutlak gerçeği perdeleyenleri ifşa ettiği için ve en önemlisi Tanrı ile insan arasında çıkara ve korkuya dayanmayan; bilgiye, sezgiye, sevgiye, meraka, anlamaya dayanan sağlam bir bağ inşa ettiği için...

Bu kitap biter, belki her şey asıl o zaman başlar... Yahut ben başlangıçları oynuyorum şu son bir aydır... Şair olsaydım "başlangıçlar da oyuna dahil" diye mısralar döşerdim şimdi hafif intihal kokan. 

Akıl Çağı'ndan sonra hangi durakta "eğleşmeliyim"? “Melamilik” bahsi epeydir kafamı işgal ediyor. Evvela Metin Boşnak’ın netteki şu kopyaladığım ama okumayı ertelediğim yazısını gözden geçirmeliyim. Sonra, Nihat Genç’in “Karanlıkta Okunan Ezanlar” kitabındaki Melamilikle ilgili yazısını yeniden okuyabilirim. Belki Yaşar Nuri Öztürk’ün son çıkardığı “Şirk ve Deizm” kitabını da okusam hiç fena olmaz. Fakat benim agresif ve militan fikir adamlarına pek itimadım yoktur. Yaşar Nuri Öztürk’ü okumasam da olur. Esasında Kuran’ın deizme kapı araladığı görüşü, bir safsatadan başka ne ki? Kitabı da, sanırım, bu safsatanın dallandırılıp budaklandırılmasından başka bir şey değildir. Adamın gönlü deizmde sanki, fakat bunu itiraf mı edemiyor nedir? Ki nasıl etsin? Bütün bir hayatını bel bağladığı dayanak noktasını kendi eliyle yıkmış olacak. Kolay mı?  

Her neyse…

Şimdi cevabını merak ettiğim soru şu: “Melamilik, İslam’ın deistik bir yorumu mudur?

Umarım, cevap, tahmin ettiğim gibidir.

Hüseyin Cem ÇÖL
2 Nisan 2013 – Pelitli