28 Mart 2017 Salı

Üç “Tuhaf” Anı


Birincisi : İkibinli yılların başındayız. İnternet henüz emekleme devresinde. Yeni bir mail adresi almıştım ama ne işe yarayacağı hususunda en ufak bir bilgim yoktu. Parasızlıktan eve internet de bağlatabilmiş değilim. Fakültenin ortak bilgisayarından ne kadar girebilirsek artık. Neyse konumuz bu değil. Lafı uzatmadan bir paragrafta anımı anlatmam lazım. O vakitler Ankara’dayım. Zonguldak’taki üniversitede yardımcı doçent doktor unvanına sahip bir tanıdığım vardı. Bir akşam beni telefonla aradı. Ankara’da yayın yapan akademik dergilere makale göndermeyi düşündüğünü ve benden bu konuda araştırma yapmamı istedi. Ankara’da çıkan akademik dergiler hangileri, yayın yapmak için hangi kriterleri arıyorlar, makale hangi adrese gönderilecek vs. Benden istediği tüm bu bilgileri nasıl öğreneceğim? Tek tek tüm fakülteleri (Ankara SBF, Ankara HF, Gazi İİBF, Gazi HF, Bilkent, ODTÜ vs.) gezip, sorulan sorulara ilgiyle cevap veren, yardımcı olmak için cansiperane çalışan ve etrafına neşe saçan memurlardan/memurelerden doküman toplamak lazım. Zor bir iş. Üstelik “sonuç” alabileceğim de şüpheli. Sonra aklıma internet geldi. İnternette, tüm bu fakültelerin iyi kötü bir sitesi var. Fakülte dergileri hakkında da, tanıdığımın benden istediği tüm bilgiler sitelerde mevcut. Bir saatlik aramayla, edinilebilecek tüm bilgileri edindim ve bir klasöre kaydettim. Peki bunları nasıl göndereceğim? Mail adresim var ama karşı tarafın mail adresi bende yok. Ki, olsa bile, netten öğrendiklerimi netten göndermek bana “tuhaf” geldi. Peki ben ne yaptım? Klasördeki tüm verilerin çıktısını aldım ve çıktıları bir zarfa doldurup klasik yöntemle yani mektupla Zonguldak’a gönderdim.  

İkincisi : İkibinli yılların ortasındayız. Yine Ankara’dayım. Maaş yetmiyor. Masraf çok ama gelir sınırlı. Hiç sevmediğim halde, cebe üç-beş kuruş girsin diye “sınav gözetmenliği” yapmak zorunda kalıyorum. Ne sınavıydı unuttum. Belki KPSS, belki Açıköğretim. Sabah erkenden görevli olduğum okula gittim. Sınav üç saat. Yapılacak işler belli. Sınav kitapçıklarını dağıt, sınav evrakını doldur, sonra sınavın bitmesini bekle. Salon başkanlığı yapmanın -mevzuatta yeri olmayan- bir ayrıcalığı var: Yanımda “kitap” götürebiliyorum. Yapılacak işler bitti. Kitabımı açtım, başladım okumaya. Osman Aysu’nun bir romanı: “Tavşan Uykusu”. Osman Aysu, kendini okutan bir yazar ama romanları “kaçak edebiyat” türünden. Hayata dair esaslı sorular soran ve bunlara cevap arayan bir yazar değil Osman Aysu. Neyse konumuz bu değil. O gün, orada romanı bitirdim ama sınavın bitmesine daha bir saat vardı. Sınıftan çıktım. Koridorda biraz gezineyim de zaman geçsin istedim. Zaten içerde bir gözetmen var, bensiz sınıfı pekala idare eder. Koridorda, yavaş adamlarla bir aşağı bir yukarı volta atıyorum. 20 metre uzunluğundaki koridorda aşağı yukarı 20 tur attıktan sonra, yürümekten yoruldum ve sınıfıma geçeyim istedim. Sınıfa girdim. Baktım ki, öğretmen masasının etrafında yan sınıfın salon başkanı ayakta duruyor ve sınav evrakını inceliyor. Hemen yanında bittim. İçimden “benim sınıfımda ne işin var be adam, hadi sınıfa girdin diyelim, ne diye sınav evrakını karıştırıyorsun” diye kızıyorum ama birşey diyemiyorum çünkü karşımda duran benden 10 yaş büyük bir öğretmen sonuçta. Hem yaşına, hem mesleğine saygım var. Adamın ensesindeyim. Bana karıştırdığı sınav evrakını gösterdi. Bir öğrenci, sorularda birden çok seçeneği işaretlemiş, gülerek “ne tuhaf öğrenciler var” dedi. Tamam, ortada bir tuhaflık var ama sanane, banane be adam! Öğrenci bu, isterse cevap kağıdına örüntü yapar, sen ne karışıyorsun başkasının işine, illa karışacaksan git kendi sınıfına, orada karış! Sabrımın son sınırındayım. Adama ağzıma geleni söyleyecek ve sınıftan kovacaktım, ki tam bu esnada, sınıfın arka sıralarında oturmakta olan gözetmen ayağa kalktı ve bize doğru yürüdü. Aaaa! Bu benimle birlikte görev yapan gözetmen değil. Etrafa dikkatle baktım. Lan bu benim sınıfım da değil. “Pardon” bile demeden hemen çıktım oradan. Kendi sınıfıma girdim ve sınav bitene kadar masamdan kalkmadım. Başımı çevirip koridora bile bakmadım.    

Üçüncüsü : Doksanlı yılların sonu. Ünye’deyim. Uzaktan bir akrabam ortağıyla birlikte trafik kazasında vefat etti. İlkokul öğrencisi olan küçük kardeşimle beraber Ünye merkezindeki büyük camide cenaze namazını kıldık. Ölenlerden biri akrabam ama uzaktan. Tanıdığım kişi bir elin parmakları kadar. Diğer öleni ve yakınlarını ise hiç tanımıyorum. Neyse işte, namazı eda ettik, sırada defin merasimi var. Mezarlık Ünye’nin bir tepesinde diye biliyorum. Namazdan sonra ortalık bir anda karıştı. Alelacele mevtalar cenaze aracına yüklendi. Mezarlığa gitmek isteyenler kendi araçlarına hücum etti. Bende araç yok. Öyle kalakaldım. Yürüme mezarlığa gidilir, nerden baksan yirmi dakikada oradasın ama hava sıcak ve nemli, yürümeyi göze alamadım. Gözüme bir pikabı kestirdim. Defin merasimi için yola çıkmakta iken, pikabın arkasına kardeşimle beraber yerleştik. Pikap hareket etti. Biz cenaze konvoyunun ortasındayız. Konvoy, camiden çıkıp Niksar Caddesine saptı ve cadde boyunca devam etti. Niksar Caddesi bitti, Ünye bitti ama konvoy yoluna devam etti. Gidiyoruz. Nereye bilmem? Tanımadığım bir adamın pikabındayım. Etrafa bakıyorum. Diğer araçlara. Kimseyi tanımıyorum. Bir anda içine düştüğüm “tuhaf” durumun farkına vardım: Yanlış konvoya katılmışım. Benim akrabamın cenazesi Ünye merkezdeki mezarlıkta defnedilecekti. Oysa ben, ölen diğer kişinin cenaze konvoyuna katılmışım ve nereye gittiğim hususunda en ufak bir bilgim yok. Kardeşimin kulağına “Ömer, yanlış cenazedeyiz, çaktırma” dedim. Olan olmuştu. Yapacak bir şey yok. Hiç tanımadığım birini defnetmek için, Ünye’nin dağ köylerinden birine, hiç bilmediğim bir yere gidiyordum. Etrafa bu kez başka nazarla bakındım. Allahım bu nasıl bir güzellikti! Yemyeşil ormanlar. Adeta görsel şölen! İnsanın burnunu sızlatan çimen, ot ve ağaç kokusu. Caddeden sağa saptık. Yol iyice yol olmaktan çıkmaya başladı. Pikabın içinde sağa sola savruluyoruz. Fakat ben, içinde bulunduğumuz tuhaf durumu çoktan kanıksamışım, hatta “cenaze konvoyunda olduğumuz halde” durumun tadını çıkardığım bile söylenebilir. Irmaklardan, köprülerden geçtik. Manzara beni benden aldı, sarhoş etti. Sanki cenaze konvoyunda değil de, turistik gezideyim. Üstelik bedava. Açık havada pikapla gezinti. Yarım saatten çok sürdü bu müthiş güzel yolculuk. Hayatımda unutamayacağım müthiş bir tat aldım. Nihayet cenaze evine vardık. Kadınlar ağlaşmaya başladı. Uzaktan sessizce olup biteni izledim. Mevtayı evin bahçesine gömdüler. Güzel bir bahçeydi. Hemen altında bir dere akıyordu. Pırıl pırıl bir dere. Dualar edildi. Allah mekanını cennet etsin rahmetlinin. Akşam üzeri, kardeşimle beraber geri dönen araçlardan birine atladık ve Ünye’ye sağ-salim ulaştık. Kardeşime bu yaşadıklarımızdan, yanlış cenazeye gittiğimizden kimseye söz etmemesini tembih ettim, hatta yemin verdirdim. O sözünü tutmuştur. Benim dilim gevşek.  

Yarın yağmur az yağsa bari.

Hüseyin Cem ÇÖL
Pelitli – 28 Mart 2017 

1 Mart 2017 Çarşamba

Boşa Kürek


Karadeniz Teknik Üniversitesi Önlisans Ve Lisans Eğitim-Öğretim Sınav Değerlendirme Ve Öğrenci İşleri Yönetmeliğine göre “Bir dersin yarıyıl sonu sınavına girebilmek için, o derse kayıtlı olmak ve ilk defa alınan derslerin en az % 70’ine, uygulama ve/veya laboratuvarların en az % 80’ine katılmak zorunludur. Bu şartları yerine getiremeyen öğrenci yarıyıl sonu sınavına alınmaz. Bu öğrenciye (D) devamsız harf notu verilir (m.14/2)”.

Lisans (ve önlisans) öğrencilerine derslere devam zorunluluğu getirilmeli midir? Bu hususta, lehte veya aleyhte görüşler ileri sürülebilir. Her görüş, mantıklı bir temele oturduğu, daha adil olanı bulma çabasında bulunduğu sürece elbette değerlidir.

Bu noktada evvela iki hususu vurgulamak gerekir:

Birincisi, derse devam zorunluluğuna ilişkin aleyhteki görüşlerin haklılık payının fazla olması, kuralın uygulanmamasını gerektirmez. İçimize sinmese de, rahatımızı bozsa da, çıkarlarımıza aykırı olsa da, kurallara uymak ve kuralları uygulamak zorundayız.

İkincisi, derse devam zorunluluğuna ilişkin kuralın bulunması ve kuralın uygulanması gerektiği, kuralı eleştiriden muaf kılmaz. Kurallar, insan ve toplum ihtiyaçlarını karşılamak içindir. İhtiyaçlara denk düşmeyen kurallar değiştirilir ve yerine “daha adil, daha yararlı, daha uygulanabilir” olanı konulur. Pozitif hukuka uymak zorunda kalmak, ideal hukuku aramaktan alıkoymaz, alıkoymamalıdır.

Bu yazıda amacım, devam zorunluluğuna ilişkin Yönetmeliğin 14/2 hükmünün eleştirisini yapmak, devam zorunluluğu uygulamasının yararlarını ve sakıncalarını ortaya dökmek ve şahsi kanaatimi ortaya koymak DEĞİLDİR. Bu konuda, sosyal medyada ve kapalı kapılar ardında görüş ileri sürenleri, kuralın değiştirilmesi için çaba gösterenleri önemsiyorum ama benim bu yazıda çözüm aradığım, devam zorunluluğu olsun mu olmasın mı sorunu değil.      

Devam zorunluluğu Yönetmelik maddesi gereği elbette uygulanacak, kurallar saksı değildir, kurallar uygulanmak içindir. Buraya kadar tamam. Asıl mesele şu: Peki nasıl uygulanacak?

İlgili Yönetmelik maddesi teorik derslerde yarı yıl sınavına girebilmek için %70 devam zorunluluğu getirmiş ama öğrencinin “devam zorunluluğunu” sağlayıp sağlamadığının nasıl belirleneceğini, diğer ifadeyle “yoklamanın nasıl alınacağını” belirsiz bırakmış. Bu yönüyle madde pek çok soruya ve soruna gebe.

Bu hususta aklıma gelenleri sıralıyorum:

Madde metninde yoklamanın “imza” almak suretiyle alınmasına ilişkin bir ifade yok. Dolayısıyla “devam” alınacak ama yöntemin “öğrenciden imza alınması” olması zorunlu değil. Doğrusu, “imza” alınması hususunda alt düzenleyici işlemler (senato kararı, dekanlık kararı vs.) var mı bilmiyorum. Fakat, salt Yönetmelik maddesi nazara alındığında, “imza”nın sözünün edilmediğini, dolayısıyla “devam” zorunluluğunun imza almak dışında başka yöntemlerle de sağlanabileceğini akla geliyor.

Ne gibi yöntemler?

İlkokulda öğretmenlerimiz yoklama alırken isimlerimizi okurdu ve ismi okunan öğrenci “burda” derdi. En hızlı ve sorun çıkarmayan “tespit” bu olsa gerek. Bir ders sorumlusu, üniversitede bu yöntemi kullanabilir mi? Alt düzenleyici işlemlerde başka bir yöntem kullanılması emredilmediği sürece, Yönetmelik maddesinin “isim okunarak devamın tespitini” mümkün kıldığını, en azından bunu yasaklamadığını söylemek mümkün.

Bir an için, “devam zorunluluğunun” sadece “imza” alınarak tespit edileceğini varsayalım. Ki, uygulama şu an bu yönde. Yani derse gelen öğrencilerden “imza” alıyoruz, devamın tespitini imzaları toplayarak yapıyoruz. Fakat, “imza” alınması uygulaması da çeşitli sorunlara gebe.

Birincisi, öğrenciden “kaç imza” alacağız?

İkincisi, imzaların “denetimini nasıl” yapacağız?

Üçüncüsü, imzaları “nasıl” alacağız?

Birincisi, öğrenciden “kaç imza” alacağız? Çarşamba günleri saat 14-17 arasında Ticaret Hukuku-II dersim var. Bu derste “1” imza mı almalıyım, yoksa “3” imza mı almalıyım? “3” imza alacaksam, her ders ayrı ayrı mı imza almalıyım yoksa “3 imzayı toptan” alabilir miyim? “1” imza alacaksam, bu imzayı dersin başında (saat 14’te) mı, dersin ortasında mı (saat 15:30’da) yoksa dersin sonunda mı (saat 17’de) almalıyım?

“Kaç imza alınacak?” sorusu kadar, hatta bu sorudan daha önemli başka bir soru var: “İmzaların denetimi nasıl yapılacak? Başkasının yerine imza atanlar nasıl tespit edilecek?” Bu sorunun cevabı kolay denebilir. İmzaları sayarsın, sonra öğrencileri sayarsın. İmza ve öğrenci sayısı eşitse, sorun yok demektir. İmza sayısı az, öğrenci sayısı fazla ise “imza atmayan kim?” diye sınıfa/amfiye seslenirsin, imza atmayan gelir, imzasını atar ve sorun hallolur. Peki ya imza sayısı öğrenci sayısından fazla çıkarsa? Şüphesiz asker uyumaz, öğrenci de başkasının yerine imza atmaz. Ben de, “öğrencilerden bazıları, derse gelemeyen başkalarının ricasını kırmayarak onların yerine imza atar” demiyorum zaten. Belki melekler atıyordur o fazladan imzaları, kimbilir? Ne yapacağız, nasıl tespit edeceğiz başkasının yerine imza atanları? Ders sorumluları grafoloji bilmek zorundalar mı? Ortalama 250 kişilik sınıflarda imza denetimi yapmanın zorluğundan geçtim, imkanı var mıdır? İmza denetimi yapmak imkanı yoksa, yapılan “imza alıyormuş gibi yapmaktır” ve aslında olan biten de budur.

Üçüncü soru ise “imzaları nasıl alacağız?” Uygulamada, imza listesi sınıfta gezdirilerek imza toplanmaktadır. İmza listesinin sınıfta gezdirilmesi dersi ifsat etmektedir, deyim yerindeyse haylaz bir öğrenci gibi dersi kaynatmaktadır. Çünkü, hem öğrenci, hem ders sorumlusu derse değil imza listesine odaklanmaktadır. Zaten teknoloji bağımlılığı nedeniyle pek çoğumuz odaklanma sorunu yaşıyoruz. Ders işlenmesinin amacı dersin öğrenilmesi ve öğretilmesidir. İmza zorunluluğu, amacı devre dışı bırakmakta, aracı amacın önüne geçirmektedir. Zoraki sınıfta oturan öğrenci, ders sorumlusunun ve istekle derse gelen diğer öğrencilerin de motivasyonunu düşürmektedir. İmza listesi sınıfta elden ele dolanırken, cilveli bir kadın gibi ilgi çekmekte, öğrencilerin (ve maalesef ders sorumlusunun) zihinlerini meşgul etmektedir. Sınıfta dolaşan imza listesi, dersin amacını saptırmaktadır. Bu noktada şu çözüm düşünülebilir: İmza listesi sınıfta dolanmasın, kürsüde dursun, her öğrenci kürsüye gelip imzasını atsın, sınıfta 250 kişilik uzun kuyruklar oluşsun ve bu uygulama her ders bıkmadan usanmadan yapılsın. Bu uygulama yararlı olabilir. Böylece öğrenciler, annelerimizin babalarımızın yetmişli yıllarda tüp kuyruklarında, gaz kuyruklarında neler çektiklerini anlayıp, empati kurabilirler, sahip olduklarının değerini daha iyi anlarlar ve daha hayırlı bir evlat olmak için çabalayabilirler. Öğrencilere hiçbir şey öğretemezsek, hiç değilse sabırlı olmayı öğretebiliriz böylece. Fakat benim şekerim var. Beni mazur görün.

Yukarıda şahsi kanaatimi söylemeyeceğim dedim ama dayanamayıp söyleyeceğim. Öğrenci sayısının 40’ı geçmediği sınıflarda devam zorunluluğu getirilmesinin hem yararlı ve hem uygulanabilir olduğunu düşünüyorum. Mevcut azsa, öğrenci-ders sorumlusu diyalogu daha sıkı olacağından, yoklama almak daha az zaman alır ve denetim kolay olacağından devam zorunluluğunun tespiti gerçekten hakkıyla yapılabilir. Ancak asıl husus talebenin öğrenmeyi istemesi, ders sorumlusunun da becerikli, birikimli ve en çok da hevesli olmasıdır. Zoraki derse gelen öğrenciye dersi sevdirmek ve öğretmek ise, ders sorumlusunun sorumluluğundadır (Bana 40 kişilik sınıf verin, ben o sınıfı uçururum).

Hülasa, devam zorunluluğu uygulaması ancak az sayıda öğrencinin eğitim aldığı sınıflarda yararlı sonuçlar doğurabilir. 250-300 kişilik sınıflarda ise, devam zorunluluğu uygulamasının hakkıyla yapılabilmesi ve amaçlanan olumlu sonuçları doğurabilmesi muhaldir.

Hüseyin Cem ÇÖL
1 Mart 2017 – Pelitli 

17 Şubat 2017 Cuma

yeniden...


Kar ve Yağışı ve Sen


Az önce balkona çıktım. Dün geceden beri neredeyse hiç dinmeyen kar, hala ağır ağır hiç telaş etmeden yağmaya devam ediyor. Kara ve yağışına yabancı biri değilim. Hayatımda pek çok defa gökyüzünün beyaz dansına şahitlik ettim, hayatımda kaç defa ağır ağır salınan kar taneleri altında derin, niyeyse hep kar yağarken derin düşüncelere dalarak sükunetin ve hazzın doruğunda gezindim. Çocukluğum Sivas’ta, yetişkinliğim Ankara’da, askerliğim Sarıkamış’ta geçti. Belki bu yüzden sadece kışı değil, kışın türevlerini zemheriyi, karakışı, ayazı, tipiyi de hamdolsun bilirim. Birkaç yılı saymazsak hep sobalı evlerde ömür tükettim. Soba kurmak, soba temizlemek, soba yakmak, sobada kestane pişirmek, eve girer girmez sobanın etrafına tüneyip ısınmak gibi “fakir hayatı”nın küçük sıkıntılarına, zevklerine ve cilvelerine de şükürler olsun vakıfım. Çocukluğuma dair hatırladığım en güzel hatıralardan biri de, yastığa baş koyduğumda yanan soba ateşinin tavanda oynaşan kızıl ışığını seyretmekti. Ha bir de sokak lambasının huzmesi altında sakin sakin yağan karın gamsız yağışına tanıklık etmek. Bu zenginlikler hala içimi ısıttığına, yüzümü tebessüm ettirdiğine, gönlüme ferahlık verdiğine göre, pek de fakir büyümüş sayılmam değil mi?


- Cem’cim her şeyi anladım da bu yazıda kardan, yağışından bahsetmişsin ama “ben”den bahsetmemişsin.
- “Sen” öyle san!

Hüseyin Cem ÇÖL 
12 Aralık 2013 - Pelitli 

24 Kasım 2016 Perşembe

...



Yaz vaktiydi, sen gittin, ben kaldım.
Gözümden kırk pınar kan aktı, ben ağladım.

Yaz vaktiydi, sen gittin, ben kaldım.
Gözümden kırk pınar kan gitti, ben ağladım.

Kılamlar söylüyorum ardınsıra, pepug gibi ötüyorum dertleri.
Kılamlar söylüyorum ardınsıra, pepug gibi ötüyorum dertleri.
Yıldızlar dile gel(di)yor, seni konuşuyorlar bana.
Yıldızlar dile gel(di)yor, seni konuşuyorlar bana.
Artık senden başka, kime söyleyeyim dertlerimi.
Artık senden başka, kime söyleyeyim dertlerimi.
Ben de hal kalmamış ki insana söyleyeyim dertlerimi.
Yüzünü animsiyorum, dünya karanlık olup gidiyor bana.

Ben de hal kalmamış ki insana söyleyeyim dertlerimi.
Güneş şavkıyor, alacakaranlıkta, şu dağların ardından.
Ben de hal kalmamış ki insana söyleyeyim dertlerimi.
Şu dağlarda dolanıyorum, yabana atmışım kendimi.
Kuşların şahitliğinde sana söyliyeyim şarkılarımı.
Artık senden başka, kime söyleyeyim dertlerimi.
Sana söyliyeyim şarkılarımı.
Artık senden başka, kime söyleyeyim dertlerimi.
Ben de hal kalmamış ki insana söyleyeyim dertlerimi.

Kuşların şahitliğinde.
Sana söyliyeyim şarkılarımı.

22 Kasım 2016 Salı

St. Pierre Dulu


önce filmin konusunu (tv8’in sitesinden) nakledeyim: 

: yıl 1849’dur. kanada’nın newfoundland eyaletinin açıklarındaki küçük balıkçı adası saint pierre’de anlamsız bir cinayet işlenir. olay sırasında çok sarhoş olan katillerden biri de ölür, diğeri yakalanarak yargılanır. işlediği cinayeti bile hatırlamayan neel auguste (emir kusturica), giyotinle idam edilerek ölüme mahkum edilir. ancak adada, ne giyotin ne de cellat vardır. martinik’den st.pierre’e bir giyotin gönderilmesi beklenirken, neel, adanın asayişinden sorumlu küçük askeri birliğin yüzbaşısının gözetimine bırakılır. 

oldukça uzun süren bu bekleyiş sırasında beklenmedik ve dokunaklı gelişmeler yaşanır. yaptığından çok pişman olduğu belli olan katil, yüzbaşının karısının başlattığı bir bahçeyi adam eder, bir kadının hayatını kurtarır ve ada halkının yararlı bir üyesi haline gelir. bu durum onu ölüme mahkum eden yargıcı ve ada halkını rahatsız etmeye başlar. ‘’bir katili mahkum ettik, bir iyilikseveri idam edeceğiz...’’ konuşmaları alıp başını gider. 

st. pierre dulu, bu öyküyü temel alan fakat bir alt öykü olarak da bir evliliğin içinde yaşanan farklı mevsimleri anlatan güzel ve etkileyici bir film. yüzbaşı (daniel auteuil) ve herkesin madam la diye hitap ettiği güzel karısı, sadece birbirlerine çok aşık bir çift olmakla kalmayan fakat birbirlerini derinden tanıyıp, kabul edebilen bir çift. yüzbaşı, karısının, mahkumla ilgilenmesinin ardında, hafif duygulanmalar olduğunun farkında fakat karısını o kadar seviyor ki, bu durumu anlayışla karşılıyor. film, sadece idam cezasını tartışmaya açmakla kalmıyor, insan psikolojisini de mercek altına alıyor. pek çok hassas izleyicinin farkedeceği gibi, film, senaryonun izin verdiğinin ötesinde bir derinliğe ulaşıyor ve acı verici hislenmeler yaşatıyor. 

filmin adı da çok anlamlı. fransızlar, giyotine ‘dul’ diyorlar ve filmin sonunda giyotin bir değil iki dul yaratıyor. katil de, bildiğimiz katillerden farklı. zaten biz de, filmin sonlarına doğru, aynen adalılar gibi, iyi bir adam olarak idam edilecek olan neel’i sevmeye, anlamaya başlıyoruz ve onun için üzülüyoruz.” 

bu filmi ilk defa geçen yıl trt2’de izlemiş ve çok beğenmiştim. dün, tv8’de reklamını görünce hemen not aldım ve bu akşam yayın saatinde ekran karşısına geçtim. 

ilk izleyişimde, yüzbaşının karısının mahkuma yardım edişinin altında sadece “idealist düşünceler” yattığını düşünmüştüm. madam la, idam cezasına karşı olduğu için mahkuma yardım ediyordu. o’na göre, suç işleyen kişi ile cezaya çarptırılan kişi ayni kişi değildi. ki, filmde de mahkum neel, tutukluluk süresinde epey değişmiş, topluma yararlı bir kişi haline gelmişti.

bu ikinci izleyişimde açıkça anladım ki, madam la’nın mahkuma yardım edişinin altında yatan sebep sadece idam cezasına karşı olması değilmiş. bununla birlikte, madam la, mahkuma “ilgi” duyduğu için yardım etmiş ve idamını engellemeye çalışmış. ilk izleyişimde de bu ihtimal aklıma gelmedi değil ama nedense kocasının taptığı bu güzel ve kişilikli kadına, mahkuma aşık olma ihanetini yakıştıramadım sanırım. 

madam la’nın mahkuma aşık olduğu sonucunu şuradan çıkardım. diğer mahkum, tutuklu olarak kalacakları yere gelirken, arabanın devrilmesi sonucunu ölmüştü. acaba, diğer mahkum yerine neel ölseydi madam la aynı mücadeleyi göze alabilir miydi? sanmam. önce ruh güzelliği diyenlere aldırmamak lazım. 

st. pierre dulu (la veuve de st. pierre)

yönetmen : patrick leconte
oyuncular : juliette binoche, daniel auteuil, emir kusturica
yapım : 2000-fransa&kanada
tür : dram

Hüseyin Cem ÇÖL
25 Ağustos 2006 - Ankara

Kore Savaşı


mehmet kaplan’ın “nesillerin ruhu” kitabının bir yerinde, kore’ye asker gönderme bahsini okurken, aklıma yıllar önce istemeden tanık olduğum bir konuşma geldi. bu konuşmayı nakledeceğim ama az sonra… biraz gevezelik yapayım da…

mehmet kaplan, makalesinde kore’ye asker gönderilmesini “doğru” ve “haklı” buluyor. milliyetçi ve anti-komünist bir ilim adamının bu görüşü savunmasında şaşılacak bir şey yok. kore’ye asker gönderilmesini, herkes, mensup olduğu ideolojiye ya da dünya görüşüne göre, yani dünyadaki fikri duruşuna doğru ya da yanlış bulabilir. her görüş, mantıklı bir temel dayandığı müddetçe değerlidir de.

ikinci dünya savaşı’ndan sonra türkiye’nin önünde üç seçenek vardı. ya, batının liberal (ve kapitalist) dünya görüşüne bağlı bir devlet olacaktık. ya, sovyet rusya’nın güdümünde sosyalist bir devlet olacaktık. ya da iki dünyayı da kabul etmeyip, kendi içine kapalı, barışçı ama iddiasız ve pasif bir üçüncü dünya ülkesi olacaktık.

devlet olarak birinci yolu tercih ettik. tekrar edeyim bu tercihi devlet politikasının gereği olarak yaptık. tercihimizin olumlu ve olumsuz yönlerinin sadece dp iktidarına yıkılması, sonuçta sadece dp’nin övülmesi veya yerilmesi haksızlıktır. çok partili siyasi hayata geçiş bile bu tercihin sonucudur ve bu politika 1950’de değil, 1945’te başlamıştır, yani dp’nin henüz ortada olmadığı dönemde. 1950 yılında dp ve menderes iktidara gelmeseydi bile, liberal ve kapitalist batı yanlısı politikalar chp tarafından uygulanmaya devam edecekti. sözün kısası, 50 seçimleriyle karşı-devrim falan başlamış değildir. bu iddiamın dayanağı, 1946-1950 arasındaki chp politikalarıdır. 50-60 arasında yapılanlar, 46-50 arasında yapılanların uzantısıdır.

bu noktada bir “düşünme arası” vererek hep aklımda olan ve hiçbir zaman cevabını bulamayacağım bir soruyu nakledeyim. atatürk, ikinci dünya savaşı’nda başımızda olsaydı, muhtemelen inönü politikasının benzerini uygulayacak ve türkiye’yi savaş dışında tutmaya çabalayacaktı. bu hususta fazla bir şüphem yok. peki ya sonra? savaştan sonra, dünyanın iki kutba ayrıldığını gördüğünde, yukarıda bahsettiğim üç seçenekten hangisini seçerdi? kafamızdaki bağımsızlık düşkünü atatürk portresine en uygun seçeneğin “üçüncü yol” olduğu görünüyor. ben de, üçüncü yolu kabule şayan görmekle beraber, birinci ve ikinci yolu da hepten ihtimal dışı görmüyorum. elbette bunlar “teyzemin bıyıkları olsaydı dayım olurdu” kabilinden, yararsız gibi gözüken “düşünce egzersizleridir”. fakat, ihtimalleri hesaba katmadan gerçekleri anlamak kabil değil.

şimdi, yazımın başında zikrettiğim konuşmayı nakledebilirim.

iki yıl kadar önce, banliyö trenine binmiş, cebeci’den eve doğru gelmekteydim. karşı tarafımda ve iki sıra kadar önümde, yaşları yetmişi aştığı belli olan iki ihtiyar konuşmaktaydı. istemeden konuşmalarına tanık oldum. ismet paşa’dan, menderes’ten bahsettiklerini işitince daha bir can kulağıyla dinlemeye başladım. ateşli konuşmalarının bir yerinde, ihtiyarlardan biri bastonunu sertçe yere vurarak “kore’ye asker gönderilmesine ne gerek vardı? bize ne kore’den?” diye yüksek sesle bağırdı. diğer ihtiyar pek bir şey demedi ve ilk durakta banliyöden indi. fikri bir zafer kazanmış gibi gururlanan diğer ihtiyar da, derin düşüncelere dalmış devlet adamı ciddiyetiyle camdan dışarı gecekondulara baktı ve sonraki istasyon da banliyöden o da indi.

benim tuhafıma giden, ihtiyarların kore’ye asker gönderilmesini doğru ya da yanlış bulmaları değildi. önceden yazdığım gibi, herkes, dünya görüşüne göre, bu hususta bir şeyler söyleyebilir. burada bir fevkaladelik yok.

benim asıl tuhafıma giden, sanki dünkü olay hakkında yorum yapar gibi, çok taze bir olaymış gibi, elli küsur sene önce devletin yaptığı bir insiyatif hakkında, iki ihtiyarın ateşli ateşli tartışmalarıydı. ihtiyarlar arasında fikri münazaralara hele hele siyasi münazaralara pek tanık olmadığım için, halleri o gün bana pek acaip görünmüştü.

Hüseyin Cem ÇÖL
23 Ağustos 2006 - Ankara

Yaşamak'dan Altını Çizdiğim Satırlar


’ruhumuz dar bir şeridin içinden sızılarla geçiyor.’ 

’ve o zaman daha önce hiç bu kadar büyüğünü görmediğimi düşündüm: yalnızlığın.’ 

’ve anlıyorum ki durmuştur. ruh akmamaktadır bu koca medeniyetin içinde.’ 

’bizi bilmediğimiz bir nedenle bırakıp gitmiş olan babamızın anamızın dilinde, ’yine de babanızdır nerede bulsanız sarılın ellerine’ diye yankılanışı’ 

’bütün bir alman ulusu bira taşıyan devasa bir arabanın kadanaları gibi şişmiş gerilmiş patlamak üzere.’ 

’bindokuz yüz yetmiş yılında ben nerdeyim.’ 

’pencereden bakınca toprak ve ağaç görünmeli.’ 

’bir kalbiniz vardır, onu tanıyınız.’ 

’şimdi kildiğin bütün namazlari yeniden kilmak istiyorsun.’ 

’diyorum ki herşeye rağmen insan mühimdir.’ 

’görebildiğim kadar dağ görmek istiyorum.’ 

’işte yine aynı hayretin elindeyim. o demir kütle pistte hızlanınca bende de birşeyler ağırlaşmaya başlıyor, o hayret ağırlaşmaya başlıyor. hızlanıyor, ve hızlanıyor, gövdenin ucu yekinip, arka tekerlekler üzerinde gidilen birkaç saniyelik görünüş ve nihayet onların da yerden kesildiği ve koca gövdenin yerden sadece bir iki parmak havalandığı an, yüzlerce tecrübeme rağmen, ’işte bir kere daha oluyor, işte bir kere daha oluyor, işte bir kere daha oluyor’ diye içimin inleyen cümlesini o kısa zaman içinde felaket bir süratle tekrarlayarak içimin hayretini, onun dalgalanışını yatıştırmaya çalışıyorum’. 

’çalışmayı sevmiyorum. serbest bir böcek olmak, kırlarda diğer böceklerle gezinirken doymak, barınmak ve giyinmek istiyorum.’ 

’bilmediğim bir şey sarıyor beni. içimden başka bir insan çıkıyor. bana yayılıyor.’ 

’ama kişi kendi duygularının çeperlerine kadar doldurduğu bir dolabın içinde ne yana kaçabilir.’ 

’dokunup sevdiklerimizi götürüp beş on kürek toprağın altına bırakıyoruz, geçirdiğimiz zamanlar bir elbise gibi sırtımızda duruyor.’ 

’ankaralılar, esintisiz adamlar, geceleri terlerini soyunup, sabahları terlerini sırtlarına geçiren, ölü, şiş, sarı ve sanki murdar ankara.’ 

’ve gördük ki mekan değildir zamandır önemli olan ve lakin o da değildir eylemdir önemli olan ve o dahi değildir kalb olmadıkça.’ 

’yararsız bir bez parçasını bütün gün boynumuza asıp niçin gezdiriyoruz.’ 

’ve yavuz sultan selim’in bıraktığı gibi duran müslümanlar.’ 

Bu Ülke'den Altını Çizdiğim Satırlar


"12 aralık’ta doğan çocuk itilmiş, kakılmış; düşman bir dünyada dostsuz büyümüş. daima başka, daima yabancı... hasta bir gurur, pencerelerini dış dünyaya kapayan bir ruh..." 

"düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum. yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum. yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundaydım..." 

"hafızasında iz bırakan en eski yıllarda, sadece itildiğini, istenmediğini, dövüldüğünü hatırlıyor... yabancıydı... oynamadı, çocuk olmadı, içine ve kitaplara kapandı..." 

"ben bir taşralı tecessüsüyle sürüklendiğim o gürültülü dünyadan, kitapların asude inzivasına iltica ettim..." 

"kitap bir limandı benim için. kitaplarda yaşadım. ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. kitap benim has bahçemdi. hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı..." 

"ben putperest değilim, kitaba tapmıyorum; içindeki ses, içindeki ışık, içindeki sevgi, içindeki ruh, içindeki çile, içindeki gözyaşı, içindeki tecrübe, içindeki tanrı çekiyor beni..." 

"bazen bir kuyuya benziyor hayat; kör, pis, zehirli bir kuyuya. boğuluyorum, ölüme koşacak mecalim kalmıyor, kimseyi görmüyor gözüm. sevdiklerim yabancılaşıyor. kitaplar tuğla oluyor birden. dostlarımın sesini tanımıyorum. varlığım bir tele asılıyor. bir kabus bu, bir hastalık. gözlerimi kaybettikten sonra bu kuyuya sık sık düştüm... istediğini yapamamak, sakatlığımdan doğan bir aciz... acıları da aynasında büyüten rezil bir hassasiyetim var... aczime tahammül edemiyorum... bugün işimden kovulabilirim. ve hiçbir iş yapamam. bu, hayatımın perde arkasındaki ardı arkası kesilmeyen uğultu." 

"kelimeleri tarif etmeden girişilecek her tartışma kısır kalmağa mahkum..." 

"daniel de foe’den: hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır. bir adamın ’benden başka herkes aldanıyor’ demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın..." 

"büyük nazımların çoğu, nesirde de büyüktürler. genç nasirler, nazmın tezhibinden geçseler şüphesiz ki, üslupları daha derli toplu, daha tannan, daha ölçülü olurdu." 

"izmler, idrakimize giydirilen deli gömlekleri. itibarları menşe’lerinden geliyor. hepsi avrupalı." 

"bütün ideolojilere kapıları açmak, hepsini tanımak, hepsini tartışmak ve türkiye’nin kaderini onların aydınlığında fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek, işte, en doğru yol." 

"vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır." 

"kitap ve gazete... biri zamanın dışındadır, öteki ’an’ın kendisi... kitap, beraber yaşar sizinle, beraber büyür. gazete okununca biter..." 

"derin bir düşünceyi anlamak, o düşünceyi kavradığımız anda derin bir düşünceye sahip olmaktır." 

"okumak, iki ruh arasında aşıkane bir mülakattır." 

"kitap denen uçsuz bucaksız okyanusta daima yeni keşifler yapmak kabil. hangimizin irfanı, o sonsuz ’belki’yle boy ölçüşebilir?" 

"nezleye yakalanır gibi ideolojilere yakalanıyoruz. ideolojilere ve kelimelere..." 

16 Kasım 2016 Çarşamba

Gaf


Lafı uzatacağım. Gafımı okumak isteyen lafıma katlanır.

Trabzon’a gelmeden önceki son üç yılımı Ankara Elvankent’te geçirdim. Sekiz yıl süren Mamak cenderesinden sonra Elvankent cennet gibi gelmişti: Ferah, tenha, sakin ve yeşillikler içinde bir semt. Adeta tatil köyü. Hazır, mekan da değiştirmişken, evde farklı ve yeni bir ses olsun istedim ve bir “kuş” satın almaya karar verdim. Kızım ve oğlumla, sitenin hemen karşısındaki Eray Çarşısı’na gittik, enerjisi cüssesine dar gelen, yerinde duramayan, bıcır bıcır öten bir kuş aldık. Muhabbet kuşu mudur, kanarya mıdır bilmem, aralarındaki farkı da şu kadar yıl oldu hâla anlamış değilim. Kuş deyip geçiyorum, el kadar bir şey işte, gerisini siz anlayın. Kafesiyle beraber kuşu eve getirirken “şimdi buna isim koymak lazım” dedim. Oğlum atıldı, yekten, “adı Fırfır olsun” dedi. Böylece adını “Fırfır” koyduk.

Fırfır, kısa sürede bize alıştı. Pencereleri kapatıp, kafesin kapısını açardık; geniş salonda o duvar senin bu perde benim özgürce uçardı. Bizden de sakınmazdı, omzumuza konardı, bazen kulak mememize arsız ve iç gıdıklayıcı öpücükler kondururdu. Salonu sesiyle zangır zangır titretir, yeter artık diyene kadar uzun uzun öterdi. Hasılı kelam, çekirdek ailemizin minik bir ferdi oldu.

Ama bir gün… Salon penceresini açık unuttuğumuz bir gün… Uçtu gitti. Oğlum sitenin, hatta hemen yakınımızdaki Adalet Parkı’nın bütün ağaçlarına bakındı. Bulamadık.    

2010 Temmuz’unda Trabzon’a taşınınca, “hazır, mekan da değiştirmişken”, bir kuş daha alalım dedim. Aldık, adını yine “Fırfır” koyduk. İlki gibi, yüksek volümlü, hareketli. Yine kısa sürede biz ona alıştık, o bize. Kafesinden çok salonda özgürce uçarak yaşamaya başlamıştı. Aynen ilki gibi. Kaderi de aynı oldu. O da, pencereyi açık bulduğu bir gün tam bağımsızlığı tercih etti.

Ben artık eve kuş alınmasına hepten karşıydım. Aldığımız kaçıyordu. Kaçmasın diye kafese hapsetsek, ona da insanın vicdanı elvermiyordu. O yüzden kuş bahsini ebediyen kapattık diye düşünüyordum. Kedi, köpek zaten özel bakım isteyen hayvanlar. Hem beceremeyiz, hem ailede herkes istese bile İçişleri Bakanı kararı veto edebilir, onu ikna etmek zor. Hasılı, ikinci Fırfır vakasıyla “evde hayvan olayına (!)” mecburen nokta koyduk.

Nokta koyduğumuzu sanmışım demeliyim. Geçen sene bir akşam eve geldiğimde, oğlumla kızımın benden habersiz, yine bir kuş satın aldığını gördüm. Kaderi öncekiler gibi olmasın diye, bu kez adını “Limon” koymuşlar. “Limon” gerçekten de öncekiler gibi çıkmadı. Adı gibi huyu da değişik. Korkak, sinik, pısırık, çekingen bir hayvan. Hareketli değil. Kafesini açsak bile salonda uçmuyor. Evcimen. Oğlum, avcuna alıp, salonun bir köşesine götürse bile, hemen kafesine geri dönüyor. Ötmüyor da. Ses seda yok. Evde varlığı belli değil. Yani, kuş demeye bin şahit ister. Ye, iç, sıç, uyu; yaşadığı böyle bir hayat.

Tamam sıkıldınız farkındayım. “Hoca, lafı bırak, gafa gel” diyorsunuz. Pekala.

Haftasonları, ayak sürüyerek değil, hevesle gittiğim bir dersane var. Ortam güzel, gençler ders dinlemeye, öğrenmeye istekli. Ben de anlatmayı seviyorum zaten. Fiziki şartlar da ders yapmaya, çalışmaya müsait. Çatı katını ve terası kantin yapmışlar. Kantin işletmecisi ise tam bir kuş meraklısı. Ben diyeyim 15, siz deyin 20 güvercin besliyor teras katında. Bir o kadar da, muhabbet kuşu, kanarya vs. var. Kantinin içi kuş sesiyle cıvıl cıvıl sizin anlayacağınız.

Trabzon’da bu laf kullanılır mı bilemem ama bizim oralarda kuş meraklılarına “kuşbaz” derler. Kuşbazlar, aslında zararsız insanlardır, hayvan seven insan zararlı olabilir mi? Fakat, gel gör ki, toplum, kuşbazlara makbul insan gözüyle bakmaz. Çünkü, gözleri hep gökyüzündedir, hep gökyüzüne bakan adam evine bakmaz, eşini, çocuğunu sefil eder anlayışı yüzünden bizde kuşbazlara kız da vermezler. Her kuşbazın içinde “kuş gibi uçma, bu hayattan başka bir hayata uçarak kaçma” özlemi yatar, belki bu özlemlerini doyurmak amacıyla kuş beslerler, onları uçururken kendileri uçmuş gibi haz duyarlar. Kuşbazlar, toplumla uyum sağlayamayan, asosyal (ama antisosyal değil) insanlardır. Çocukluğumun geçtiği mahallede de kuşbaz ağabeyler hatırlıyorum. Güvercinlerin ayağına ip bağlayıp uçururlardı. Tavan arasında kuş odaları vardı. Rengarenkler kuşlar arasında hayatlarını geçirirlerdi.

Siz de çok sabırsız çıktınız. Tamam asıl meseleye geliyorum.

İki hafta önce dersaneye gittim. Dersin başlamasına yirmi dakikadan fazla zaman var. Kantinden bir çay alayım da, nefesim açılsın dedim. Üst kata çıktım. Kantin tenha ama kuşlar toplu halde senfoniye başlamış. Öyle güzel ötüyorlar ki, insanın yüzüne gayrıihtiyari tebessüm yerleşiyor. Kantinciye selam verdim, selamımı aldı. Bir çay istedim. Bir gözüm kuşlarda, kulağımda kuş sesleri, biraz da laf olsun diye, yekten sormuş bulundum: “Benim de bir kuşum var. Ötmüyor. Ne yapmalıyım?” Bir an sessizlik oldu. Sanki kuşlar bile sustu o an kantinde. Kantincinin dudaklarında hafif bir tebessüm sezdim ama söylediğim sözün nereye gidebileceğini ve hatta gittiğini anlamadım. Saf saf bekledim, soruma cevap verilmesini. “Hocam ne kuşu?" dedi. “Bilmiyorum ama muhabbet kuşu galiba” dedim. “Muhabbet kuşuysa, ötmez zaten” dedi. Biraz daha kelam oldu aramızda. Çayı aldım, aşağı kata koordinatörün odasına indim.

Tek başıma odada çayımı yudumlarken, kantinciyle aramdaki mükaleme birden aklıma geldi. Hay Allah! Lan yukarıda ne dedim ben adama öyle. Ettiğim lafa bak. Adam ne gülüyordur bana şimdi. Sorumu olduğu gibi anlayıp, bana gergedan boynuzu, ne bileyim mesir macunu tavsiye etmeye kalksaydı ne olacaktı? Ne diyecektim o zaman? “Hiç mesir macunu olur mu, kuş bu, macunu nasıl yesin?” desem, ki bu saflıkla derdim kesin, muhabbet iyice Aziz Nesinlik olurdu. Aklıma geldikçe kendime kızdım, “son günlerde ne boşboğaz adam oldun be Cem’cim” diye söylendim. Sonra kızmayı bıraktım, güldüm.

Neyse işte, abartmayın, siz de gülün geçin.

Hüseyin Cem ÇÖL
H 309 – 16 Kasım 2016