15 Ekim 2013 Salı

Kurban ve Bayram


İmamın, bayram namazı hutbesinde “çokça kurban kesilen yerlere bela, musibet uğramaz” sözünü sarkastik bir tebessümle geçiştirdim.

Bu kadar çabuk haklı çıkmak istemezdim.

09.17 itibariyle ajanslara düşen haber: “Afganistan’da bir camide bayram namazı sırasında patlama meydana geldi. Irak'ın Kerkük kentinde de bayram namazı çıkışında patlama oldu. Her iki olayda ilk belirlemelere göre, 6 kişi hayatını kaybetti.”

Allah kabul etsin!

Hüseyin Cem ÇÖL
15 Ekim 2013 - Pelitli 

13 Ekim 2013 Pazar

İyi Bayramlar...



İnsan yaşadığı yeri mutlaka sevmeli. Sevmiyorsa sevdiği, seveceği başka bir yerde yaşamalı. Sevdiği, seveceği başka bir yerde yaşama imkanı yoksa yaşadığı yeri sevmek için sebepler aramalı. Sevmediğin yerde hayat sana yük gelir çünkü. Bir an önce bitsin istersin.

Ancak bilmeli ki, mutluluk yerle de kaim değil. Aslında insanın yaşadığı yerin fazla önemi yok. İnsan, kendi içinde barışıksa, sevdiği işi yapıyorsa ve etrafında sevdikleri/onu sevenler varsa her yerde yaşar ve yaşadığı her yeri de sever. Kendi içinde barışık değilse, sevdiği işi yapmıyorsa ve etrafında sevdikleri/onu sevenler yoksa cennete bile koysan insan orada da mutlu olamaz. Nereye gitse kendi içindeki bitmeyen savaşı, hüznü, mutsuzluğu da götürür. Gittiği yeri de bozar, piç eder. Sözü Kavafis’e bırakayım, o benim anlatmak istediğimi çok daha güzel yedirmiş mısralara. Aşk ile buyurun okuyalım:

“Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin.
Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa.
Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam;
ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya.
Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım?
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam burada
gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın yalnızca
yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın.”
Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın
aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın
ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.
Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın,
ne bir gemi var, ne de bir yol sana.
Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte,
yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.

*

Trabzon’u seviyorum. Trabzon’u sevmek için de, sevmemek için de pek çok sebep ileri sürülebilir. Bir an için Trabzon’da sevilecek hiçbir sebep bulamasaydım bile, Trabzon’u yine severdim. Çünkü burada yaşıyorum, işim burada ve sevdiğim işi yapıyorum, sevdiklerim de yanımda. Daha ne olsun!

Bu kadarı benim gibi gönlü zengin biri için kâfi ama şükür ki dahası da var! Deniz niyetine yılın her günü boz bulanık çamur renginde akan Kızılırmak’la, ağaç niyetine ne gölgesinden, ne kokusundan, ne görünüşünden istifade edilen sıra sıra uzanan nazlı kavaklarla büyüyen benim gibi bozkır çocuğu için Trabzon, deniz demektir, yeşillik demektir ve elbette yağmur demektir. Trabzon’da hava ılıkken, deniz üzerine mavi şal örtmüş bir genç kız gibi karşımda yayılır; gönlüme ferahlık verir, yüzüme yapmacıksız bir tebessüm yerleşir, bir baksam bir daha bakasım gelir. Hava yağmurluyken, hırçın ve asabi bir kadındır; korkarım ondan, korkarken bile hayatın bir cilvesi, yaratanın bir takdiri de budur deyip, kendimi o asabiyete gönül huzuruyla teslim ederim. Denizin bu değişkenliği, bu bir yerde durmaması halleri, bana, hayatın aslında “dişi” olduğunu duyumsatır. “Ha demek ki tüm bu karmaşa o yüzdenmiş” deyip, kendimi teselli edecek bir sebep bulduğum için durduk yere mutlu olurum.

Trabzon’u sevmek için yeteri kadar sebebim var. Ama bir sebebim daha var ki, hepsi bir yana, işte bu bir yana. Üç yıldır nerdeyse her oyununu çokluk kızım ve oğlumla birlikte seyrettiğim Trabzon Devlet Tiyatrosu, benim Trabzon’u ne pahasına olursa olsun her daim seveceğimin asıl sebebi. Bir taşra şehrinde, bu kadar başarılı oyunların oynandığını, bu kadar başarılı oyunculara sahip olunacağını pek ummazdım. Şimdiye dek seyrettiğim her oyundan büyük bir zevk aldım, her oyun çıkışında kendimi zenginleşmiş ve yenilenmiş hissettim. Keşke imkanım olsa da, bir daha seyretme imkanım olsa duygusuyla çıktım salondan.

Dün seyrettiğim oyun hariç.

İlk kez dün, kendi adıma bir hayal kırıklığı yaşadım. Şu oyun bir an önce bitsin istedim. Sinemada uyuduğum çok olmuştur da, dün, Allah korusun, ilk kez tiyatroda uyuyup kalacaktım. Kendime zor hakim oldum uyumamak için. Oyunculuklara bir şey diyemem, desem haddimi aşmış olurum ama Allahım neydi öyle, iki saat boyunca bir düzine adamın anlamsız, bir yere varmayan bağırışı, çağırışı? Konuşulanlar nereye varacak, ne olup bitecek, ne olup bitiyor, tüm bu hengame niye? Bulmaca çözen ikili, içlerinde en iyileriydi, hiç değilse fazla gürültü yapmadılar… Bir tek onlara odaklanırken dinlendiğimi hissettim.

Başka bir açıdan bakınca, aslında oyunun çok başarılı olduğunu ve vermek istediği mesajı çok güzel verdiği de söylenebilir. Benim oyunu beğenmemem, oyunun başarısız olduğunu göstermez; hatta biraz çelişik gibi gelecek ama bu oyun başarılı olduğu için ben bu oyunu beğenmedim bile diyebilirim.

Şöyle izah edeyim:

Oyunun adı “Sokağa Çıkma Yasağı”… Sokağa çıkma yasağı olduğu için, bir otel odasında bir süreliğine kapalı kalan bir düzine müşterinin ve otel görevlilerinin halet-i ruhiyeleri resmediliyor özetle. Dışarı çıkmanın yasak, içerde kalmanın zorunlu olduğu bir durumda, insan denilen varlık hangi ruh haline giriyor, içinde bulunduğu sıkışıklıktan kurtulmak için nasıl çabalıyor ve bu çabaları nasıl sonuçsuz kalıyor; işte oyunun özü bu… Baskı altındaki insanın yaşadığı bunalımlar, sıkıntılar, gerçekten kaçıp rüyaya/hayale sığınma çabaları ve bu çabaların da işe yaramazlığı, anlamsızlığı. Uyku ile uyanıklık arasında izlemişim ama bakın pek güzel de çözmüşüm ne seyrettiğimi. Tam bir uyanıklıkla seyretseymişim demek ki, daha neler sezecek, daha neler süzecektim.

Ezcümle: Oyun başarılı ama ben beğenmedim.

Oyun başarılı, çünkü, baskı altındaki insanın sıkışmışlığını, gerçek denilen katılıktan kurtulmak için sığındığı hayal dünyasını ve gerçek, gerçek olarak kaldığı sürece hayal dünyasına kaçış çabalarının beyhudeliğini ve anlamsızlığını yerinde bir karmaşayla hissettiriyor seyredene…

Oyunu beğenmedim, çünkü, kendimi oyun sırasında baskı altında hissettim, oyunu oyunun başında çözünce, seyrettiğim tüm bu hengame bana azap verici hale girdi, tüm o bağırışlar ve anlamsız koşturmacalar beynimi yordu, salondan çıkmak istedim, çıkamadım, sokağa çıkma yasağı yoktu ama aklı başında bir seyirci oyunun ortasında salondan çıkma nezaketsizliğini oyuna emek veren onlarca kişiye yapamazdı; uyumak istedim, uyuyamadım; üzerimdeki baskıyı hafifletmek için hayal kurabilirdim ya da en iyisi uyuyup rüya görmekti… Fakat rüya görmek için uyumak gerekiyordu ve uyumak için olabilecek en namüsait (D-17) yerdeydim… Yerimi tahmin edenlere kolaylık: Dünya haritasını gözünüzün önüne getirin. Kıbrıs’ı bulun. Buldunuz mu? Tamam, yazıya devam edebiliriz.    

Bir ilk hayal kırıklığını yaşamış olmam, elbette Trabzon Devlet Tiyatrosuna sevgimi ve ilgimi azaltmayacak. Bu yıl başında “tüm oyunları ailecek izleyeceğim ve üzerine blogda biraz gevezelik edeceğim” diye kendime söz vermiştim. Gel gör ki, seyrettiğim ilk oyun üzerine, tatlı-sert bir yazı çıktı oraya. “Önümüzdeki oyunlara bakalım” demekten başka çare yok.

*

Maalesef, bayram kutlamak gibi bir adetim yoktur. Bu iyi bir şey değil, böyle bir adetim olmadığı için kendimi tebrik edecek değilim. Fakat elimde değil, telefonda o rutin sözcükleri (-Bayramın mübarek olsun!) biteviye tekrarlamak ve akabinde apansız geliveren beylik sorulara/cevaplara (-Eee, daha ne var ne yok?, -Hamdolsun, iyiyim, ya sen?) muhatap olmak beni bayram kutlama aktivitesinden alıkoyuyor. Yine de, bayram kutlamak şu zor ve tuhaf hayatı daha bir yaşanılır kılan rutin (tekrarlanması elzem) bir faaliyettir ve bu dünyadan hala bir şeyler umabilmemiz için mutlaka birileri birilerinin bayramlarını kutlamaya devam etmelidir.

Peki, tamam, bu bayram kutlama sırası bende olsun. Ötekilere karışmam bilesiniz.

Kural olarak değil mutlak olarak; hepinizin, hepimizin, herkesin bayramı kutlu olsun efendim. Bu bayram vesilesiyle sevdiklerimizin/bizi sevenlerin değerini daha çok bilelim.

İyi bayramlar…

Hüseyin Cem ÇÖL
13 Ekim 2013 – H 309

11 Ekim 2013 Cuma

Beklentisiz Gayret


Bir telaş içinde geçiverdi gençlik.
Yorgun bir beden, çözülmeyi, aktarılmayı ve anlaşılmayı bekleyen şişkin bir zihin bıraktı geride.
Ne zaman ki gençlik bitti, içimdeki savaş da duruldu.
"Beklentisiz gayret" diye özetleyeceğim bir ruh olgunluğuna eriştim.
Dünyanın yalan olduğunu unutmaksızın hayatı güzel kılmak gerektiğini idrak edince, her işimi daha kolay halleder oldum.
Dünya "ben yalanım" dedikçe, hayat "bir kız gibi soyunuverdi önümde".  

Kırkından sonrası da böyleyse, bu hayat tadından yenmez.

Hüseyin Cem ÇÖL
11 Ekim 2013 - H 309

"Ne Güzel Bir Hiçlikti Aşk" : Bu Can Bu Tende Kaldıkça Savaş Kaçınılmazdır


NE GÜZEL BİR HİÇLİKTİ AŞK
Neslihan Acu

Roman, Epsilon Yayınevi, 1. Baskı, Mart 2006, İstanbul, 310 s. 

Hüseyin Cem ÇÖL
11 Ekim 2013 - H 309 

10 Ekim 2013 Perşembe

8 Ekim 2013 Salı

Sabah Notu


Bu dünyaya inanıyorum.
Bu dünyanın yalan olduğunu da biliyorum.
Yalan olduğunu bildiğim dünyaya inanmakta bir beis görmüyorum.

Hüseyin Cem ÇÖL
8 Ekim 2013 - H 309

7 Ekim 2013 Pazartesi

Keşke



Nisan ayında bir yazı eklemiştim buraya. Çeyrek asır önce öğrencisi olduğum Lütfü Kengeç’i ve onun şahsında benliğimde, kişiliğimde, en önemlisi yüreğimde iz bırakan öğretmenlerimi birer birer yad etmiştim. Ve yazıyı şöyle bağlamıştım: “İnsanın bu dünyada başına gelebilecek en büyük şans nedir? Henüz sağını solunu bilmediği yeni yetmelik çağlarında, ona davranışıyla, konuşmasıyla, bilgisiyle, görgüsüyle örnek olabilecek; hayatına yön vermesinde elinden tutacak; sağduyulu, hoşgörülü, kendisini bilen öğretmenlerle yolunun kesişmesidir.”

O yazı ilkin hiç beklemediğim yerden dalga verdi. Lütfü Kengeç hocadan birlikte ders aldığımız, benim için hiç de sıradan olmayan bir sıra arkadaşım, ta Edremit’ten selam sarkıttı. Doğrusu ne çok şaşırmış ve ne çok sevinmiştim. Bir çocukluk arkadaşımla, çeyrek asır sonra, nette bile olsa, karşılıklı bir-iki kelam edebilmek ender yaşanacak mutluluklardandı.

O yazının ikinci dalgası, üç gün önce, Perşembe günü sahilime vurdu. Perşembe sabahı dersimi bitirdikten sonra odama çekilmiştim. Oda telefonu çaldı. Açtım. Karşımda ağır ve oturaklı bir ses. “Hüseyin Cem Çöl’le görüşebilir miyim?” dedi. “Benim, buyurun” dedim. “Ben” dedi, “Tahsin Özener…” Daha ön adını söyler söylemez tanıdım öğretmenimi, gayrıihtiyari “aaaa…” nidası koptu ağzımdan. Nasıl şaşırdım, nasıl sevindim o an anlatamam. Tahsin Özener bu, nam-ı diğer Baba Tahsin, benim 22 sene önceki Edebiyat öğretmenim. Memleketi Adana olmasına rağmen, uzun yıllar Sivas’ta çalıştığı için eh artık biraz da Sivaslı sayılabilecek, Sivas Lisesi’nin babacan, halden bilir, sıcakkanlı, sert gözüken ama aslında yumuşacık kalbe sahip hocası. Sivas Lisesi deyince aklıma gelen ilk kişi.

Nisan ayında yazdığım yazıyı okumuş. Adını zikrettiğimi görünce mutlu olmuş, bana ulaşmaya çalışmış ancak yaz tatili olduğundan okullar açılınca ararım diye düşünmüş. Neler konuştuk, neler söyledi o anın heyecanına karıştı. Aklımda kalan emekli olduğu, Çeşme’de emekli öğretmen eşiyle birlikte hayatını sürdürdüğü, çocuklarını büyüttüğü, evlendirdiği, hayata kazandırdığı… Dahası… Dahası biraz şaşkınlık, çokça mutluluk… Geçmiş ve bugün arasında salınan kırık cümlecikler…

Tahsin Hocamın sadece bir yıl öğrencisi olabilmiştim. Lise 1 ve 2’yi Divriği’de okuduktan sonra, üniversite sınavına daha iyi hazırlanmak için lise son sınıfı (92’de liseler üç sınıftı) Sivas’ta Sivas Lisesinde okumuştum. O sene, şimdi rahmetli olan babaannemin yanında kalmıştım. Lise, benim için sıkıntılıydı. Hiç de tembel bir öğrenci değildim, fakat ders notlarım berbat ötesiydi. Velim, Sivas Lisesi memurlarından, birkaç sene önce acı bir şekilde vefat eden (Allah rahmet eylesin), babamın da yakın arkadaşı olan Kartalcı namıyla bilinen sert, dediğim dedikçi biriydi. Üniversite sınavında sözel tercih yapacağımdan “Edebiyat sınıfına beni yazdırın” demiş idim, fakat kimseye derdimi dinletemedim. Kartalcı ne dediyse o oldu: “Edebiyat sınıfları yaramaz olur, oraya yazdırırsak okumaz, en iyisi Matematik sınıfı” dedi. Ve ben bir sene boyunca, hiç anlamadığım ve ÖSS-ÖYS’de hiç işime yaramayacak olan Kimya, Fizik, Biyoloji gibi derslerle boğuşmak zorunda kaldım. Bu derslerin her sınavından da büyük bir istikrarla 0 (yazıyla sıfır) alıyordum. Okul bittiğinde karnemde üç zayıf vardı sözün kısası. Aslında deli gibi çalışkan bir öğrenciydim. Fakat benim ilgim tarih ve edebiyat derslerine idi. Diğer dersleri “almıyordu” kafam. Allahtan o sene Ankara Hukuk gibi kalburüstü bir fakülteyi kazanmayı becerdim de, onun hatırına, o üç dersten bütünlemede geçirip beni mezun ettiler. O mezuniyetin müsebbibi de çok iyi biliyorum ki Tahsin Hocam idi.   

Lise, benim için sıkıntılıydı dedim. O üç belalı dersten (Kimya, Fizik, Biyoloji) başka okula gelip gitmek de ayrı bir dertti. Sivasın kıyısında bir mahalledeydi babaannemlerin evi. Sivas Lisesi ise şehrin tam göbeğinde. O yolu, Sivas’ın insanı yürürken donduran ayazında, sabahın altı buçuğunda her gün yürümek ölümden beterdi. Devamsızlık hakkımı itinayla doldurmuştum o sebepten.

Sınıf da ayrı bir dertti. Daracık yerde 54 kişi, her sırada 3 kişi. Ders dinlemeyi hiç sevmezdim. Derslerde hiçbir şey öğrenemezdim. Zaten hayatım boyunca da “dinleyerek” öğrenen biri olmadım. Hep, yalnız başıma kendim okuyarak öğrendim her ne öğrendimse hayatta.

O sene kendimi huzurlu hissettiğim, sınıfta olmaktan haz aldığım tek dersti Edebiyat. Sadece dersin hocasına duyduğum sevgi ve saygıydı bunun sebebi. Edebiyat zaten, hayatıma damardan girmişti lisenin ilk iki senesinde. Tahsin Hocadan Edebiyat dersi aldığım o sene ise, edebiyat sevgisi adeta kök salmıştı benliğimde. Hocamın, beni yazmaya teşvik edici sözleri, yazdığım kompozisyon ödevlerine yüksek not vermesi de, edebiyat sevgimi ateşliyordu. Sadece edebiyat değildi elbette. İnsana, insanlığa, vatana, milletle dair Hocanın o ağır üslubuyla ağzından çıkan her söz, yüreğime işliyordu.

Lise bitip üniversite hayatına başladıktan sonra da Tahsin Hocamı unutmadım. Her yıl, hiç değilse bir kez bile olsa, Sivas Lisesine gidip kendisini ziyaret ettim. Ne zaman ki fakülte bitti, hayat derdi başladı, bir daha irtibat kuramadım hocamla.

Bu yazıyı burada noktalamak isterdim. Fakat içimdeki “keşke” kendisini yazdırmak istiyor. Belki yanlış yapıyorum ama o “keşke”yi yazmazsam bu yazı çok eksik kalacak.

*     

Hayatımın hiçbir döneminde unvan delisi olmadım. İsmimin önüne konulabilecek unvanlarla itibar kazanmak yerine kişiliğimle itibar kazanmayı yeğledim. Aziz Nesin’in “insan, hak etmediği şeyin sahibi olamaz” sözünü kendime şiar edindiğimden, 28 Haziran 2010 felaketine rağmen, hak etmediğimi düşündüğüm unvanlara sahip olmadığım için kendimi yenik ve mutsuz da hissetmedim. Kibir kokan hal ve tavırlarına maruz kaldığım, tüm cakalarının unvanlarından ileri geldiğini sezdiğim, unvanları adlarının önünden alınınca tüyleri yolunmuş kazlara döneceklerini pekala bildiğim çakma firavunlarla zorunlu karşılaşma ve aynı ortamda bulunma anlarında bile, “her ne pahasına olursa olsun, köprüyü geçerken her ne yapılması gerekiyorsa yapsaydım da, keşke ben de şimdi unvan sahibi olsaydım” duygusuna asla kapılmadım. Ben böyle güzeldim çünkü, hem de çok güzeldim.

Ama ilk kez, bunu tüm samimiyetimle söylüyorum, hayatımda ilk kez, Perşembe günü hocamla konuşurken, ismimin önünde, her ne pahasına olursa olsun, ister hak edilerek, ister hak edilmeyerek alınsın, en azından Dr. unvanı olmasını çok ama çok istedim. Gerçi hocam, beni bu halimle bile çok övdü, çok methetti, blogdaki yazıları okuduğunu, benim iyi bir eğitimci ve iyi bir baba olduğuma inandığını, öğrencilerimin ve çocuklarımın çok şanslı olduğunu, benimle gurur duyduğunu söyledi. Onun övgülerine mazhar olmak benim için nice unvanlardan çok daha değerli ama yine de 22 sene sonra onun karşısına çıktığımda, adımın önünde kalabalık bir unvan ordusu sıralansın isterdim.

Sırf, hocama “işte benim yetiştirdiğim öğrenci bak nerelere gelmiş, onun geldiği mevkilerde, makamlarda benim de payım, benim de emeğim var” dedirtebilmek için.

Ah keşke.

Hüseyin Cem ÇÖL
7 Ekim 2013 – Pelitli 

6 Ekim 2013 Pazar

Yağdı Yağmur...



"Sen de mi şair oldun?" lafını aklından geçireni çok pis döverim, alenen söyleyeni ise dövmekten beter ederim. Demedi demeyin.

Hüseyin Cem ÇÖL 
6 Ekim 2013 - H 309 

4 Ekim 2013 Cuma

Kuzu Kuzu


Çok masum bir duruşları var değil mi? 

Hüseyin Cem ÇÖL
4 Ekim 2013 - H 309 

"Hayat Tatlı Zehir" : Hayat Güzel, Dünya Yalan


HAYAT TATLI ZEHİR
Haz.: Ümit Bayazoğlu
Türkiye İş Bankası Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2007, 440 s.  
İç Kapak
s.47
s.52
s.305
s.397
s.440 - Son Sayfa
Arka Kapak

Seksenli yıllarda, genellikle lig maçları Pazar günleri yapılır, belki bir ya da iki maç Cumartesi gününe bırakılırdı. Cuma ve Pazartesi maç yapma tuhaflığı, futbolun tamamen endüstrileştiği çağımıza özgü bir ucubedir, bu ucube üzerine ne dense ne söylense yeridir, lakin beni affedin, akşamın şu saatinde ağzımı bozmayayım. 

Evet, maçlar ekseriyetle Pazar günü yapılır, hemen o akşam Spor Stüdyosunda Tansu Polatkan'ın, o insanı bezdiren sakin sesiyle tüm maçların golleri arka arkaya izlenirdi. Tartışmalı pozisyonların bitmek bilmez tartışmasını yapma geyiği henüz keşfedilmemişti. Sadece maçın özeti yayınlanır, üzerine abartıya kaçmadan birkaç dakikalık yorum yapılır, programı unutturan reklama falan girmeden, hadi çok çok "bir reklam" girerdi, sonraki maça geçilirdi. 

Birkaç dakikalık maç özetleri bile, dönemin darbeci zihniyetinin yansımasıydı. Kışla zihniyeti maç yayınlarına bile sirayet etmişti. 

Maç özeti şu sıraya göre cereyan ederdi:

1.Maç öncesi İstiklal Marşı okunuyor. 
2.Başlama vuruşu yapıldı.
3.Gol oldu.
4.Hakem düdüğünü öttürüyor, ilk yarının bittiğini ilan ediyor ve topu eline alıyor. 
5.İkinci yarının başlama vuruşu.
6.Bir gol daha. 
7.Kırmızı kart gören bir oyuncu.
8.Hakemin bitiş düdüğü. 

Zaten üç dakkalık görüntü içinde, farzı ayinmiş gibi, her iki yarıdaki başlama vuruşlarını ve bitiş düdüklerini de izlerdik. Sanki, TRT maçı bize sunmuyordu da, biz kimdik ki zaten, yönetime rapor veriyordu: O başlama ve bitiş düdüklerinin yayınlanmasının tek sebebi, maçın kesinlikle oynandığının bir kanıtı niteliği taşımasıydı.

Bu yılın Nisan ayında satın aldığım ve okuduğum "Aydın Boysan Kitabı"ndan birkaç sayfanın fotoğrafını çekip bloga ekleyince, kendimi seksenli yıllarda maç özeti yayınlayan TRT gibi hissettim: Kapak, iç kapak, okunan sayfalardan bir kaç demet, son sayfa, arka kapak. Değme askeri törenlere taş çıkartan bir sıralama. 

Anlaşılan, çocukluğumuzu geçirdiğimiz seksenler içimize iyice işlemiş. Ne kadar büyüsek de, ne kadar askeri vesayetten kurtulsak da, ne kadar sivilleşsek de, yok, tortu çökmüş biz de, çıkmamacasına.

Hüseyin Cem ÇÖL
4 Ekim 2013 - H 309