Çocukluğum seksenli yıllarda,
Sivas’ta, şehrin kenar bir mahallesinde geçti. Koskoca mahallede sadece bir
kişinin evinde telefon vardı. Çünkü adam PTT’de de işçiydi. O vakitler, eve
telefon kablosu bağlansın diye PTT’ye başvurmak gerekir, talebin kabul edilmesi
ve hattın çekilmesi için de üç ay, beş ay, bilemedin bir sene beklemek
gerekirdi. Eve telefon bağlatmak çok mühim bir itibar nişanesiydi. Evde telefon
olmasına rağmen, yurtdışı görüşmesi yapmak için yine PTT’nin aracılık yapması
gerekirdi. Doğrudan yurtdışı görüşmesi yapamazdınız, önce PTT aranacak, oradaki
görevli sizi konuşmak istediğiniz kişiye bağlayacaktı.
Mahallemizde tek evde telefon vardı
demiştim, evet tek evde… O ev koskoca mahallenin PTT şubesi gibiydi. Şöyle ki:
Fransa’da yaşayan halam o eve telefona eder, şimdi rahmetli olan babaannemi
istetir, evin kadını –muhtemelen söylene söylene, belki de önemli bir evin
hanımı olduğunu düşünmenin gönül rahatlığıyla- bize gelir, babaanneme kızından
telefon geldiğini söyler, babaannem binbir telaşla evden çıkar, telefona
koşardı. Bazen ben de giderdim o telefonlu eve. Telefon nerde olsa
beğenirsiniz? Masanın ya da sehpanın üzerinde mi? Elbette hayır. Bu kadar
değerli bir şey, öyle herkesin ulaşabileceği bir yere konur mu? Telefon için,
hani futbolda kale direklerinin kesiştiği doksan tabir edilen bir yer vardır
ya, odanın tavanının bir köşesinde özel bir raf yapmışlardı ve telefonda
konuşacak kişinin, divanın üstüne çıkması gerekiyordu. Babaannemin, divanın
üstüne çıkıp, ayakta, bağıra bağıra (bağırmazsa sesinin Fransa’ya gitmeyeceğini
mi düşünüyordu bilmem ki) konuşurken ki vaziyeti, hafızamda netliği korumakta.
Zaman öyle çabuk aktı ki, bir anda
kendimizi iletişim çağının ortasında bulduk. Artık telefon denilen alet her
mahallede tek bir evde değil; bir evdeki her aile ferdinin her birinde
bulunabilir hale geldi. Özel televizyonlar ve nihayet internet, yaşadığımız
dönüşüme inanılmaz katkıda bulundular. 2013’ü sürmekte olduğumuz günümüzde,
artık hayat, seksenlerden çok farklı. Doksanlarda doğanların bu farkı anlaması
zor, idrak etmeleri ise imkansız.
Telefonun yaygınlaşması, özel
televizyonların çoğalması ve nihayet internetin artık lüks değil basit bir
ihtiyaç halini alması artık herkesin kanıksadığı gelişmeler. Cep telefonsuz,
özel televizyonsuz, internetsiz bir hayatın mümkünatı yok gibi geliyor insana.
Tüm bunların hayatımıza olumsuz etkisi de yok değil elbette ama hiç kimse tüm
olumsuzluklarına rağmen, telefondan, televizyondan, internetten vazgeçecek gibi
değil.
Lafı ne çok uzattım. Birkaç gün önce,
Sivas’ta, Cumhuriyet Ortaokulunda öğrenci iken kendisinden tarih dersi aldığım
Lütfü Kengeç hakkında bir yazı yazdım. Acaba nette gezinirken bu yazıya tesadüf
eder de, beni hatırlar mı, hatırlarsa cevap yazar mı diye düşünmedim değil. Fakat
sesim hiç ummadığım yerden yankı buldu. 25 yıl önce aynı sırayı paylaşdığım ve
o gün bugündür kendisiyle hiç irtibat kurmadığım bir arkadaşım, ta Edremit’ten
selam sarkıttı. Dün sabah arkadaşımın yorumunu okuyunca, gayrıihtiyari “ey
internet, sen nelere kadirmişsin” lafı döküldü ağzımdan.
Ey internet! Bir işe yaradığına ilk
kez dün sabah ikna oldum.
Hüseyin
Cem ÇÖL
2 Mayıs
2013 – H 309