7 Mayıs 2013 Salı

Kağıt Okuma Savaşları - III



8.Gün – Cumartesi : Evdeyim. Muharebe meydanından hayli uzakta. Keşke, sarmaş dolaş dosyanın içinde yatmakta olan askerler, kendiliklerinden (=resen?) dosyadan çıksalar, pencereyi açıp, üçüncü kattan kendilerini boşluğa bıraksalar, terk-i dünya etseler… Böylece bu anlamsız savaş bitse, insanlar el ele tutuşsa, birlik olsa, hayat bana bayram olsa…

9.Gün – Pazar : Yine evdeyim. Askerlerin dünkü rüyamı gerçeğe dönüştürdüklerini sanmam, yine de Allahtan ümit kesilmez. Hiç olmazsa bugün olağanüstü bir durum olsa, bir mücbir sebep. TBK m.136’lık bir durum zuhur etse. Kusurum olmasa ama kağıtları okumak da objektif olarak imkansız olsa. Mesela yangın çıkmasın da, kıyamam fakülte binasına, alarm sistemi yangın çıktığını zannedip, bütün binadaki yangın söndürücü sistemi devreye soksa. Masanın üzerinde nerdeyse üç haftadır arsızca yatmakta olan kağıtlar ıslansa, yazılar masaya aksa da hepten okunamaz olsa.  

Ne saçmalıyorsun böyle Cem’cim! Odandaki kitaplar da ıslanacak o zaman sersem. Yok kalsın bu. Duamı geri alıyorum. Üç beş kıçıkırık asker için, üç kuruşluk maaşımla kendimi bildim bileli bıkmadan usanmadan satın aldığım ve nicesinin satırlarına gözümün ışığını düşürdüğüm kitaplarıma zarar gelmesini hiç istemem. Zaten ben öldükten sonra ne olacağını da çok merak ediyorum. Kendime değil canlar, kitaplarıma tabi ki… Kitaba en az benim kadar değer veren bir asistan bulsam, şimdiden kitaplarımla başgöz edeceğim onu, ben öldükten sonra da gerdeğe girerler artık…

10.Gün – Pazartesi : Mesai günü. Ne çok yorgunum. 3 askeri yere devirdim ama bende de kılıç sallayacak derman kalmadı. Çıkıp biraz hava alayım, tebdil-i mekan edeyim, mesai arkadaşlarımla dertleşeyim dedim. Derdimi açtım, okuyamıyorum kağıtları, çabuk pes ediyorum dedim. Hocam, bahar yorgunluğudur, olağandır dediler. Öyledir mutlaka deyip, tembelliğime geçerli bir mazeret buldukları için memnun ayrıldım yanlarından. Fakat Allahın bildiğini kuldan neden saklamalı? Benim yorgunluğum bahara özgü değil ki. Ben, her mevsim yorgunum.

Masama oturup yeniden bir hesap yaptım. 10 günde 52 askerin işini bitirmişim. Daha geriye birinci dosyada 65 sağlam asker benimle çarpışmak için bekleşiyor. İkinci dosyada ise, maşallah tam 154 asker, tertemiz, cillop gibi, bakire bir kız edasıyla 'ne zaman sıramız gelecek, bize de el atsan artık' diye fingirdeşiyorlar. Ben bunları hangi ara okuyacağım erenler? 10 günde 52 kağıt okunduğuna göre, geriye de 219 kağıt kaldığına göre, bu baş döndürücü hızla devam edersem, 41 gün sonra, zafer benim olacak! Tamı tamına 16 Haziran’da! İyi de o tarihte, finaller bitmiş, notlar okunmuş ve açıklanmış olması lazım. Daha ben vizeyle baş edemezken, bir de bunun finali var yani. Zahmet olmazsa biri bana mağmanın girişini göstersin. Çıkışı kendim bulmasam da olur.   

Acı sonuç: Her akşam H 309’da gecelemekte olan askerleri, eve götürmekten başka çarem kalmadı. Uyku falan uyuduğum yok zaten, geceleri daha bir şevkle çalışasım da var ne hikmetse, o halde yarından tezi yok, savaş meydanını eve de taşımalı, sadece gün ışığında değil, gece karanlığında saldırmalı düşmana!

Ne yazık ki daha çoook, to be continued…

Hüseyin Cem ÇÖL 
7 Mayıs 2013 - Pelitli

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Kölesiydi Düşüncesinin



“Düşüncesi benden ne kadar farklı olursa olsun 
her insanın kendi düşüncesine sahip çıkma hakkını büyük bir çabayla savunduğumu hatırlamanız 
adil bir davranış olacaktır. 
Bu hakka karşı çıkan herkes, 
şu anda sahip olduğu düşüncenin kölesi olacaktır, 
çünkü kendisini onu değiştirmekten alıkoymaktadır.”

THOMAS PAINE

Her insan, gençliğinde bir felsefi görüşe, siyasi görüşe, ideolojiye ya da dine meyleder; meylettiği sistem, o insanın hayatına yön verir, hayat biçimini belirler. Yaşadıklarını, etrafında yaşananları kabullendiği düşünce/davranış sistemi çerçevesinde yorumlar ve hayatını böylece anlamlandırır. Gençlik, bir arayış çağıdır; hayatı anlam verme ve hayatı anlamlandırma çağıdır. Her genç, kendince bu çağında karşısına çıkan bir eşikte bir müddet gölgelenir.

Bir insanın gençliğinde mensup olduğu sistemin kendisine sunduğu (=dayattığı) düşünce ve davranış kalıplarını, hiç değiştirmeksizin hayatı boyunca sürdürmesi mümkün müdür? Eğer mümkünse, aynı çizgi üzerinde sağa sola kapılmadan ilerlemek, çizgisini bozmamak, bir erdem sayılabilir mi? Erdem sayılır diyebilirsek bu soruya; gençliğinde edindiği çizgisini sonradan değiştirenleri erdemsiz, omurgasız mı saymak icap eder?

Sıcaklığı kaybolmadan hemen cevaplayayım bu soruları. Hayır, mümkün değildir, insan değişir. İnsanın gençliğinde edindiği düşünce ve davranış kalıplarını aynen sürdürmesi imkansızdır. İmkansızdır fakat bir an için bu kuralın istisnası vardır desek bile, bu durum, kesinlikle bir meziyet, bir erdem gibi telakki edilemez. İnsan, yaşadıkça hep bir şeyler öğrenir. Öğrendikçe kendini sorgular, düşüncelerini, davranışlarını değiştirme zorunluluğunu hisseder. Değişim, bir ihtiyaç değil, bir zarurettir. Bu yüzdendir ki, gençliğinde edindiği çizgisini sonradan değiştirenleri erdemsizlikle, omurgasızlıkla suçlamak, ya kötüniyetin ya da empati yoksunluğunun göstergesidir.

***

Emine Şenlikoğlu, takip edebildiğim ve anlayabildiğim kadarıyla çizgisini hiç bozmayan bir isim. Seksenlerin sonlarında birkaç kitabını okumuştum, sonraki yıllar ise uzaktan uzağa takibimde kaldı. Kesin yargılara varmak zor ama anladığım kadarıyla söyleyeyim, İslam algısı hep duygusal zeminde yükseldi ve kendisi gibi İslam’ı duygusal bir bakış açısıyla değerlendirenleri, bilhassa kadınları etkiledi ve bu etkileme gücü sayesinde yıllarca –o kesimde- tutunabildi.

Emine Şenlikoğlu, “hep aynı kalmak imkansızdır” savının bir istisnası. Neden böyle? Bu sorunun cevabını en iyi Emine Şenlikoğlu verebilir. Kendisi, bazı akşamlar twitter hesabından soruları cevaplıyor. Bu akşam da baktım twitter’da. Hazır bulmuşken şu merak ettiğim hususu bir sorayım istedim. Fakat, sosyal medyada üslup çok önemli olduğundan, sorguluyor gibi görünmemek için ortaya soru görünümünde olmayan ama aslında bal gibi bir soru olan bir tesbit yapmakla yetindim. Hesabına şunu yazdım:    

Hanımefendi, gençken sizin birkaç kitabınızı okumuştum. Herkes değişiyor ama siz hep aynı kalıyorsunuz. Değişmemek zor olmalı.

Emine Şenlikoğlu bu tweet’i “övgü”mü zannetti nedir, “retweet”ledi. Hatta bir-iki kişi daha arkasından retweetledi. Yani benim soru cevapsız kaldı.

***

“Kesin inançlı” insanlar değişmeyi bir yenilgi olarak kabul ettiklerinden değişmemiş gibi yapıyorlar. Nasrettin Hoca’nın her on yılda bir kendisine sorulan “yaşınız kaç?” sorusuna her defasında “kırk” demesi gibi, aynı çizgide kalıyor görünmeyi sözünün eri olmanın şiarı olarak görüyor da olabilirler. Yahut bu kişiler gerçekten değişmiyor, değişemiyor. Çünkü onların “öğrenmek” zannettiği eylem, sadece kendi düşüncelerini destekleyen yayınları tekrar tekrar okumaktan ibaret. Odalarının manzarası hep bildik, hep aynı, farklıyı düşman belliyorlar. Edebiyatın ve sanatın has örnekleriyle de ünsiyet kurmadıkları için empati yapamıyorlar; bu yüzden başka insanları anlayamıyorlar. Büyük bir insanlık havuzunun ortasında, aslında hep aynı dertlerle muzdarip olduğumuz ana gerçeğini ıskalıyorlar da insanları kendinden olanlar-olmayanlar diye ayırıp, hayat mücadelesini (=davalarını), kendinden olmayanları kendilerinin safına katmaktan ibaret zannediyorlar.

Ben aslında “kesin inançlı” diye nitelendirilecek insanlardan korkarım. Bu kişiler, ister Müslüman, ister Yahudi, ister Hıristiyan, ister liberal, ister sosyalist, ister Kemalist, ister ülkücü, ister İslamcı, ister ulusalcı vs. her ne olursa olsun; mensup oldukları sistemin doğruluğuna o kadar inanmışlardır ki; o sistemin ülkede/dünyada hakim olması için, zaman gelir, amaca giden her yol meşrudur derler ve bir bakarsınız, başka insanlara zarar vermekten çekinmezler, çünkü kesin inançlılar empati yapamazlar, düşüncelerini ve davranışlarını belirleyen sistemin o kadar kölesi olmuşlardır ki, başkalarının da kendileri gibi insan oldukları gerçeğini çok çabuk unuturlar.

***

Kapıyı  Thomas Paine’in “Akıl Çağı” kitabına yazdığı önsözle açtım; “Esaretin Bedeli” filminden bir replikle kapatayım:    
         

- Ellis Boyd Redding. Müebbet hapis cezanızın kırk yılını geçirmişsiniz. Düzeldiğinize inanıyor musunuz?

- Düzelmek mi? Bir düşüneyim. Bunun ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yok artık.

Yani Bay Redding, topluma katılmaya hazır mısınız?

- Ben bunun ne demek olduğunu biliyorum evlat. Ama bu kelime benim için sadece uydurulmuş politik bir kelime. Sizin gibi iş sahibi, takım elbiseli, kravatlı gençlerin bilmek istediği şey ne? Ne yapmamı istiyorsunuz? Yaptığım için pişman olmamı mı?

- Pişman mısınız?

- Pişman olmadığım bir gün bile yok ki. Burda olduğum ya da olmam gerektiğini düşündüğünüz için değil. O zamanları hatırlıyorum da, küçük, aptal bir çocuğun işlediği korkunç suç. Şimdi onunla konuşmak istiyorum. Onunla konuşmak istiyorum ama bunu yapamıyorum. O çocuk geçmişte. Çok eskilerde kaldı. Bu yaşlı adam onun artığı işte. Onunla yaşamak zorundayım. Düzelmek mi? Bu çok saçma bir söz. Gidip fonlarınızı damgalayın evlat ve boş verin gitsin, vaktimi harcamayın. Çünkü doğruyu söylemek gerekirse, artık umurumda bile değil.  

-  APPROVED.  

Küçük ve aptal bir çocukken işlediğimiz suçları, erliğimize halel gelmesin diye, bir ömür boyu meziyetmiş gibi savunmaya devam etmek zorunda değiliz, vesselam. 

Hüseyin Cem ÇÖL
6 Mayıs 2013 – Pelitli 

5 Mayıs 2013 Pazar

Bir Türkünün Peşinde




Dün akşam, KTÜ Atatürk Kültür Merkezi’nde “türkü ziyafeti” yaşandı. KTÜ Türk Halk Müziği Topluluğu, bir buçuk saat boyunca dinleyenleri türküye doyurdular. Emeği geçen herkesin yüreğine sağlık. Küçük kızım –beklediğimden çok daha fazla sabır gösterip- sonlara doğru mızmıldanıp kısa bir kesintiye sebep olsa da, konseri bitene kadar zevkle dinledim. Diğer etkinliklere nazaran, salon daha bir dolu gibiydi. Türküleri seviyoruz anlaşılan.

Konserde pek güzel terennüm edilen bir türkü var ki, hepsinden çok zihnimi işgal etti. İlk kez dinlediğim Hatay yöresine ait bu türkünün, özellikle “benim sevdiceğimde din var iman yok” mısrasına takılmıştım ancak şimdi türkünün tamamını yeniden dinledikçe fark ediyorum ki, türkü baştan sona tuhaf bir bilmeceyi andırıyor.

Türkünün sözlerini buraya alayım da bilmeceyi sonra çözmeye gayret edeyim:

şu karşıki dağda kar var duman yok
benim sevdiceğimde din var iman yok (aman)
vardım baktım nazlı yarim evde yok

ver benim sazım efendim ben gider oldum
süremedim lavantayı konsola koydum

şu karşıki dağda titrer dallar
benim gönlüm arzu çeker tomurcuk güller (aman)
kader kısmet böyleyimiş ne yapsın eller

ver benim sazım efendim ben gider oldum
süremedim lavantayı konsola koydum

Şu karşıki dağ” diye başlayan mısraların asıl anlatılmak istenen meseleye giriş yapmak için “ısındırma” amaçlı söylendiği malum. Buradan Anadolu insanının kollektif bilincine ilişkin bir çıkarımda bulunmak mümkün müdür? Biz Anadolu insanı olarak, diyeceğimizi yekten diyemiyoruz da, önce mutlaka anlamsız/konuyla ilgisiz bir peşrev yapmak zorunda mı hissediyoruz kendimizi? Anlamsız/konuyla ilgisiz peşrevden sonra, tek vuruşta diyeceğimizi diyoruz ama. Bir de, “giriş-gelişme” arasındaki kafiye ortaklığı dışındaki bağlantısızlık, acaba, sadece bizim halk türkülerine özgü müdür? Farkındayım, bilmeceyi çözmek için gayret edeceğimi vaat etmiştim ama soruları çoğaltıp durmaktayım. Zaten ben de gayret edeyim dedim, çözeyim demedim.

Peşrevi bırakayım da asıl kafamı kurcalayan ikinci mısraya gelelim. Türküyü yakan, türkü yakmasına sebep olan asıl meseleyi ikinci mısrada ifşa ediyor: “Benim sevdiceğimde din var, iman yok”. Nedir bu? Konserde ilk duyduğumda, giriş mısrasına uygun bir kafiye arayışının sonucu diye düşünmüştüm, yani peşrev devam ediyordu zannıma göre. Türküyü defalarca dinledikçe anlıyorum ki, aslında türkünün kalbi burası ve türküyü yakan asıl derdini bu mısraya pek güzel gömmüş. Ne diyor dertli aşıkımız? Sevdiceğim beni seviyormuş gibi yapıyor ama aslında sevmiyor diyor. Kabuk var ama öz yok diyor. Ben gerçekten seviyorum da, o işin dalgasında diyor. Daha ne desin erenler?  

Sonraki mısralardan iyice anlıyoruz ki, garibim aşkına karşılık bulamamış, tek taraflı aşktan muzdarip imiş. “Nazlı” yâri evde bulamamak, aşıkımızın aşkına karşılık bulamadığını remzeden bir metafor. Ve yine anlıyoruz ki, aşıkımız çok kırılgan, aşkı için mücadele etmeyi hiç aklına getirmiyor da, “madem beni sevmiyorsun, o halde ben de çeker giderim” havasında. Lavantayı bile sürmeyip konsola bırakması, sevgiliyle beraber hayatın tüm zevklerinden de vazgeçtiğini mi gösteriyor, nedir? Sade sevgiliye değil, hayata da küsmüş olduğunun mu göstergesi? Anlıyoruz ki, aşıkımızda çekingenlik, alınganlık, kırılganlık ve kadercilik iç içe. “Kader kısmet böyle imiş ne yapsın eller” diyor. Bilinçaltında, başkalarından yardım beklentisi mi gizli? Bir yandan kaderci, bir yandan da etrafındakilerden yardım umuyor, “sevdiceğimle aramı bulun” demiyor da, dile getiremediğini etrafındakilerin anlamasını istiyor. Bir yandan da, arabuluculuk işini yapamayacak/yapmayacak olan etrafındakilere kendisi mazeret üretiyor: Kader kısmet böyle, onların da elinden gelen bir şey yok. Ben doğuştan talihsizim der gibi. Şimdi muhayyel maşukumuza hak verir gibi oluyoruz, böylesine kaderci, kırılgan, alıngan ve sinameki bir aşıkı kim ne yapsın? Bir de çehre fakiriyse eğer, hiç çekilmez doğrusu. 

Mesele anlaşıldı. Dağılabiliriz. Kız yüz vermemekte haklıymış beyler. 

Hüseyin Cem ÇÖL
5 Mayıs 2013 – Pelitli 

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Kağıt Okuma Savaşları - II



5.Gün – Çarşamba : Günün bilançosu, 13 asker ÖLÜ, bir ben YARALI. Aslında savaşa harcanmayacak kadar güzel bir gündü. Çok sıcak değil, tatlı sıcak. Üstelik bayramdı da. Yine de evde pineklemeye gönlüm razı olmadı, say ki kan kokusu çekti götürdü beni muharebe meydanına. Akşam geç saatlere kadar H309’da kağıtlarla debelenmeme rağmen ancak 13’de kalabildim.

Ben bu hızla çarpışmaya devam edersem finallerden önce notları açıklamam zor görünüyor.

6.Gün – Perşembe :  Sadece 7 asker pert. Tamam, yoğun bir gündü, üç ders yapıldı ancak ders aralarında muharebeye devam edilebildi ama yine de ganimet bu kadar az olmamalıydı. 7 askeri 7 dakikada yere seren cengaverler var bu alemde, ben onların yanında pek bir çaylak kalıyorum.

Bu savaşı tez elden bitirmenin bir yolu olmalı. Aklıma gelen en iyi yöntem “zar” atmak. Lakin, şöyle bir sorun var. Zar atma yönteminde bir öğrencinin alabileceği en iyi sonuç “66”. Şu ana kadar notlar seksenlerde doksanlarda uçuşurken, birden ellilere, altmışlara inerse; öğrenci milleti isyan eder, işte dalgasını geçtiğim asıl “savaş” o zaman kopar! Zar atma yöntemi, en kolay yöntem fakat riskli.

Velhasıl, başka bir yol bulmalı.

Kadirşinas öğrencim BAYRAK'ın,
geçen ayki zor günlerimde
twitter pencereme
bıraktığı anmalık...

Ne zaman elma yesem aklıma geliyor... J
7.Gün – Cuma : Koskoca bir günde sadece 3 askeri yerle yeksan etmiş olmanın hüznü ve şaşkınlığı ile akşam eve gelmiştim. Küçük kızım halıya uzanmış, elinde kağıt kalem, kendince bir şeyler yazıp duruyordu. Ne yazıyor diye eğilip baktım. Ne göreyim beğenirsiniz, birtakım rakamlar… O vakit kafatasımın içinde lambalar yanınca Edison’a rahmet gönderdim. İki tomar dolusu kağıdı okumak madem bu kadar zor, canlar kusura bakmasın artık, benim ufaklığın yanyana yazacağı iki rakama razı olsunlar. Ne çıkarsa bahtlarına.

Fakat bu yöntemin de olabilitesi yok. Çünkü kızım 10’a kadar sayabiliyor, ancak 3’e kadar yazıyor. 3 güzel bir rakam, ancak 33 aldığını öğrenen öğrenci taifesini kalpten öldürebilir. Durduk yere kimsenin sebebi olmak istemem.

Neden kendimi bu kadar yoruyorum ki? Bağdat’ı yeniden keşfetmenin gereği yok. En bilindik yolu denemeli: Çizgi yöntemi… Yarın, yine H309’a gideyim, odanın ortasına tebeşirle kalın bir çizgi çekeyim, dosyanın içinden kağıtları çıkarayım, çizgiye ayağımı basıp vargücümle kağıtları havaya fırlatayım, deniz tarafına düşenlere aradaki mesafeye göre 50 +, pencere tarafına düşenlere ise 50 – not vereyim.

Gerçi bu yöntemde de, yere eğilip kağıtları toplama sıkıntısı var ama eh artık o kadar sıkıntıya da mı katlanmıyah? 

To be continued…
Hüseyin Cem ÇÖL
4 Mayıs 2013 – Pelitli 

2 Mayıs 2013 Perşembe

25 Yıl Sonra



Çocukluğum seksenli yıllarda, Sivas’ta, şehrin kenar bir mahallesinde geçti. Koskoca mahallede sadece bir kişinin evinde telefon vardı. Çünkü adam PTT’de de işçiydi. O vakitler, eve telefon kablosu bağlansın diye PTT’ye başvurmak gerekir, talebin kabul edilmesi ve hattın çekilmesi için de üç ay, beş ay, bilemedin bir sene beklemek gerekirdi. Eve telefon bağlatmak çok mühim bir itibar nişanesiydi. Evde telefon olmasına rağmen, yurtdışı görüşmesi yapmak için yine PTT’nin aracılık yapması gerekirdi. Doğrudan yurtdışı görüşmesi yapamazdınız, önce PTT aranacak, oradaki görevli sizi konuşmak istediğiniz kişiye bağlayacaktı.

Mahallemizde tek evde telefon vardı demiştim, evet tek evde… O ev koskoca mahallenin PTT şubesi gibiydi. Şöyle ki: Fransa’da yaşayan halam o eve telefona eder, şimdi rahmetli olan babaannemi istetir, evin kadını –muhtemelen söylene söylene, belki de önemli bir evin hanımı olduğunu düşünmenin gönül rahatlığıyla- bize gelir, babaanneme kızından telefon geldiğini söyler, babaannem binbir telaşla evden çıkar, telefona koşardı. Bazen ben de giderdim o telefonlu eve. Telefon nerde olsa beğenirsiniz? Masanın ya da sehpanın üzerinde mi? Elbette hayır. Bu kadar değerli bir şey, öyle herkesin ulaşabileceği bir yere konur mu? Telefon için, hani futbolda kale direklerinin kesiştiği doksan tabir edilen bir yer vardır ya, odanın tavanının bir köşesinde özel bir raf yapmışlardı ve telefonda konuşacak kişinin, divanın üstüne çıkması gerekiyordu. Babaannemin, divanın üstüne çıkıp, ayakta, bağıra bağıra (bağırmazsa sesinin Fransa’ya gitmeyeceğini mi düşünüyordu bilmem ki) konuşurken ki vaziyeti, hafızamda netliği korumakta.

Zaman öyle çabuk aktı ki, bir anda kendimizi iletişim çağının ortasında bulduk. Artık telefon denilen alet her mahallede tek bir evde değil; bir evdeki her aile ferdinin her birinde bulunabilir hale geldi. Özel televizyonlar ve nihayet internet, yaşadığımız dönüşüme inanılmaz katkıda bulundular. 2013’ü sürmekte olduğumuz günümüzde, artık hayat, seksenlerden çok farklı. Doksanlarda doğanların bu farkı anlaması zor, idrak etmeleri ise imkansız.

Telefonun yaygınlaşması, özel televizyonların çoğalması ve nihayet internetin artık lüks değil basit bir ihtiyaç halini alması artık herkesin kanıksadığı gelişmeler. Cep telefonsuz, özel televizyonsuz, internetsiz bir hayatın mümkünatı yok gibi geliyor insana. Tüm bunların hayatımıza olumsuz etkisi de yok değil elbette ama hiç kimse tüm olumsuzluklarına rağmen, telefondan, televizyondan, internetten vazgeçecek gibi değil.

Lafı ne çok uzattım. Birkaç gün önce, Sivas’ta, Cumhuriyet Ortaokulunda öğrenci iken kendisinden tarih dersi aldığım Lütfü Kengeç hakkında bir yazı yazdım. Acaba nette gezinirken bu yazıya tesadüf eder de, beni hatırlar mı, hatırlarsa cevap yazar mı diye düşünmedim değil. Fakat sesim hiç ummadığım yerden yankı buldu. 25 yıl önce aynı sırayı paylaşdığım ve o gün bugündür kendisiyle hiç irtibat kurmadığım bir arkadaşım, ta Edremit’ten selam sarkıttı. Dün sabah arkadaşımın yorumunu okuyunca, gayrıihtiyari “ey internet, sen nelere kadirmişsin” lafı döküldü ağzımdan.

Ey internet! Bir işe yaradığına ilk kez dün sabah ikna oldum.
Hüseyin Cem ÇÖL
2 Mayıs 2013 – H 309 

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Kağıt Okuma Savaşları – I



1.Gün – Cumartesi : İki dosya dolusu düşman askerinin masada mevzilendiği görüldü. Birinci düşman 117 askerden müteşekkil, her bir asker en az 7 sayfalık teçhizata sahip. Dosya üzerinde “Borçlar Hukuku Genel Hükümler” yazıyor, ki alemin bildiği tabirle bu namert düşmana kısaca Borçlar Genel demek en doğrusu. İkinci düşman, daha bir kalabalık: 154 asker. Her biri gladyatör kıyafetinde, sanırsın benim üzerime değil de Kartaca’ya saldırmaya hazırlar. Dosyanın kapağını şöyle bir kaldırmamla, Roma’nın bütün ihtişamı, kibri ve azgınlığı masaya taşacak gibi oldu, lakin onlar Romalıysa ben de “evelallah yiğidin harman olduğu yerden”im, çevik bir bilek hareketiyle dosyanın ağzını derhal kapatıverdim. İçimdeki Ulubatlı Hasan’ı “hele bekle koçum, önce Borçların Geneli, sonra Doğru Roma” diyerek zor teskin ettim.

Evvela “Borçlar Genel” dosyasını önüme sürdüm. Düşman askerlerini kabından çıkarıp masaya yığdım. Biricik silahım kırmızı tükenmez kalemi tüm gücümle kavradım. Destek kıtası olarak fizy.com’dan Neşet Ertaş’ın türkülerine tıklayıverdim.  Neşet Ustanın “ne güzel yaratmış yâr yâr seni yaradan” türküsü eşliğinde, gözüme kestirdiğim en cılız sınav kağıtlarını bir bir okumaya başladım. Bir iki üç derken kesildim. Üç askeri yere sermiştim lakin bende de hâl kalmamıştı. Yiğidin harman olduğu yerden olduğuma kuşku duymaya başladım. Ya benim hisseme yiğitlikten pek az düşmüştü; ya da bu söz bizim ataların analarımızı tavlamak için sarf ettikleri boş bir böbürlenmeden ibaretti. Kırmızı kalemi ağır ağır masaya bıraktım. Öldürdüğüm askerleri, öldürülmeyi bekleyen askerlerin altına yastık yapıp, çıktıkları dosyanın içine yeniden sıkıştırdım.

İlk günkü muharebe yarım saat ancak sürdü.

2.Gün – Pazar : Muharebe meydanına gitmedim. Düşmanlarım masada dosya içinde sarmaş dolaş bekleştiler; bende evde pinekledim.  Ölen kalan yorulan bayılan yok. Sessiz bir Pazar işte. Başka ne olacaktı ki? Pazar günü de savaşacak değilim ya?

3.Gün – Pazartesi : Muharebe meydanına gittim. Baktım düşman melül mahzun masada bekleşiyor. Onları rahatsız etmek istemedim. Zaten yapacak başka işlerim de vardı. O iş bitti, başka bir iş için eve gitmem gerekti. Oğlumu İstanbul’a yolcu ettim. Velhasılı düşmanla öpüşüp koklaşamadan koca bir gün geçiverdi.

4.Gün – Salı : Bu kez muharebe hayli kanlı ve uzun sürdü. Tam 23 askerin ağır ağır, dinlene dinlene, zevkini çıkara çıkara hakkından geldim. Hatta arada bir mola verip, öldürdüğüm askerlerin üzerinde zafer sarhoşu zalim bir kumandan edasıyla çay bile içtim. Askerin numarasını yazmayayım, ayıp olmasın. Daha da savaşacaktım, fakat, masadaki kağıtlar kırmızıya boyanmış kan denizini andırınca, midem bu vahşete dayanamadı, bıraktım. Bir kez daha öldürdüğüm askerleri öldüreceğim askerlerle harmanlayıp rulo yaptım ve dosyanın içine sürdüm. Ertesi gün bayram. Yani mesai yok. Savaşa evde mi devam etsem, yoksa bir gün ara mı versem. Savaşa evde devam etsem diye düşünürken, son anda karar değiştirip, düşmanı çantama yerleştirmekten vazgeçtim. Bu savaş günlüğünü de hangi akla hizmetse, gecenin bir yarısı yazmaya karar verdim.

Can sıkıntısı insana neler yaptırıyor, akıl alır gibi değil…  

To be continued…
Hüseyin Cem ÇÖL
1 Mayıs 2013 – Pelitli 

"Hayatın Neresinden Dönülse Kârdır"



Kimi insan işte bu yitirişi metanetle karşılar, devam edegelen insan evriminin bir parçası diye kabullenir ve yeni şartlara ayak uydurur, hayatını idame ettirebilmesi için başka bir seçeneği de yoktur.

Kimi insan ise, hep o yitirişe takılır kalır, zihninden silemez o saflığı, resetleyemez belleğini, sonraki yıllarda sarsak birkaç adım atar, kendi gibi tutunamayanlardan müteşekkil bir cemaate katılır, cemaat koyultur onun takıntısını, uyumsuzluğunu, sonra garibim baktı yapamıyor, bırakır boşluğa kendini. Nilgün Marmara gibi.

Hala yaşıyor olmak, yenilgiyi kanıksamak demektir.
Hüseyin Cem ÇÖL
1 Mayıs 2013 - Pelitli  

30 Nisan 2013 Salı

“Ben İyi Biri Değilim”



“Takip edilen/takipçi” listenizdeki biri gecenin bir vakti “ben iyi biri değilim” diye tweet atarsa, ne yaparsınız?

Bunu yazanı teselli mi etmeli acaba? “Haksızlık etme, sen çok iyi birisin” mi demeli? Ya, cevaben “sen beni benden daha mı iyi biliyorsun be sersem” derse… Neme lazım, nette birini teselli etmek, riskli ve netameli bir iş…  

Yoksa empatik cümleler mi savurmalı? “Kim iyi ki zaten?” mesela güzel bir kontratak olabilir.   

Hayırdır, nen var?” diyerek konuşmaya kapı aralamak da mümkün. Fakat, net konuşma mekanı değil ki, nette konuşulmaz… Net, aslında suskunların mekanı… Durmadan yazı paylaşıldığına bakmayın, aslında paylaşılan yalnızlık ve can sıkıntısıdır.

İşi şaklabanlığa vurmak da seçenekler arasında. “Gene kimin canını yaktın, de bakem?” gibi… Fakat yapacağınız espri biçimsiz düşebilir. O vakit ayıkla pirincin taşını… Hele muhatabınla hukukun gayet mesafeli ise, kırılan gönülleri toparlamak için bir ton laf etmek gerekebilir.

En iyisi susmalı… Hiç okumamış gibi yapmalı…
Hüseyin Cem ÇÖL
30 Nisan 2013 – Pelitli 

Küçük Bir Emekçi



Bayramlarla pek aram yoktur. Dinisinden millisine, sonradan ortaya çıkanından kendimi bildim bileli hep var olanına kadar, ayrım yapmadan, hiçbirisiyle pek aram yoktur. Belki çok küçükken, henüz aklımın hiçbir şeye ermediği zamanlarımda dini bayramlarda el öpmek, para toplamak, bayram gezmesine gitmek, hatta sabahın köründe bayram namazı kılmak beni mutlu etmiş olabilir. Ya da milli bayramlarda, elde bayrak uygun adım marşla Sivas caddelerini adımlamak, meydandaki elinde kalın kitabıyla Atatürk’ün heykelinin ardında bekleşmek, hatta o her yıl tekrarlanan hamasi şiirleri dinlemek beni gönendirmiş de olabilir. Fakat kaç yıl sürdü ki bu coşku seli? Ortaokula adım atmadan, her şeyin göstermelik olduğunu kavradım ben de yaşıtlarım gibi. O zamandan sonra her bayram günü yasak savma kabilinden geçmedi mi? İçtenlikle bayram kutlayan kaç kişi vardı öğrencilerin ve öğretmenlerin arasında? Dini bayramların güzelliği de aslında işin rutine bağlanmış olmasıydı. Arafe günü mezarlık ziyareti, bayram namazı, namazdan sonra ailecek bayramlaşma, bayram yemeği, sonra mahalledeki diğer akrabaları topluca ziyaret vs. Fakat bir zaman geldi, ben bayramlarda ailemin yanında bulunma imkanımı kaybettim. Yani “rutin” tekrarlanmayınca bayramların da güzelliği ve özelliği kalmadı. Her bayram, ah bir bitse beklentisiyle geçiverdi.  

Yarın bayrammış. Klasik bayramlardan değil bu, nevzuhur bayramlardan. Tam adını da yekten aklıma getirtemiyorum. Emek ve Dayanışma Bayramı olabilir. “Emek” ve “Dayanışma” iki büyülü kelime. Belki insanoğlunun bu dünyadaki serüveninde merkeze alınmayı hak eden iki büyük değer. Ben bu bayramın neresindeyim? Hem tamamen dışında, hem de tam göbeğinde. Göbeğindeyim, çünkü ben küçük bir emekçiden başka bir şey değilim. Bir üniversitenin farklı fakültelerinde kendisine sorumluluğu verilen dersleri anlatmaya gayret eden küçük bir emekçi. O kadar. O halde bu bayramı kutlamayı hak eden nice insandan biri de benim. Muhakkak. Fakat bir yanıyla da tamamen dışındayım bu hengamenin. Emek diye yola çıkanların pek çok kitabını okumuşum, kitaplığımın bir rafı Orhan Kemal’e, bir rafı Rıfat Ilgaz’a, bir rafı Aziz Nesin’e ayrılmış vaziyette. Ancak emek diye yola çıkan hiç kimsenin koluna girmemişim. Bilmediğim bir halayın ortasında el kol sallamak istemediğimden sanırım. Ya da “emek savaşıysa” eğer dünyadaki maceramız, kendi savaşımı tek başıma vermek, ne kimsenin sözünü kesmek, ne kimsenin türküsüne katılmak arzusu da olabilir. Beraber savaşmak denilen aslında bilmediğin birilerinin menfaati adına savaşmak, başkalarının yazdığı senaryoda figuran olmak, kendinden vazgeçmek gibi. Yani hiç bana göre değil.  

Her çiçek dalında güzel.

Ben de böyle güzelim.

Hüseyin Cem ÇÖL
30 Nisan 2013 – Pelitli  

29 Nisan 2013 Pazartesi

Lütfü Kengeç


Bir sözlük sitesinde Lütfü Kengeç için yazılanlar :
1.            öğrencilik hayatım boyunca en sevdiğim idareci/öğretmen. öğrencileriyle çok ilgilenen; on numara, saygıdeğer kişi. ayrıldığı zaman çok üzülmüştüm; ahmet bey yerine gelince daha çok üzüldüydümm :p (kayalardankayarim ?, 05.08.2010 12:52)
2.            sfl'nin görüp görebileceği en iyi idareci-öğretmendir kanımca. nöbetçi öğrencileri öğle aralarında doyurmak gibi bir huyu vardı sağolsun, bana aldığı hamburgeri hiç unutmuyorum. (flamingonunbalepabucu ?, 05.08.2010 12:54)
3.            lise 1'de hasta olup sevk almıştım. adam tam 1 ay boyunca beni nerde görse durumumu sormuştu :p kendisinin de bazı sağlık problemleri var. kendisine acil şifalar diliyoruz... (kayalardankayarim ?, 05.08.2010 13:02)
4.            bir de nerdeyse her öğrencinin ismini bilirdi. lise1'de daha ilk konuşmamızda adımı söyleyerek çağırmıştı beni yanına, şok olmuştum. (flamingonunbalepabucu ?, 05.08.2010 13:04)
5.            daha da böyle müdür gelmez. (niyetsizadam ?, 05.08.2010 13:52)
6.            hani filmlerde gördüğünüz "idealist öğretmenler" vardır ya, lütfü hoca onların reel hayattaki karşılığıdır. öğrenciye fazlası ile değer verir, karşılığında da sayggı görür. ki sonuna kadar hak etmektedir. emekliye ayrılması 18 yıllık okulun başına gelmiş en kötü olaydır. o varken nasıldııı, şimdi nasılll. emekli olduğu an özel bir okuldan teklif almış benim bildiğim tek müdürdür. allah uzun ömürler versin kendisine. (pesimistanbul ?, 05.08.2010 14:26)
7.            okuldan ayrılacağını duyduğumda yıkıldığım, fen lisesi ailesinin kültürünün sonu geldi dediğim ve çok sevdiğim değer verdiğim insan (pardon melek) (gigabayte ?, 05.08.2010 17:26)
8.            herkes bu kadar övüyor keşke bnde o sfl'de olduğu zaman girseydim bu okula dediğim ; bnde hayranlık uyandıran şahıstr. (yumurtatepeninziyaretcisi ?, 05.08.2010 21:06)
9.            öğretmenler gününde spor salonuna girdiğinde salonu sarsan "lütfü baba!" çığlıklarını fazlasıyla hak eden insan... ama alındım kendisine, her 08 çıkışlı gibi benide son senemde yalnız bıraktı... (brezilya milliyetcisi ?, 06.08.2010 14:17)
10.          Yüzünü sadece okulun girişindeki panoda gördüğüm birçok kişi tarafından ve dolayısıyla tarafımca sevilen SFL'nin eski müdürü.. (ZaraLi ?, 06.08.2010 15:39)
11.          bayramda ziyaretine gittik arkadaşlarla, çikolata kolonya ıvır zıvır (bkz: söylenmez böyle şeyler) ikram etti hocam biz tutarız dediysekde bize vermedi, herkesi tek tek dolandı sonrada "size hizmet gerek gençler" diyerek bizi yerin dibine mi soktu desem, yoksa o an benim gözümde kendisi bir kez daha yüceldiği için mi göreceli olarak ben kendimi yerin dibine girmiş hissettim desem bilemiyorum... 10 üzerinden 10.000 biri varsa eğer, o kişi lütfü hocadır... (brezilya milliyetcisi ?, 09.08.2010 04:08)
12.          Bakışı, gülüşü, ilgisi, babacanlığıyla taht kurmuş olandır pekçoklarının gönlünde (pifizik ?, 16.08.2010 15:56)
13.          3d gormedim saygıyla anıyoruzz (mhmtslh ?, 16.08.2010 16:41)
14.          herkes bu kadar iyi şeyler yazınca kendimden utandım biraz doğrusu gerçekten çok değerli bir insan (tabii sabahın soğuğunda bizi dışarıda daha az bekletseydi daha bir şevkle kendisini hayırla anardım allah kendisinden razı olsun. başka ne diyeyim allah başımızdan eksik etmesin.) (mehmet ali 2008 ?, 16.08.2010 17:37)
***
Lütfü Kengeç kimdir? Lütfü Kengeç, ben Sivas Cumhuriyet Ortaokulunda 1986-1987 eğitim-öğretim yılında orta 1 talebesi iken, tarih öğretmenimizdi. Ayrıca sınıf öğretmenimizdi de. Çok çalışkan bir talebeydim, tarihe de delicesine meraklıydım fakat yine de aradan geçmiş 26 koca sene elbette beni unutmuştur, hangi hafıza binlerce öğrenciyi acımasızca akan yılların kıyıcılığından saklayabilir ki? Ama ben Lütfü Hocayı unutmadım. Hafızamın kuvvetli olduğundan falan değil elbette. Lütfü Hoca, unutulacak bir hoca değildi de ondan. Bir 26 yıl geçse yine unutmam. Orta sonda Fevzipaşa Ortaokulunda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenim Hamza Muslu’yu, ilkokul öğretmenim Şermin Özüşen’i, Sivas Lisesi'nde son sınıfta edebiyat öğretmenim Adana Kozan'lı Tahsin Özener’i unutamayacağım gibi…
İnsanın bu dünyada başına gelebilecek en büyük şans nedir? Henüz sağını solunu bilmediği yeni yetmelik çağlarında, ona davranışıyla, konuşmasıyla, bilgisiyle, görgüsüyle örnek olabilecek; hayatına yön vermesinde elinden tutacak; sağduyulu, hoşgörülü, kendisini bilen öğretmenlerle yolunun kesişmesidir.
Şimdi… Işıkları kapatayım, adres çubuğuna youtube yazayım, Coşkun Sabah “Anılar… Anılar… Beni bu akşam ağlattılar…” desin, ben de dinleyeyim…
Tam zamanıdır.
Hüseyin Cem ÇÖL
29 Nisan 2013 – Pelitli