7 Ekim 2013 Pazartesi

Keşke



Nisan ayında bir yazı eklemiştim buraya. Çeyrek asır önce öğrencisi olduğum Lütfü Kengeç’i ve onun şahsında benliğimde, kişiliğimde, en önemlisi yüreğimde iz bırakan öğretmenlerimi birer birer yad etmiştim. Ve yazıyı şöyle bağlamıştım: “İnsanın bu dünyada başına gelebilecek en büyük şans nedir? Henüz sağını solunu bilmediği yeni yetmelik çağlarında, ona davranışıyla, konuşmasıyla, bilgisiyle, görgüsüyle örnek olabilecek; hayatına yön vermesinde elinden tutacak; sağduyulu, hoşgörülü, kendisini bilen öğretmenlerle yolunun kesişmesidir.”

O yazı ilkin hiç beklemediğim yerden dalga verdi. Lütfü Kengeç hocadan birlikte ders aldığımız, benim için hiç de sıradan olmayan bir sıra arkadaşım, ta Edremit’ten selam sarkıttı. Doğrusu ne çok şaşırmış ve ne çok sevinmiştim. Bir çocukluk arkadaşımla, çeyrek asır sonra, nette bile olsa, karşılıklı bir-iki kelam edebilmek ender yaşanacak mutluluklardandı.

O yazının ikinci dalgası, üç gün önce, Perşembe günü sahilime vurdu. Perşembe sabahı dersimi bitirdikten sonra odama çekilmiştim. Oda telefonu çaldı. Açtım. Karşımda ağır ve oturaklı bir ses. “Hüseyin Cem Çöl’le görüşebilir miyim?” dedi. “Benim, buyurun” dedim. “Ben” dedi, “Tahsin Özener…” Daha ön adını söyler söylemez tanıdım öğretmenimi, gayrıihtiyari “aaaa…” nidası koptu ağzımdan. Nasıl şaşırdım, nasıl sevindim o an anlatamam. Tahsin Özener bu, nam-ı diğer Baba Tahsin, benim 22 sene önceki Edebiyat öğretmenim. Memleketi Adana olmasına rağmen, uzun yıllar Sivas’ta çalıştığı için eh artık biraz da Sivaslı sayılabilecek, Sivas Lisesi’nin babacan, halden bilir, sıcakkanlı, sert gözüken ama aslında yumuşacık kalbe sahip hocası. Sivas Lisesi deyince aklıma gelen ilk kişi.

Nisan ayında yazdığım yazıyı okumuş. Adını zikrettiğimi görünce mutlu olmuş, bana ulaşmaya çalışmış ancak yaz tatili olduğundan okullar açılınca ararım diye düşünmüş. Neler konuştuk, neler söyledi o anın heyecanına karıştı. Aklımda kalan emekli olduğu, Çeşme’de emekli öğretmen eşiyle birlikte hayatını sürdürdüğü, çocuklarını büyüttüğü, evlendirdiği, hayata kazandırdığı… Dahası… Dahası biraz şaşkınlık, çokça mutluluk… Geçmiş ve bugün arasında salınan kırık cümlecikler…

Tahsin Hocamın sadece bir yıl öğrencisi olabilmiştim. Lise 1 ve 2’yi Divriği’de okuduktan sonra, üniversite sınavına daha iyi hazırlanmak için lise son sınıfı (92’de liseler üç sınıftı) Sivas’ta Sivas Lisesinde okumuştum. O sene, şimdi rahmetli olan babaannemin yanında kalmıştım. Lise, benim için sıkıntılıydı. Hiç de tembel bir öğrenci değildim, fakat ders notlarım berbat ötesiydi. Velim, Sivas Lisesi memurlarından, birkaç sene önce acı bir şekilde vefat eden (Allah rahmet eylesin), babamın da yakın arkadaşı olan Kartalcı namıyla bilinen sert, dediğim dedikçi biriydi. Üniversite sınavında sözel tercih yapacağımdan “Edebiyat sınıfına beni yazdırın” demiş idim, fakat kimseye derdimi dinletemedim. Kartalcı ne dediyse o oldu: “Edebiyat sınıfları yaramaz olur, oraya yazdırırsak okumaz, en iyisi Matematik sınıfı” dedi. Ve ben bir sene boyunca, hiç anlamadığım ve ÖSS-ÖYS’de hiç işime yaramayacak olan Kimya, Fizik, Biyoloji gibi derslerle boğuşmak zorunda kaldım. Bu derslerin her sınavından da büyük bir istikrarla 0 (yazıyla sıfır) alıyordum. Okul bittiğinde karnemde üç zayıf vardı sözün kısası. Aslında deli gibi çalışkan bir öğrenciydim. Fakat benim ilgim tarih ve edebiyat derslerine idi. Diğer dersleri “almıyordu” kafam. Allahtan o sene Ankara Hukuk gibi kalburüstü bir fakülteyi kazanmayı becerdim de, onun hatırına, o üç dersten bütünlemede geçirip beni mezun ettiler. O mezuniyetin müsebbibi de çok iyi biliyorum ki Tahsin Hocam idi.   

Lise, benim için sıkıntılıydı dedim. O üç belalı dersten (Kimya, Fizik, Biyoloji) başka okula gelip gitmek de ayrı bir dertti. Sivasın kıyısında bir mahalledeydi babaannemlerin evi. Sivas Lisesi ise şehrin tam göbeğinde. O yolu, Sivas’ın insanı yürürken donduran ayazında, sabahın altı buçuğunda her gün yürümek ölümden beterdi. Devamsızlık hakkımı itinayla doldurmuştum o sebepten.

Sınıf da ayrı bir dertti. Daracık yerde 54 kişi, her sırada 3 kişi. Ders dinlemeyi hiç sevmezdim. Derslerde hiçbir şey öğrenemezdim. Zaten hayatım boyunca da “dinleyerek” öğrenen biri olmadım. Hep, yalnız başıma kendim okuyarak öğrendim her ne öğrendimse hayatta.

O sene kendimi huzurlu hissettiğim, sınıfta olmaktan haz aldığım tek dersti Edebiyat. Sadece dersin hocasına duyduğum sevgi ve saygıydı bunun sebebi. Edebiyat zaten, hayatıma damardan girmişti lisenin ilk iki senesinde. Tahsin Hocadan Edebiyat dersi aldığım o sene ise, edebiyat sevgisi adeta kök salmıştı benliğimde. Hocamın, beni yazmaya teşvik edici sözleri, yazdığım kompozisyon ödevlerine yüksek not vermesi de, edebiyat sevgimi ateşliyordu. Sadece edebiyat değildi elbette. İnsana, insanlığa, vatana, milletle dair Hocanın o ağır üslubuyla ağzından çıkan her söz, yüreğime işliyordu.

Lise bitip üniversite hayatına başladıktan sonra da Tahsin Hocamı unutmadım. Her yıl, hiç değilse bir kez bile olsa, Sivas Lisesine gidip kendisini ziyaret ettim. Ne zaman ki fakülte bitti, hayat derdi başladı, bir daha irtibat kuramadım hocamla.

Bu yazıyı burada noktalamak isterdim. Fakat içimdeki “keşke” kendisini yazdırmak istiyor. Belki yanlış yapıyorum ama o “keşke”yi yazmazsam bu yazı çok eksik kalacak.

*     

Hayatımın hiçbir döneminde unvan delisi olmadım. İsmimin önüne konulabilecek unvanlarla itibar kazanmak yerine kişiliğimle itibar kazanmayı yeğledim. Aziz Nesin’in “insan, hak etmediği şeyin sahibi olamaz” sözünü kendime şiar edindiğimden, 28 Haziran 2010 felaketine rağmen, hak etmediğimi düşündüğüm unvanlara sahip olmadığım için kendimi yenik ve mutsuz da hissetmedim. Kibir kokan hal ve tavırlarına maruz kaldığım, tüm cakalarının unvanlarından ileri geldiğini sezdiğim, unvanları adlarının önünden alınınca tüyleri yolunmuş kazlara döneceklerini pekala bildiğim çakma firavunlarla zorunlu karşılaşma ve aynı ortamda bulunma anlarında bile, “her ne pahasına olursa olsun, köprüyü geçerken her ne yapılması gerekiyorsa yapsaydım da, keşke ben de şimdi unvan sahibi olsaydım” duygusuna asla kapılmadım. Ben böyle güzeldim çünkü, hem de çok güzeldim.

Ama ilk kez, bunu tüm samimiyetimle söylüyorum, hayatımda ilk kez, Perşembe günü hocamla konuşurken, ismimin önünde, her ne pahasına olursa olsun, ister hak edilerek, ister hak edilmeyerek alınsın, en azından Dr. unvanı olmasını çok ama çok istedim. Gerçi hocam, beni bu halimle bile çok övdü, çok methetti, blogdaki yazıları okuduğunu, benim iyi bir eğitimci ve iyi bir baba olduğuma inandığını, öğrencilerimin ve çocuklarımın çok şanslı olduğunu, benimle gurur duyduğunu söyledi. Onun övgülerine mazhar olmak benim için nice unvanlardan çok daha değerli ama yine de 22 sene sonra onun karşısına çıktığımda, adımın önünde kalabalık bir unvan ordusu sıralansın isterdim.

Sırf, hocama “işte benim yetiştirdiğim öğrenci bak nerelere gelmiş, onun geldiği mevkilerde, makamlarda benim de payım, benim de emeğim var” dedirtebilmek için.

Ah keşke.

Hüseyin Cem ÇÖL
7 Ekim 2013 – Pelitli 

3 yorum:

Adsız dedi ki...

Merhaba Hüseyin,
Öncelikle, teşekkür ediyorum. Çok sevindim, o günü hatırlayıp tekrar bloğunda yer verdiğin için. Sadece bir-iki kelam etmiş olsak da güzeldi. Evet, net de böyle bir şey işte. Hem yakın hem uzak...

Edebiyattan söz açılmışken, lisede edebiyat bölümündeydim. Herhalde bilmiyorsundur, aynı okula devam ettim. Sen gittikten sonra irtibatımız olmadı çünkü. Edebiyatı ben de çok severdim. Şiir yazmayı ve okumayı da çok sevdiğim için edebiyat kolunu seçmiştim. Şimdilerde ise aklıma bir şeyler gelse de kağıda dökülmüyor.

Ama bu yazıyı gördüğümde çok mutlu oldum ve yazmak istedim. "İnsan mutluysa yazamaz, kısa keser..." demiştin ya... Mutluyken de yazabiliyormuş insan.

Hayatta hepimizin "Ah Keşke!" dediği anlar vardır.
Keşke, keşke dediğimiz şeyleri düzeltebilmek için bir şans verilseydi.

Serpil...

Hukuk Derslerim dedi ki...

Serpil, kısa yaz tatilinden sonra yeniden merhaba... :)

İnternette yazı yazmak, içine not sıkıştırılmış şişenin denizin dalgalarına bırakmak gibi. Bazen o şişe hiç olmadık yerlere ulaşıyor, bazen de ulaştığı yerden size şişe içinde başka bir not geliyor. İkisi de ayrı bir mutluluk şüphesiz. İnternet ya da şişe, bu tuhaf iletişimi daha da tuhaflaştıran bir araç sadece.

Evet, keşke sevimsiz bir sözcüktür, keşke, hayatımızda keşkeye hiç yer kalmasa. Fakat, sonuçta insanız, hayat acısıyla, tatlısıyla ve keşkesiyle bir bütün. Senin son cümleni ben de başka türlü ifade edeyim: "Keşkesiz hayat, keşke mümkün olabilseydi."

İyi bak kendine...
Ve iyi bayramlar...

Hüseyin

Adsız dedi ki...

yazınız çok güzel olmuş :) bende tahsin Baba'nın bir öğrencisiyim. kendisine ulaşmayı hal hatır sormayı çok istiyorum. eğer iletişime geçebileceğim bir numara varsa sizde bilmuratbil@gmail.com adresine mail yolu ile yazarsanız çok memnun olurum. saygı ve sevgilerimle. murat bil.