5 Eylül 2013 Perşembe

Sevgilerde




Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı.

Behçet NECATİGİL

4 Eylül 2013 Çarşamba

A r a f


Saçım ıslaktı. Saat sabahın beşiydi. 
Karanlıktı. 
"Sese" doğru yürüyordum. 
On beş yaşındaydım...

07.12.2005



"Hafıza," diye yazmıştı bir köşe yazısında Celâl, "bir bahçedir".


ORHAN PAMUK - "Kara Kitap",
İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 424. 

"Coşku tavan yapmışken ARAYA GİRİP okuru malumatlandırmak" bir Ahmet Mithat Efendi geleneğidir. Eh madem ki gecenin bu vaktinde Üstadın adını andık, bir Fatihayı esirgemeyelim erenler. Ruhu şad olsun!

Hüseyin Cem ÇÖL
4 Eylül 2013 - Pelitli 

3 Eylül 2013 Salı

Evrim


Doğa, insanın hem dostu, hem düşmanıdır. Dostudur, çünkü insanoğlu yaşaması için gerekli olan her ne varsa doğadan elde eder. Düşmanıdır, çünkü doğa aynı zamanda insanoğlunun önüne türlü zorluklar da çıkarır. İnsanoğlu, yeryüzünde, işte bu hem dost, hem düşman olan varlıkla binyıllardır yaşayagelmiştir. O'nun sayesinde ve O'na rağmen. Dostça sunduğu imkanları kullanmış, yiyeceğinden yemiş, içeceğinden içmiş ama bir yandan da düşmanca tavırlarına karşı hep tetikte durmuştur. Yaşayabilmek, ayakta kalabilmek ancak düşman doğayı alt etmeye bağlıdır. İşte bu çaba, insanın evrimine yol açmıştır. Mücadele etmek, didinmek, savaşmak beraberinde evrimi de getirmiştir. Sözün özü insanın evrimi, düşman doğaya karşı mücadeleden kaynaklanmıştır. Bunun sonucu olarak evrim; doğadan kopuş, doğaya yabancılaşma, doğal olandan uzaklaşma yönünde ilerlemiştir. Doğayla düşmandan çok dost olan insanlar ise, evrim skalasında geriye düşmüşlerdir. Kim ki doğaya hükmetmiş, o ilerlemiş, dünyaya nizamat vermiş, geleceği şekillendirmiştir. Düşman tamamen ortadan kalktığında evrim de tamamlanmış olacak ya da evrim tamamlandığında düşman ortadan kalkmış olacaktır. İnsanoğlu, doğayla mücadele ederek kendi evrimini başlatırken, doğaya tamamen hükmettiğinde evrimini de tamamlamış olacak, böylece doğayla birlikte kendi sonunu da getirecektir.

Benim evrimden anladığım budur.

Hüseyin Cem ÇÖL
3 Eylül 2013 – H 309 

2 Eylül 2013 Pazartesi

“The Apartment” : Mutlu Son


"The Apartment" :
Jack Lemmon, Shirley Maclaine, Fred Macmurray
(ABD-1960)
Filmin son anları… Bayan Kubelik heyecanla merdivenleri çıkmakta. Onun heyecanını sen de yaşamaktasın. Basamaklar bitmişken bir patlama sesi. Onun aklına gelen senin de aklına geldi. Yoksa? Elinde şampanya şişesiyle Baxter kapıda görününce bir rahatlama duygusu, yüzde bir tebessüm. Bayan Kubelik, size bayılıyorum. Kapa çeneni ve kartları dağıt.

***

Mutlu sonla biten filmler, “yaşamaya devam et, hayat tüm çilesine rağmen yine de güzel, er geç iyiler mutlu olur, bu da geçer ya hu” duygusu aşılıyor insana.

Mutlu sonla biten filmler, hayata olan inancımızı taze ve diri tutuyor. 

Mutlu sonla biten filmler, cennetten dünyamıza düşen bir ışık. 

Hüseyin Cem ÇÖL
2 Eylül 2013 - H 309 

1 Eylül 2013 Pazar

“Yağmurdan Sonra” : Bildik Bir Aşk Üçgeni


Bu gece uyku tutmayınca izlediğim “Yağmurdan Sonra” isimli 2008 yapımı filmin başrolünde Serhan Yavaş (tanımam bilmem), Pelin Batu (Tarihin Arka Odası’nın aykırı figürü) ve Turan Özdemir (Dondurmam Gaymak’tan sonra başka iş yapmasaydı sinema tarihinde parlak bir ışık olarak anılacaktı) oynuyorlar. İki erkek ve bir kadın. Bir aşk üçgeni ezcümle. İyi erkek: Mahkum. Komünist bir yazar. Duyarlı. Mağdur. İyi kadın: Cezaevi müdürünün karısı. İstemediği bir evlilik yapmış. Mutsuz. Kötü erkek: Cezaevi müdürü. Karısını seviyor ama karısı onu sevmiyor. Elbette o da mutsuz.

İyiler iyileri sever. Kötüler de, iyilere kötülük yapar. Filmin özü bu.

Aslına bakarsanız baştan sonra bildik klişelerle örülü başarısız bir film Yağmurdan Sonra. Oyunculuk da, senaryo da deyim yerindeyse dökülüyor. Filmin teknik eleştirisini yapmak benim haddimi aşar, ben sadece iyi erkek-iyi kadın-kötü erkek üçgeni üzerine birkaç kelam edeceğim.

Yaş 40’a dayanınca, insan artık bazı gerçekleri daha bir çıplak görebiliyor. İlk gençliğimde; insanların, dinlerin, ideolojilerin, ulusların birbirlerinden çok farklı olduğunu zannederdim. Bir İslamcı ile bir komünist arasında, bir Türk ile bir Yunan arasında, bir cami imamı ile bir rahip arasında dağlar kadar fark vardı zannımca. Tüm “davalar” bu farklılıktan besleniyordu ve “dava” denilen de kendi (en doğru, en güzel, en iyi) farklılığını kendinden olmayana dayatmak, benimsetmekti. Yaşlandıkça anladım/anlamaktayım ki, yok/tu aslında birbirinden esaslı bir farkımız. Farkın olmadığını kavramak, bildiğim tüm davaları da değersizleştirdi gözümde. Çünkü, “dava” kisvesi altında sürdürülen o anlı-şanlı mücadelelerin, en sağından en soluna akla gelebilecek tüm o sloganların, kavgaların, kitapların, hapislerin, pankartların, yürüyüşlerin, eylemlerin özünde sadece ve sadece beşeri zaaflar gizliydi. Herkeste olan beşeri zaaflar, her davanın çekirdeğindeydi. İktidarı ele geçiren, çekirdeğindeki beşeri zaafları da iktidara taşımış oluyordu. Her davanın çekirdeğinde aynı beşeri zaaflar yuva yaptığına göre, davalar arasında esasta bir farklılık da kalmıyordu. Bir rahip ile bir cami imamı arasında fark yoktu aslında, keza bir İslamcı ile bir komünist arasında…

Yağmurdan Sonra’nın daha ilk dakikalarında, cezaevi müdürünün karısının –iyi kadınımızın- mahkuma yeşil ışık yaktığı, -iyi erkeğimiz- mahkumun da yeşili görür görmez gaza bastığı o anlarda, aklıma Cüneyt Arkın geldi. Benim nesil, tarihini biraz da kendisini Karaoğlan’la, Malkoçoğlu’yla özdeşleştirerek Cüneyt Arkın’ın filmlerinden öğrenmiştir. Biz Cüneyt Arkın’dık, yani yakışıklı, güçlü, haklı ve “iyi erkek”lerdik. Düşman, yani Bizans, Gani Müjde’nin muhteşem alegorisiyle “kahpe” Bizans, topraklarını kendimize yurt yapacağımız Bizans, “kötü erkek”ti. Biz mertçe dövüştük, onlar kahpelik yaptılar; velhasıl biz kazandık, onlar kaybetti. Sadece yurt değildi ele geçirdiğimiz, Bizans’ın saraylarına her girişimizde, kötü erkeklerin sahip olduğu “iyi kadınları” da ele geçirdik. Zaten onlar da, kötü erkekten kurtulmaya, iyi erkeklere (bize) ait olmaya dünden razılardı.

Sakın ola ki, cinsel milliyetçiliğin sadece bize özgü bir zaaf olduğu düşünülmesin. Ben bizzat görmüş değilim ama okuduğuma göre, Yunanlıların çevirdiği tarihi filmlerde de, bizim kızlar, onların oğlanlarına tav oluyorlarmış. Yok aslında birbirimizden farkımız derken demek istediğim buydu.      

İlk gençliğimde İslamcı davacıların yazdığı epeyce hidayet romanı okudum. Ahmet Günbay Yıldız’ın, Şule Yüksek Şenler’in, İsmail Fatih Ceylan’ın romanlarının tortusu, aradan şunca yıl geçmiş, hala zihnimden silinmiş değil. Ne vardı o hidayet romanlarının içinde? Evvela, dini (elbette kendi belledikleri “doğru” dini) özümsemiş, benimsemiş, hayatına geçirmiş idealist bir genç. Bu “örnek” gencimiz, kendi anladığı dini, herkese, tüm dünyaya aktarmakla, yani tüm dünyayı kendisi gibi yapmakla kendini vazifeli görüyor. Elbette zor bir hedef bu. Kötüler bitiyor etrafında çarçabuk. Çile, dert gırla. Yine de, hedefine ulaşmak için çabalarken, en azından “bir genç kızı” davasına kazandırmayı başarıyor. Birlikte davayı kucaklıyorlar. Bilal’in Feyza’yı kucaklaması gibi.

Sosyalist davacıların idealizmi de bundan farklı değil. Onların hedefinde ise, evet tahmin ettiniz, şiş göbekli patronların kızları var. Bol paralı fabrikatörlerin kızları.

Hangi davaya inanırsa inansın, mücadele sürmekteyken, iyi erkeklerin, kötü erkeklerin sahip olduğu iyi kadınları ele geçirmeleri, iyi erkeklerin kötü erkeklerle mücadelesinde kadınların “ilk kurtarılacaklar” arasında öne çıkması, tüm davaların özünde beşeri zaafların yattığını gösteren bir kanıt.  

Nedir bu kadınların “iyi” erkeklerden çektiği be birader?

Yoksa kadınlar “iyi”nin değil de, “farklı” olanın mı peşinde?

Bu yazı asıl şimdi başlıyor.

Hüseyin Cem ÇÖL
1 Eylül 2013 – H 309

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Çakal





Hüseyin Cem ÇÖL
31 Ağustos 2013 - H 309 

Gülü Susuz...


Nasılsa kalıvermiş iç'erde bi yerde!... 


Hüseyin Cem ÇÖL
31 Ağustos 2013 - H 309 

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Ruhi Mücerret'ten Mülhemdir!


Bilirim ve bildiririm ki; dünya yalan, hayat güzeldir. 

Hüseyin Cem ÇÖL
5 Ağustos 2013 - H 309 

"İstemem, Eksik Olsun!"



Ne yapmak gerek peki? Sağlam bir arka mı bulmalıyım? Onu mu bellemeliyim? Bir ağaç gövdesine dolanan sarmaşık gibi, önünde eğilerek efendimiz sanmak mı? Bilek gücü yerine, dolanla tırmanmak mı? İstemem!

Herkesin yaptığı şeyleri mi yapmalıyım Le Bret? Sonradan görmelere övgüler mi yazmalıyım? Bir bakanın yüzünü güldürmek için biraz şaklabanlık edip, taklalar mı atmalıyım? İstemem, eksik olsun!

Her sabah kahvaltıda kurbağa mı yemeli? Sabah akşam dolaşıp pabuç mu eskitmeli? Onun bunun önünde hep boyun mu eğmeli? İstemem! Eksik olsun böyle bir şöhret, eksik olsun!

Ciğeri beş para etmezlere mi “yetenekli” demeli? Eleştiriden mi çekinmeli? ‘Adım Mercuré dergisinde geçse’ diye mi sayıklamalı? İstemem! İstemem, eksik olsun!

Korkmak, tükenmek, bitmek… Şiir yazacak yerde eşe dosta gitmek. Dilekçeler yazarak içini ortaya dökmek? İstemem, eksik olsun! İstemem, eksik olsun!

Ama şarkı söylemek, düşlemek, gülmek, yürümek… Tek başına… özgür olmak! Dünyaya kendi gözlerinle bakmak. Sesini çınlatmak, aklına esince şapkanı yan yatırmak. Bir hiç uğruna kılıcına ya da kalemine sarılmak; ne ün peşinde olmak, para pul düşünmek; isteyince Ay’a bile gidebilmek…
Başarıyı alnının teriyle elde edebilmek…

Demek istediğim, asalak bir sarmaşık olma sakın. Varsın boyun olmasın bir söğüdünki kadar. 

Yaprakların bulutlara erişmezse bir zararın mı var?


Cyrano De Bergerac'tan