2 Mayıs 2013 Perşembe

25 Yıl Sonra



Çocukluğum seksenli yıllarda, Sivas’ta, şehrin kenar bir mahallesinde geçti. Koskoca mahallede sadece bir kişinin evinde telefon vardı. Çünkü adam PTT’de de işçiydi. O vakitler, eve telefon kablosu bağlansın diye PTT’ye başvurmak gerekir, talebin kabul edilmesi ve hattın çekilmesi için de üç ay, beş ay, bilemedin bir sene beklemek gerekirdi. Eve telefon bağlatmak çok mühim bir itibar nişanesiydi. Evde telefon olmasına rağmen, yurtdışı görüşmesi yapmak için yine PTT’nin aracılık yapması gerekirdi. Doğrudan yurtdışı görüşmesi yapamazdınız, önce PTT aranacak, oradaki görevli sizi konuşmak istediğiniz kişiye bağlayacaktı.

Mahallemizde tek evde telefon vardı demiştim, evet tek evde… O ev koskoca mahallenin PTT şubesi gibiydi. Şöyle ki: Fransa’da yaşayan halam o eve telefona eder, şimdi rahmetli olan babaannemi istetir, evin kadını –muhtemelen söylene söylene, belki de önemli bir evin hanımı olduğunu düşünmenin gönül rahatlığıyla- bize gelir, babaanneme kızından telefon geldiğini söyler, babaannem binbir telaşla evden çıkar, telefona koşardı. Bazen ben de giderdim o telefonlu eve. Telefon nerde olsa beğenirsiniz? Masanın ya da sehpanın üzerinde mi? Elbette hayır. Bu kadar değerli bir şey, öyle herkesin ulaşabileceği bir yere konur mu? Telefon için, hani futbolda kale direklerinin kesiştiği doksan tabir edilen bir yer vardır ya, odanın tavanının bir köşesinde özel bir raf yapmışlardı ve telefonda konuşacak kişinin, divanın üstüne çıkması gerekiyordu. Babaannemin, divanın üstüne çıkıp, ayakta, bağıra bağıra (bağırmazsa sesinin Fransa’ya gitmeyeceğini mi düşünüyordu bilmem ki) konuşurken ki vaziyeti, hafızamda netliği korumakta.

Zaman öyle çabuk aktı ki, bir anda kendimizi iletişim çağının ortasında bulduk. Artık telefon denilen alet her mahallede tek bir evde değil; bir evdeki her aile ferdinin her birinde bulunabilir hale geldi. Özel televizyonlar ve nihayet internet, yaşadığımız dönüşüme inanılmaz katkıda bulundular. 2013’ü sürmekte olduğumuz günümüzde, artık hayat, seksenlerden çok farklı. Doksanlarda doğanların bu farkı anlaması zor, idrak etmeleri ise imkansız.

Telefonun yaygınlaşması, özel televizyonların çoğalması ve nihayet internetin artık lüks değil basit bir ihtiyaç halini alması artık herkesin kanıksadığı gelişmeler. Cep telefonsuz, özel televizyonsuz, internetsiz bir hayatın mümkünatı yok gibi geliyor insana. Tüm bunların hayatımıza olumsuz etkisi de yok değil elbette ama hiç kimse tüm olumsuzluklarına rağmen, telefondan, televizyondan, internetten vazgeçecek gibi değil.

Lafı ne çok uzattım. Birkaç gün önce, Sivas’ta, Cumhuriyet Ortaokulunda öğrenci iken kendisinden tarih dersi aldığım Lütfü Kengeç hakkında bir yazı yazdım. Acaba nette gezinirken bu yazıya tesadüf eder de, beni hatırlar mı, hatırlarsa cevap yazar mı diye düşünmedim değil. Fakat sesim hiç ummadığım yerden yankı buldu. 25 yıl önce aynı sırayı paylaşdığım ve o gün bugündür kendisiyle hiç irtibat kurmadığım bir arkadaşım, ta Edremit’ten selam sarkıttı. Dün sabah arkadaşımın yorumunu okuyunca, gayrıihtiyari “ey internet, sen nelere kadirmişsin” lafı döküldü ağzımdan.

Ey internet! Bir işe yaradığına ilk kez dün sabah ikna oldum.
Hüseyin Cem ÇÖL
2 Mayıs 2013 – H 309 

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Kağıt Okuma Savaşları – I



1.Gün – Cumartesi : İki dosya dolusu düşman askerinin masada mevzilendiği görüldü. Birinci düşman 117 askerden müteşekkil, her bir asker en az 7 sayfalık teçhizata sahip. Dosya üzerinde “Borçlar Hukuku Genel Hükümler” yazıyor, ki alemin bildiği tabirle bu namert düşmana kısaca Borçlar Genel demek en doğrusu. İkinci düşman, daha bir kalabalık: 154 asker. Her biri gladyatör kıyafetinde, sanırsın benim üzerime değil de Kartaca’ya saldırmaya hazırlar. Dosyanın kapağını şöyle bir kaldırmamla, Roma’nın bütün ihtişamı, kibri ve azgınlığı masaya taşacak gibi oldu, lakin onlar Romalıysa ben de “evelallah yiğidin harman olduğu yerden”im, çevik bir bilek hareketiyle dosyanın ağzını derhal kapatıverdim. İçimdeki Ulubatlı Hasan’ı “hele bekle koçum, önce Borçların Geneli, sonra Doğru Roma” diyerek zor teskin ettim.

Evvela “Borçlar Genel” dosyasını önüme sürdüm. Düşman askerlerini kabından çıkarıp masaya yığdım. Biricik silahım kırmızı tükenmez kalemi tüm gücümle kavradım. Destek kıtası olarak fizy.com’dan Neşet Ertaş’ın türkülerine tıklayıverdim.  Neşet Ustanın “ne güzel yaratmış yâr yâr seni yaradan” türküsü eşliğinde, gözüme kestirdiğim en cılız sınav kağıtlarını bir bir okumaya başladım. Bir iki üç derken kesildim. Üç askeri yere sermiştim lakin bende de hâl kalmamıştı. Yiğidin harman olduğu yerden olduğuma kuşku duymaya başladım. Ya benim hisseme yiğitlikten pek az düşmüştü; ya da bu söz bizim ataların analarımızı tavlamak için sarf ettikleri boş bir böbürlenmeden ibaretti. Kırmızı kalemi ağır ağır masaya bıraktım. Öldürdüğüm askerleri, öldürülmeyi bekleyen askerlerin altına yastık yapıp, çıktıkları dosyanın içine yeniden sıkıştırdım.

İlk günkü muharebe yarım saat ancak sürdü.

2.Gün – Pazar : Muharebe meydanına gitmedim. Düşmanlarım masada dosya içinde sarmaş dolaş bekleştiler; bende evde pinekledim.  Ölen kalan yorulan bayılan yok. Sessiz bir Pazar işte. Başka ne olacaktı ki? Pazar günü de savaşacak değilim ya?

3.Gün – Pazartesi : Muharebe meydanına gittim. Baktım düşman melül mahzun masada bekleşiyor. Onları rahatsız etmek istemedim. Zaten yapacak başka işlerim de vardı. O iş bitti, başka bir iş için eve gitmem gerekti. Oğlumu İstanbul’a yolcu ettim. Velhasılı düşmanla öpüşüp koklaşamadan koca bir gün geçiverdi.

4.Gün – Salı : Bu kez muharebe hayli kanlı ve uzun sürdü. Tam 23 askerin ağır ağır, dinlene dinlene, zevkini çıkara çıkara hakkından geldim. Hatta arada bir mola verip, öldürdüğüm askerlerin üzerinde zafer sarhoşu zalim bir kumandan edasıyla çay bile içtim. Askerin numarasını yazmayayım, ayıp olmasın. Daha da savaşacaktım, fakat, masadaki kağıtlar kırmızıya boyanmış kan denizini andırınca, midem bu vahşete dayanamadı, bıraktım. Bir kez daha öldürdüğüm askerleri öldüreceğim askerlerle harmanlayıp rulo yaptım ve dosyanın içine sürdüm. Ertesi gün bayram. Yani mesai yok. Savaşa evde mi devam etsem, yoksa bir gün ara mı versem. Savaşa evde devam etsem diye düşünürken, son anda karar değiştirip, düşmanı çantama yerleştirmekten vazgeçtim. Bu savaş günlüğünü de hangi akla hizmetse, gecenin bir yarısı yazmaya karar verdim.

Can sıkıntısı insana neler yaptırıyor, akıl alır gibi değil…  

To be continued…
Hüseyin Cem ÇÖL
1 Mayıs 2013 – Pelitli 

"Hayatın Neresinden Dönülse Kârdır"



Kimi insan işte bu yitirişi metanetle karşılar, devam edegelen insan evriminin bir parçası diye kabullenir ve yeni şartlara ayak uydurur, hayatını idame ettirebilmesi için başka bir seçeneği de yoktur.

Kimi insan ise, hep o yitirişe takılır kalır, zihninden silemez o saflığı, resetleyemez belleğini, sonraki yıllarda sarsak birkaç adım atar, kendi gibi tutunamayanlardan müteşekkil bir cemaate katılır, cemaat koyultur onun takıntısını, uyumsuzluğunu, sonra garibim baktı yapamıyor, bırakır boşluğa kendini. Nilgün Marmara gibi.

Hala yaşıyor olmak, yenilgiyi kanıksamak demektir.
Hüseyin Cem ÇÖL
1 Mayıs 2013 - Pelitli  

30 Nisan 2013 Salı

“Ben İyi Biri Değilim”



“Takip edilen/takipçi” listenizdeki biri gecenin bir vakti “ben iyi biri değilim” diye tweet atarsa, ne yaparsınız?

Bunu yazanı teselli mi etmeli acaba? “Haksızlık etme, sen çok iyi birisin” mi demeli? Ya, cevaben “sen beni benden daha mı iyi biliyorsun be sersem” derse… Neme lazım, nette birini teselli etmek, riskli ve netameli bir iş…  

Yoksa empatik cümleler mi savurmalı? “Kim iyi ki zaten?” mesela güzel bir kontratak olabilir.   

Hayırdır, nen var?” diyerek konuşmaya kapı aralamak da mümkün. Fakat, net konuşma mekanı değil ki, nette konuşulmaz… Net, aslında suskunların mekanı… Durmadan yazı paylaşıldığına bakmayın, aslında paylaşılan yalnızlık ve can sıkıntısıdır.

İşi şaklabanlığa vurmak da seçenekler arasında. “Gene kimin canını yaktın, de bakem?” gibi… Fakat yapacağınız espri biçimsiz düşebilir. O vakit ayıkla pirincin taşını… Hele muhatabınla hukukun gayet mesafeli ise, kırılan gönülleri toparlamak için bir ton laf etmek gerekebilir.

En iyisi susmalı… Hiç okumamış gibi yapmalı…
Hüseyin Cem ÇÖL
30 Nisan 2013 – Pelitli 

Küçük Bir Emekçi



Bayramlarla pek aram yoktur. Dinisinden millisine, sonradan ortaya çıkanından kendimi bildim bileli hep var olanına kadar, ayrım yapmadan, hiçbirisiyle pek aram yoktur. Belki çok küçükken, henüz aklımın hiçbir şeye ermediği zamanlarımda dini bayramlarda el öpmek, para toplamak, bayram gezmesine gitmek, hatta sabahın köründe bayram namazı kılmak beni mutlu etmiş olabilir. Ya da milli bayramlarda, elde bayrak uygun adım marşla Sivas caddelerini adımlamak, meydandaki elinde kalın kitabıyla Atatürk’ün heykelinin ardında bekleşmek, hatta o her yıl tekrarlanan hamasi şiirleri dinlemek beni gönendirmiş de olabilir. Fakat kaç yıl sürdü ki bu coşku seli? Ortaokula adım atmadan, her şeyin göstermelik olduğunu kavradım ben de yaşıtlarım gibi. O zamandan sonra her bayram günü yasak savma kabilinden geçmedi mi? İçtenlikle bayram kutlayan kaç kişi vardı öğrencilerin ve öğretmenlerin arasında? Dini bayramların güzelliği de aslında işin rutine bağlanmış olmasıydı. Arafe günü mezarlık ziyareti, bayram namazı, namazdan sonra ailecek bayramlaşma, bayram yemeği, sonra mahalledeki diğer akrabaları topluca ziyaret vs. Fakat bir zaman geldi, ben bayramlarda ailemin yanında bulunma imkanımı kaybettim. Yani “rutin” tekrarlanmayınca bayramların da güzelliği ve özelliği kalmadı. Her bayram, ah bir bitse beklentisiyle geçiverdi.  

Yarın bayrammış. Klasik bayramlardan değil bu, nevzuhur bayramlardan. Tam adını da yekten aklıma getirtemiyorum. Emek ve Dayanışma Bayramı olabilir. “Emek” ve “Dayanışma” iki büyülü kelime. Belki insanoğlunun bu dünyadaki serüveninde merkeze alınmayı hak eden iki büyük değer. Ben bu bayramın neresindeyim? Hem tamamen dışında, hem de tam göbeğinde. Göbeğindeyim, çünkü ben küçük bir emekçiden başka bir şey değilim. Bir üniversitenin farklı fakültelerinde kendisine sorumluluğu verilen dersleri anlatmaya gayret eden küçük bir emekçi. O kadar. O halde bu bayramı kutlamayı hak eden nice insandan biri de benim. Muhakkak. Fakat bir yanıyla da tamamen dışındayım bu hengamenin. Emek diye yola çıkanların pek çok kitabını okumuşum, kitaplığımın bir rafı Orhan Kemal’e, bir rafı Rıfat Ilgaz’a, bir rafı Aziz Nesin’e ayrılmış vaziyette. Ancak emek diye yola çıkan hiç kimsenin koluna girmemişim. Bilmediğim bir halayın ortasında el kol sallamak istemediğimden sanırım. Ya da “emek savaşıysa” eğer dünyadaki maceramız, kendi savaşımı tek başıma vermek, ne kimsenin sözünü kesmek, ne kimsenin türküsüne katılmak arzusu da olabilir. Beraber savaşmak denilen aslında bilmediğin birilerinin menfaati adına savaşmak, başkalarının yazdığı senaryoda figuran olmak, kendinden vazgeçmek gibi. Yani hiç bana göre değil.  

Her çiçek dalında güzel.

Ben de böyle güzelim.

Hüseyin Cem ÇÖL
30 Nisan 2013 – Pelitli  

29 Nisan 2013 Pazartesi

Lütfü Kengeç


Bir sözlük sitesinde Lütfü Kengeç için yazılanlar :
1.            öğrencilik hayatım boyunca en sevdiğim idareci/öğretmen. öğrencileriyle çok ilgilenen; on numara, saygıdeğer kişi. ayrıldığı zaman çok üzülmüştüm; ahmet bey yerine gelince daha çok üzüldüydümm :p (kayalardankayarim ?, 05.08.2010 12:52)
2.            sfl'nin görüp görebileceği en iyi idareci-öğretmendir kanımca. nöbetçi öğrencileri öğle aralarında doyurmak gibi bir huyu vardı sağolsun, bana aldığı hamburgeri hiç unutmuyorum. (flamingonunbalepabucu ?, 05.08.2010 12:54)
3.            lise 1'de hasta olup sevk almıştım. adam tam 1 ay boyunca beni nerde görse durumumu sormuştu :p kendisinin de bazı sağlık problemleri var. kendisine acil şifalar diliyoruz... (kayalardankayarim ?, 05.08.2010 13:02)
4.            bir de nerdeyse her öğrencinin ismini bilirdi. lise1'de daha ilk konuşmamızda adımı söyleyerek çağırmıştı beni yanına, şok olmuştum. (flamingonunbalepabucu ?, 05.08.2010 13:04)
5.            daha da böyle müdür gelmez. (niyetsizadam ?, 05.08.2010 13:52)
6.            hani filmlerde gördüğünüz "idealist öğretmenler" vardır ya, lütfü hoca onların reel hayattaki karşılığıdır. öğrenciye fazlası ile değer verir, karşılığında da sayggı görür. ki sonuna kadar hak etmektedir. emekliye ayrılması 18 yıllık okulun başına gelmiş en kötü olaydır. o varken nasıldııı, şimdi nasılll. emekli olduğu an özel bir okuldan teklif almış benim bildiğim tek müdürdür. allah uzun ömürler versin kendisine. (pesimistanbul ?, 05.08.2010 14:26)
7.            okuldan ayrılacağını duyduğumda yıkıldığım, fen lisesi ailesinin kültürünün sonu geldi dediğim ve çok sevdiğim değer verdiğim insan (pardon melek) (gigabayte ?, 05.08.2010 17:26)
8.            herkes bu kadar övüyor keşke bnde o sfl'de olduğu zaman girseydim bu okula dediğim ; bnde hayranlık uyandıran şahıstr. (yumurtatepeninziyaretcisi ?, 05.08.2010 21:06)
9.            öğretmenler gününde spor salonuna girdiğinde salonu sarsan "lütfü baba!" çığlıklarını fazlasıyla hak eden insan... ama alındım kendisine, her 08 çıkışlı gibi benide son senemde yalnız bıraktı... (brezilya milliyetcisi ?, 06.08.2010 14:17)
10.          Yüzünü sadece okulun girişindeki panoda gördüğüm birçok kişi tarafından ve dolayısıyla tarafımca sevilen SFL'nin eski müdürü.. (ZaraLi ?, 06.08.2010 15:39)
11.          bayramda ziyaretine gittik arkadaşlarla, çikolata kolonya ıvır zıvır (bkz: söylenmez böyle şeyler) ikram etti hocam biz tutarız dediysekde bize vermedi, herkesi tek tek dolandı sonrada "size hizmet gerek gençler" diyerek bizi yerin dibine mi soktu desem, yoksa o an benim gözümde kendisi bir kez daha yüceldiği için mi göreceli olarak ben kendimi yerin dibine girmiş hissettim desem bilemiyorum... 10 üzerinden 10.000 biri varsa eğer, o kişi lütfü hocadır... (brezilya milliyetcisi ?, 09.08.2010 04:08)
12.          Bakışı, gülüşü, ilgisi, babacanlığıyla taht kurmuş olandır pekçoklarının gönlünde (pifizik ?, 16.08.2010 15:56)
13.          3d gormedim saygıyla anıyoruzz (mhmtslh ?, 16.08.2010 16:41)
14.          herkes bu kadar iyi şeyler yazınca kendimden utandım biraz doğrusu gerçekten çok değerli bir insan (tabii sabahın soğuğunda bizi dışarıda daha az bekletseydi daha bir şevkle kendisini hayırla anardım allah kendisinden razı olsun. başka ne diyeyim allah başımızdan eksik etmesin.) (mehmet ali 2008 ?, 16.08.2010 17:37)
***
Lütfü Kengeç kimdir? Lütfü Kengeç, ben Sivas Cumhuriyet Ortaokulunda 1986-1987 eğitim-öğretim yılında orta 1 talebesi iken, tarih öğretmenimizdi. Ayrıca sınıf öğretmenimizdi de. Çok çalışkan bir talebeydim, tarihe de delicesine meraklıydım fakat yine de aradan geçmiş 26 koca sene elbette beni unutmuştur, hangi hafıza binlerce öğrenciyi acımasızca akan yılların kıyıcılığından saklayabilir ki? Ama ben Lütfü Hocayı unutmadım. Hafızamın kuvvetli olduğundan falan değil elbette. Lütfü Hoca, unutulacak bir hoca değildi de ondan. Bir 26 yıl geçse yine unutmam. Orta sonda Fevzipaşa Ortaokulunda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenim Hamza Muslu’yu, ilkokul öğretmenim Şermin Özüşen’i, Sivas Lisesi'nde son sınıfta edebiyat öğretmenim Adana Kozan'lı Tahsin Özener’i unutamayacağım gibi…
İnsanın bu dünyada başına gelebilecek en büyük şans nedir? Henüz sağını solunu bilmediği yeni yetmelik çağlarında, ona davranışıyla, konuşmasıyla, bilgisiyle, görgüsüyle örnek olabilecek; hayatına yön vermesinde elinden tutacak; sağduyulu, hoşgörülü, kendisini bilen öğretmenlerle yolunun kesişmesidir.
Şimdi… Işıkları kapatayım, adres çubuğuna youtube yazayım, Coşkun Sabah “Anılar… Anılar… Beni bu akşam ağlattılar…” desin, ben de dinleyeyim…
Tam zamanıdır.
Hüseyin Cem ÇÖL
29 Nisan 2013 – Pelitli

20 Soru


Taraf gazetesinin son sayfasında “20 Soru” isimli bir köşe var. Eskiden blog aleminde “mimleme” derler bir aktivite hakimdi. Şimdi, hâlâ devam ettirenler var mı bilmiyorum. İşte bu 20 Soru, blog alemindeki mimlemeye çok benziyor. Taraf çıktığından bu yana bu köşe hep var.  Gazetenin bugünkü sayısında 20 soruyu cevaplayan ise oyuncu Rüçhan Çalışkur. Varsayalım ki, Rüçhan Çalışkur beni mimlemiş olsun. 
İşte 20 soru ve cevaplarım:   

1- En sevdiğiniz kelime?
Hakediş.
2- Nefret ettiğiniz kelime?
Unvanını, makamını insanların hayrına, iyiliğine değil de, egosunu tatmin etmek için kullanan ne oldum delisi çakma firavunların ağzından çıkan herhangi bir kelime.  
3- Ne sizi heyecanlandırır?
Doğru anlaşılmak.
4- Heyecanınızı ne öldürür?
Yanlış anlaşılmak.
5- En sevdiğiniz ses nedir?
Bağlama sesi.
6- Nefret ettiğiniz ses nedir?
Toprak delici makinesinin çıkardığı ses.
7- Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?
Gişe memurluğu.
8- Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?
Her yetenekten bir parça olsa fena olmazdı hani (Everything but little little).
9- Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?
Kim olursam olayım, ben yine bir yolunu bulup kendim olurdum.
10- Nerede yaşamak isterdiniz?
Nerede yaşarsam yaşayayım, kendimi dışımda bırakamayacağıma göre, hülyalara kapılmaya gerek yok; halen yaşadığım yer, yaşamak istediğim yerdir.  
11- En önemli kusurunuz nedir?
Çalışkanlık ile tembellik arasında istikrarlı bir istikrarsızlığım var.
12- Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?
Gece vakti uyku tutmayınca, buzdolabında ilaç için bir kaşıklık bile olsa yemek bırakmamak.
13- Kahramanınız kim?
Tahir Sami Bey.
14- En çok kullandığınız küfür?
Hay ben senin aaa…ğzını öpeyim.
15- Şu anki ruh haliniz?
Aradığını bulmuş, huzur içinde; fakat bulduklarını paylaşacak kimse yok, yalnız.
16- Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?
İnsan hak etmediği şeyin sahibi olamaz. (Aziz Nesin)
17- Mutluluk rüyanız nedir?
Yazılmış ve yazılacak bütün kitapların raflara dizildiği, bitmez tükenmez bir kitap labirentinin koridorlarında gezinmek.
18- Sizce mutsuzluğun tanımı?
Kendini sevmemek, kendini tanımamak, kendini yetersiz hissetmek, kendinle barışık olmamak.
19- Nasıl ölmek isterdiniz?
Bir bahar günü, ikindi vakti, açık havada toprağa uzanmışım, yalnızım, iki elim başımın altında, güneşe göz kırpıyorum, yavaş yavaş tebessüm ederek ruhumu teslim ediyorum.
20- Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı'nın kapıda size ne söylemesini istersiniz?
Çalışma odan üst kattaki kütüphanenin sonunda. Asistanın Kate Upton. J  
Hüseyin Cem ÇÖL
29 Nisan 2013 – Pelitli

28 Nisan 2013 Pazar

“Bilmiş Ol Ki Gönül Hak’tır…”


"-          Türkülerinizde genellikle tabiatın, insanın iç güzelliği,
aşk, sevgi temaları ağır basıyor.
Neden?
-          Daha ötesi yok da ondan."

(“Neşet Ertaş Kitabı”, Söyleşi: Haşim Akman,
T.İş Bankası Kültür Yayınları, 2.Baskı, Ekim 2012, s.48.)

Bu nasıl iş anlamadım, ne kadar çok çalışırsan çalış, yine yapılacak pek çok iş seni bekliyor.
Bu hafta sonuna üç iş bırakmıştım. Yazmam gereken bir bilirkişi raporu epeydir beni bekliyordu. Bütün gün uğraşırsam bitiririm diye umuyordum. Sonra iki dersin vize sınavı kağıtları masanın üstünde iki haftadır her gözüm değişinde bana utanmadan öpücük gönderiyorlardı, onları da hepsini olmasa da epeycesini elden geçirmek lazımdı. Nihayet, dönemin son üç haftasında anlatacağım dersleri gözden geçirmem şarttı. Ders planımı dönem başlarken yaparım ama nedense dersler işlendikçe plandan taviz vermek zorunda kalırım; e bu durumda planı revize etmek gerekir. Beş ders bu, boru değil. Her şey yolunda giden de var, ağır aksak kör topal yürüttüklerim de.  
Tasarladığım hiçbir işimi yapamadım. Hafta sonunu evde ya da dışarıda değil de kumam H 309’da geçirmeme rağmen, masanın altında mazlum bir çocuk gibi bekleşen mahkeme dosyasına elim gitmedi. Hiç değilse sınav kağıtlarını okuyayım dedim, üç-dört kağıt da okudum, fakat her biri küçük bir destan cesametinde, oku oku bitmiyor. Kıçıkırık üç kağıdı okumak yarım saatimi aldı. Yoruldum okumaktan, bıraktım bir köşeye sınav tomarını da. Final sınavını test mi yapsam nedir? Tamam, test sorusu hazırlamak da vakit alıcı ve yorucu ama yazılı kağıtla kıyası kabil değil. Eşref saatine denk gelir de, soru kağıdı yerine cevap kağıdını çoğaltırsan, işte tek o vakit başın –hem de ne biçim- ağrıyor; onun haricinde test yöntemi, milli içkimiz ayranın yanında ızgara köfte gibi, tadından yenmiyor. Oku(t)ması yarım saat, bilemedin kırk beş dakika. Evet, finaller için test seçeneğini bir daha düşünmeli. Sınav kağıtlarını da masadan kaldırınca, ders planlarım üzerimde çalışmak hiç içimden gelmedi.    
Tasarladığım hiçbir işimi yapamayınca ben de kendimi tembelliğe vurdum. Benim tembelliğim ya aynı şarkıyı/türküyü arka arkaya defalarca dinlemek ya da zevkime, meşrebime uyan bir kitabın sayfaları arasında saatlerce kaybolmak. Bazen ikisini aynı anda yaptığım da olur: Müzik dinlerken kitap okumak gibi… Bu, tembelliğin karesidir ki, sonrasında bir de deliksiz uyuyabilirsen, bilesin ki Süleyman görse sendeki saltanatı çatlar kıskançlığından.
Tembelliğimin şansına şarkılardan “Yaralı”, kitaplardan ise Haşim Akman’ın hazırladığı “Gönül Dağında Bir Garip” alt başlıklı “Neşet Ertaş Kitabı” çıktı. Bir söyleşi kitabı bu. O yüzden rahatça, zorlanmadan okunan bir ritmi var. Zaten ben oldum olası söyleşi kitapları okumayı severim. Gazetelerin hafta sonu eklerindeki söyleşileri okumayı da çok severim. En lüzumsuz kişilerle yapılan söyleşiler bile, insana, insanlığa, hayata dair bişeyler öğretir.
“Neşet Ertaş Kitabı”, iki gün boyunca elimden düşmedi. Neşet Ertaş’ın hayat hikayesini, zaten ben başka kitaplardan, bilhassa Bayram Bilge Tokel’in kitabından ve belgesellerden bilmiyor değildim. Bu kitapta, Neşet Ertaş’a dair bilmediğim pek az bilgi bulabildim. Fakat, yine de bu kitapta ben, çok esaslı bir bilgiye ulaştım: Neşet Ertaş’ı neden çok sevdiğimi bu kitabı okurken anladım.
Neşet Ertaş’ı kendimi bildim bileli dinliyorum. Kimi zaman ibadet duygusuyla dinliyorum. Bir hocayı dinler gibi, bana özel ders veriyormuş gibi, ders halkasındaymışım gibi dinliyorum. Sadece kulağımla değil, yüreğimle ve aklımla dinliyorum. Onu dinledikçe hamlık derisini parçaladığımı “piştiğimi” hissederek dinliyorum. Severek, saygıda kusur etmeyerek, edeple dinliyorum.
İnsan, sever. Sevmek kolaydır, hatta anlıktır. İnsan önce sever, neden sevdiğini de bilemez bazen, sonra sonra bu soruyu sorar kendine: Neden seviyorum ben? Ne buluyorum? Neden peşindeyim?
“Neşet Ertaş Kitabı”, bu gönül adamına duyduğum sevginin sebebini bana apaçık gösterdi.  Aslında ben müzikten anlamam. Ne nota bilirim, ne de bir enstrüman çalmasını. Şimdi anlıyorum ki, müzik de diğer sanat kolları gibi hakikati arama ve bulma yolunda bir araçtan başka bir şey değil. Aslolan ne saz, ne resim, ne şiir, ne tiyatro. Neşet Ertaş, hayatı boyunca çalıp söylediği türkülerinde aslında bir olan hakikati dile getirmiş, dile getirdiği hakikat ile benim hayatım boyunca olgunlaştırdığım hayat görüşüm örtüşmüş, bendeki tüm bu sevginin sebebi de işte bu kadarmış. Benim yolum, Neşet Ertaş’ın türkülerinde en halis, en berrak ifadesini bulmuş; ben o yüzden Neşet Ertaş’ı hiç bıkmadan döne döne dinliyormuşum.
Nedir bu yol? Hayata inanmak, güzele inanmak, hayatın hakkını vermek gerektiğine inanmak, hayatın hakkının ancak aklını kullanarak, gayreti elden düşürmeyerek, çabalayarak ve aşkla aleme bakarak verileceğine inanmak; hayatın merkezinde aşkın yattığına inanmak, korku ve menfaat olmaksızın yaratıcıya inanmak, yaratanın bir parçasının insanda olduğuna –can’a- inanmak, bu yüzden yaratana aracısız ulaşabileceğine inanmak, araya birilerini sokmak gerekmediğine inanmak ve en önemlisi korku ve menfaat hissinin yaratıcı ile insan arasındaki bu bağı zedelediğine inanmak...
Ezcümle : Bu hafta sonu Neşet Ertaş söyledi, ben dinledim, Thomas Paine de, asırlar ötesinden ikimize selam gönderip olup biteni tasdik etti.
Hüseyin Cem ÇÖL
28 Nisan 2013 – Pelitli 

23 Nisan 2013 Salı

“Gök Ekini Biçmiş Gibi...”


'Ölümümden kimse sorumlu değildir.
En çok babamı üzeceğim için üzgünüm.
Hayattan zevk almıyorum.
İşyerinde de mutlu değilim.
Başarılı olduğumu düşünmüyorum'

18.4.2013’te intihar eden akademisyen
Murat Elbay’ın ardında bıraktığı not

İntihar etmiş iki genç tanıdım. İki er. İkisini de intihar ettikten hemen sonra tanıdım. Onların soğumaya başlamış çıplak bedenlerini gördüm. Artık hayatla olan kavgalarını sona erdirmiş, masum, savunmasız ve yaralı hallerini. İç çatışmaları ve dış çatışmaları bitmişti, mutlak bir sessizlik ve huzur sinmişti tenlerine.
Biri, nöbet kulübesinin yanında yığılıp kalmıştı. G3’ü çenesinin altına dayamış, mermi miğferini delip çıkmıştı. Henüz gün doğmamışken vermişti kararını. Nöbetinin bitmesine yirmi beş dakika kala. Yani bir saat otuz beş dakika boyunca, o birkaç metrekarelik nöbet kulübesinde an be an zihninde kendisini hazırlamıştı verdiği o karara. Ardında birkaç kırık cümle de bırakmıştı. Not defteri, kamuflajının sağ cebinden çıkmıştı.
Bir diğeri, duvarlarına asırlarca çıkmamacasına barut kokusunun sindiği bir silahlıkta kanla dolu zeminde yatmakta idi. O odada, o ve ben ikimizdik. Ben ayakta, o yerde kan denizine uzanmış yatmakta. Yüzünün yarısı paramparça. Mermilerden biri elektrik kablolarına da isabet ettiği için, kesikti elektrikler. Bir ışıldak bulmuşlardı, odayı ve yerde cansız yatan eri gösteren. Öylece kalakalmıştım. Duman, barut, kan kokusu arasında; biri cansız, diğeri canlı iki beden. Soğukkanlı olmak lazımdı, ölümün ve hayatın karmaşık yapısını zihnimden silip atmaya çalışmıştım, olup biteni en basit haliyle kabul etmeye çabalamıştım. Ve ne tuhaf, kendimden hiç ummazdım, başarmıştım da.
Bir genç neden intihar eder? Bu bilinebilir mi? Eğer, intihar vakasının soruşturmasını yapmakta iseniz, tekemmül etsin diye çabaladığınız dosya bir intihar dosyası ise, bu soruya cevap bulmak zorundasınızdır. Bulabildim mi? İntihar eden askerlerin dolapları, yatakları, çamaşırları, çantaları, defterleri didik didik edildi; koğuş arkadaşlarının, komutanlarının, aile fertlerinin tek tek ifadesi alındı. Gerçeği öğrenebildim mi? Acaba, soruşturma sırasında, bir yol bulup karşıma dikilselerdi, kendileri ne için intihar ettiklerini açık açık söyleyebilirler miydi?  
Bir genç neden intihar eder? Bilinemez bu sorunun cevabı. Bilinir de söylenemez mi yoksa? Çünkü bunun cevabı ağırdır. Kimse söyleyemez o cevabı yüreklice. “Sistem” der çıkarız işin içinden. En kolayı, en yürek ferahlatanı, en iç soğutanı budur çünkü. Aynaya hiç değilse bir süre bakamayanlar, aramızdaki en masum katillerdir. Bir intihar varsa, herkes katildir.     
Bir genç intihar eder, bir an duraklanılır, niyesi merak edilir, sonra herkes kendi şarkısını söylemeye kaldığı yerden devam eder.  
Maalesef.
Hüseyin Cem ÇÖL
23 Nisan 2013 – Pelitli

21 Nisan 2013 Pazar

“Işık da Ne Yapsın, Söner…”


Üniversite nedir? Üniversite, esasında bilimin ve sanatın buluştuğu, el ele verdiği mekandır. Sağlıklı, dengeli ve mutlu bir topluma, ancak bilime ve sanata hak ettiği değeri vererek ulaşılabilir. Her dönem aynı bilgileri öğrenciye sunmakla ve dönem sonunda bu bilgileri onlardan geri istemekle “bilim” yapılamayacağı ortada. Bilgilerin sorgulanabilmesi, işlenebilmesi ve öğrencinin gelişiminde rol oynayabilmesi için, eğitimin sanatsal faaliyetlerle desteklenmesi şart. Lafın özü, eğitim şart, ancak sanatla desteklenmesi şartıyla şart.  
Dün,  KTÜ’de tiyatro festivali başladı. Sahne alan ilk oyun Yılmaz Erdoğan’ın yazdığı “Kadınlık Bizde Kalsın”.  Karadeniz Teknik Üniversitesi Tiyatro Kulübü (KÜT) tarafından hazırlanan oyunu zevkle, beğeniyle, yer yer kahkahayla, çokluk tebessümle izledim. Başta oyuncular olmak üzere emeği geçen herkesi tebrik ederim. Oyunu eleştirmek haddime düşmez. Oyunda görev alan ekibin ne kadar özveriyle çaba gösterdiğini ve sahneye en iyisini sunmak için heyecanla uğraştıklarını anlamak zor değil. Bize de, tüm ekibin özverisini ve heyecanını ayakta alkışlamak düşer.    
Tiyatro festivalleri ve diğer sanatsal faaliyetler, üniversitelerde bilim-sanat dengesini kurmada önemli bir işleve sahip. Fakat, marifet iltifata tabidir, takdir görmezse kaçar. Bu tür festivalleri tertipleyenlerin, yeni ve daha iyi faaliyetlerde bulunmak için şevke getirilmesi gerekir. Bu da ancak halihazırda yaptıklarının desteklenmesiyle mümkün.
Dün akşam, festivalin ilk oyunu sahnelenmekteydi. Doğrusu fakülteden çıkıp tiyatroya doğru yürürken, AKM’nin önünün tıklım tıklım olacağını düşünüyordum. Hiç de düşündüğüm gibi değildi, gayet sakindi ortalık. İçeri girdim, benim koltuğuma başkası oturmuştu, ben de başka bir boş koltuğa oturdum; demem o ki “yer sorunu” yoktu. Oysa olmalıydı. O salon dolup taşmalıydı. Öğrenci sayısının ellibini aştığı söylenen bir üniversitede, o salonun dolup taşması vakayi adiyeden sayılmalıydı. İlgi azdı diyemem yine de oyuna, haksızlık etmeyeyim, salonun çoğu dolmuştu fakat neden hepsi değil?
Elbette, herkesin tiyatroyu sevmesini bekleyemeyiz. Sevgide serbestiyet esastır, malum. Yine de insan düşünmüyor değil, bin kişilik o salonu dolduracak kadar tiyatroseveri nasıl olmaz koskoca bir üniversitenin? İlk gün dolmazsa, hangi gün dolacak o salon?
Bana “sorun sistemde” demeyin, bu çok büyük bir aldatmaca. Sorunu “sisteme” yıkmak, sistem denilen de her neyse artık, hem zihin tembelliğinin göstergesi, hem de kendini sorunların dışında tutarak bir tür aklama yöntemi.
Sorun sistemde değil tek tek hepimizde. Öğrencisinden öğretim üyesine dek, her birimizde.
Hüseyin Cem ÇÖL
21 Nisan 2013 – Pelitli