17 Şubat 2017 Cuma

yeniden...


Kar ve Yağışı ve Sen


Az önce balkona çıktım. Dün geceden beri neredeyse hiç dinmeyen kar, hala ağır ağır hiç telaş etmeden yağmaya devam ediyor. Kara ve yağışına yabancı biri değilim. Hayatımda pek çok defa gökyüzünün beyaz dansına şahitlik ettim, hayatımda kaç defa ağır ağır salınan kar taneleri altında derin, niyeyse hep kar yağarken derin düşüncelere dalarak sükunetin ve hazzın doruğunda gezindim. Çocukluğum Sivas’ta, yetişkinliğim Ankara’da, askerliğim Sarıkamış’ta geçti. Belki bu yüzden sadece kışı değil, kışın türevlerini zemheriyi, karakışı, ayazı, tipiyi de hamdolsun bilirim. Birkaç yılı saymazsak hep sobalı evlerde ömür tükettim. Soba kurmak, soba temizlemek, soba yakmak, sobada kestane pişirmek, eve girer girmez sobanın etrafına tüneyip ısınmak gibi “fakir hayatı”nın küçük sıkıntılarına, zevklerine ve cilvelerine de şükürler olsun vakıfım. Çocukluğuma dair hatırladığım en güzel hatıralardan biri de, yastığa baş koyduğumda yanan soba ateşinin tavanda oynaşan kızıl ışığını seyretmekti. Ha bir de sokak lambasının huzmesi altında sakin sakin yağan karın gamsız yağışına tanıklık etmek. Bu zenginlikler hala içimi ısıttığına, yüzümü tebessüm ettirdiğine, gönlüme ferahlık verdiğine göre, pek de fakir büyümüş sayılmam değil mi?


- Cem’cim her şeyi anladım da bu yazıda kardan, yağışından bahsetmişsin ama “ben”den bahsetmemişsin.
- “Sen” öyle san!

Hüseyin Cem ÇÖL 
12 Aralık 2013 - Pelitli 

24 Kasım 2016 Perşembe

...



Yaz vaktiydi, sen gittin, ben kaldım.
Gözümden kırk pınar kan aktı, ben ağladım.

Yaz vaktiydi, sen gittin, ben kaldım.
Gözümden kırk pınar kan gitti, ben ağladım.

Kılamlar söylüyorum ardınsıra, pepug gibi ötüyorum dertleri.
Kılamlar söylüyorum ardınsıra, pepug gibi ötüyorum dertleri.
Yıldızlar dile gel(di)yor, seni konuşuyorlar bana.
Yıldızlar dile gel(di)yor, seni konuşuyorlar bana.
Artık senden başka, kime söyleyeyim dertlerimi.
Artık senden başka, kime söyleyeyim dertlerimi.
Ben de hal kalmamış ki insana söyleyeyim dertlerimi.
Yüzünü animsiyorum, dünya karanlık olup gidiyor bana.

Ben de hal kalmamış ki insana söyleyeyim dertlerimi.
Güneş şavkıyor, alacakaranlıkta, şu dağların ardından.
Ben de hal kalmamış ki insana söyleyeyim dertlerimi.
Şu dağlarda dolanıyorum, yabana atmışım kendimi.
Kuşların şahitliğinde sana söyliyeyim şarkılarımı.
Artık senden başka, kime söyleyeyim dertlerimi.
Sana söyliyeyim şarkılarımı.
Artık senden başka, kime söyleyeyim dertlerimi.
Ben de hal kalmamış ki insana söyleyeyim dertlerimi.

Kuşların şahitliğinde.
Sana söyliyeyim şarkılarımı.

22 Kasım 2016 Salı

St. Pierre Dulu


önce filmin konusunu (tv8’in sitesinden) nakledeyim: 

: yıl 1849’dur. kanada’nın newfoundland eyaletinin açıklarındaki küçük balıkçı adası saint pierre’de anlamsız bir cinayet işlenir. olay sırasında çok sarhoş olan katillerden biri de ölür, diğeri yakalanarak yargılanır. işlediği cinayeti bile hatırlamayan neel auguste (emir kusturica), giyotinle idam edilerek ölüme mahkum edilir. ancak adada, ne giyotin ne de cellat vardır. martinik’den st.pierre’e bir giyotin gönderilmesi beklenirken, neel, adanın asayişinden sorumlu küçük askeri birliğin yüzbaşısının gözetimine bırakılır. 

oldukça uzun süren bu bekleyiş sırasında beklenmedik ve dokunaklı gelişmeler yaşanır. yaptığından çok pişman olduğu belli olan katil, yüzbaşının karısının başlattığı bir bahçeyi adam eder, bir kadının hayatını kurtarır ve ada halkının yararlı bir üyesi haline gelir. bu durum onu ölüme mahkum eden yargıcı ve ada halkını rahatsız etmeye başlar. ‘’bir katili mahkum ettik, bir iyilikseveri idam edeceğiz...’’ konuşmaları alıp başını gider. 

st. pierre dulu, bu öyküyü temel alan fakat bir alt öykü olarak da bir evliliğin içinde yaşanan farklı mevsimleri anlatan güzel ve etkileyici bir film. yüzbaşı (daniel auteuil) ve herkesin madam la diye hitap ettiği güzel karısı, sadece birbirlerine çok aşık bir çift olmakla kalmayan fakat birbirlerini derinden tanıyıp, kabul edebilen bir çift. yüzbaşı, karısının, mahkumla ilgilenmesinin ardında, hafif duygulanmalar olduğunun farkında fakat karısını o kadar seviyor ki, bu durumu anlayışla karşılıyor. film, sadece idam cezasını tartışmaya açmakla kalmıyor, insan psikolojisini de mercek altına alıyor. pek çok hassas izleyicinin farkedeceği gibi, film, senaryonun izin verdiğinin ötesinde bir derinliğe ulaşıyor ve acı verici hislenmeler yaşatıyor. 

filmin adı da çok anlamlı. fransızlar, giyotine ‘dul’ diyorlar ve filmin sonunda giyotin bir değil iki dul yaratıyor. katil de, bildiğimiz katillerden farklı. zaten biz de, filmin sonlarına doğru, aynen adalılar gibi, iyi bir adam olarak idam edilecek olan neel’i sevmeye, anlamaya başlıyoruz ve onun için üzülüyoruz.” 

bu filmi ilk defa geçen yıl trt2’de izlemiş ve çok beğenmiştim. dün, tv8’de reklamını görünce hemen not aldım ve bu akşam yayın saatinde ekran karşısına geçtim. 

ilk izleyişimde, yüzbaşının karısının mahkuma yardım edişinin altında sadece “idealist düşünceler” yattığını düşünmüştüm. madam la, idam cezasına karşı olduğu için mahkuma yardım ediyordu. o’na göre, suç işleyen kişi ile cezaya çarptırılan kişi ayni kişi değildi. ki, filmde de mahkum neel, tutukluluk süresinde epey değişmiş, topluma yararlı bir kişi haline gelmişti.

bu ikinci izleyişimde açıkça anladım ki, madam la’nın mahkuma yardım edişinin altında yatan sebep sadece idam cezasına karşı olması değilmiş. bununla birlikte, madam la, mahkuma “ilgi” duyduğu için yardım etmiş ve idamını engellemeye çalışmış. ilk izleyişimde de bu ihtimal aklıma gelmedi değil ama nedense kocasının taptığı bu güzel ve kişilikli kadına, mahkuma aşık olma ihanetini yakıştıramadım sanırım. 

madam la’nın mahkuma aşık olduğu sonucunu şuradan çıkardım. diğer mahkum, tutuklu olarak kalacakları yere gelirken, arabanın devrilmesi sonucunu ölmüştü. acaba, diğer mahkum yerine neel ölseydi madam la aynı mücadeleyi göze alabilir miydi? sanmam. önce ruh güzelliği diyenlere aldırmamak lazım. 

st. pierre dulu (la veuve de st. pierre)

yönetmen : patrick leconte
oyuncular : juliette binoche, daniel auteuil, emir kusturica
yapım : 2000-fransa&kanada
tür : dram

Hüseyin Cem ÇÖL
25 Ağustos 2006 - Ankara

Kore Savaşı


mehmet kaplan’ın “nesillerin ruhu” kitabının bir yerinde, kore’ye asker gönderme bahsini okurken, aklıma yıllar önce istemeden tanık olduğum bir konuşma geldi. bu konuşmayı nakledeceğim ama az sonra… biraz gevezelik yapayım da…

mehmet kaplan, makalesinde kore’ye asker gönderilmesini “doğru” ve “haklı” buluyor. milliyetçi ve anti-komünist bir ilim adamının bu görüşü savunmasında şaşılacak bir şey yok. kore’ye asker gönderilmesini, herkes, mensup olduğu ideolojiye ya da dünya görüşüne göre, yani dünyadaki fikri duruşuna doğru ya da yanlış bulabilir. her görüş, mantıklı bir temel dayandığı müddetçe değerlidir de.

ikinci dünya savaşı’ndan sonra türkiye’nin önünde üç seçenek vardı. ya, batının liberal (ve kapitalist) dünya görüşüne bağlı bir devlet olacaktık. ya, sovyet rusya’nın güdümünde sosyalist bir devlet olacaktık. ya da iki dünyayı da kabul etmeyip, kendi içine kapalı, barışçı ama iddiasız ve pasif bir üçüncü dünya ülkesi olacaktık.

devlet olarak birinci yolu tercih ettik. tekrar edeyim bu tercihi devlet politikasının gereği olarak yaptık. tercihimizin olumlu ve olumsuz yönlerinin sadece dp iktidarına yıkılması, sonuçta sadece dp’nin övülmesi veya yerilmesi haksızlıktır. çok partili siyasi hayata geçiş bile bu tercihin sonucudur ve bu politika 1950’de değil, 1945’te başlamıştır, yani dp’nin henüz ortada olmadığı dönemde. 1950 yılında dp ve menderes iktidara gelmeseydi bile, liberal ve kapitalist batı yanlısı politikalar chp tarafından uygulanmaya devam edecekti. sözün kısası, 50 seçimleriyle karşı-devrim falan başlamış değildir. bu iddiamın dayanağı, 1946-1950 arasındaki chp politikalarıdır. 50-60 arasında yapılanlar, 46-50 arasında yapılanların uzantısıdır.

bu noktada bir “düşünme arası” vererek hep aklımda olan ve hiçbir zaman cevabını bulamayacağım bir soruyu nakledeyim. atatürk, ikinci dünya savaşı’nda başımızda olsaydı, muhtemelen inönü politikasının benzerini uygulayacak ve türkiye’yi savaş dışında tutmaya çabalayacaktı. bu hususta fazla bir şüphem yok. peki ya sonra? savaştan sonra, dünyanın iki kutba ayrıldığını gördüğünde, yukarıda bahsettiğim üç seçenekten hangisini seçerdi? kafamızdaki bağımsızlık düşkünü atatürk portresine en uygun seçeneğin “üçüncü yol” olduğu görünüyor. ben de, üçüncü yolu kabule şayan görmekle beraber, birinci ve ikinci yolu da hepten ihtimal dışı görmüyorum. elbette bunlar “teyzemin bıyıkları olsaydı dayım olurdu” kabilinden, yararsız gibi gözüken “düşünce egzersizleridir”. fakat, ihtimalleri hesaba katmadan gerçekleri anlamak kabil değil.

şimdi, yazımın başında zikrettiğim konuşmayı nakledebilirim.

iki yıl kadar önce, banliyö trenine binmiş, cebeci’den eve doğru gelmekteydim. karşı tarafımda ve iki sıra kadar önümde, yaşları yetmişi aştığı belli olan iki ihtiyar konuşmaktaydı. istemeden konuşmalarına tanık oldum. ismet paşa’dan, menderes’ten bahsettiklerini işitince daha bir can kulağıyla dinlemeye başladım. ateşli konuşmalarının bir yerinde, ihtiyarlardan biri bastonunu sertçe yere vurarak “kore’ye asker gönderilmesine ne gerek vardı? bize ne kore’den?” diye yüksek sesle bağırdı. diğer ihtiyar pek bir şey demedi ve ilk durakta banliyöden indi. fikri bir zafer kazanmış gibi gururlanan diğer ihtiyar da, derin düşüncelere dalmış devlet adamı ciddiyetiyle camdan dışarı gecekondulara baktı ve sonraki istasyon da banliyöden o da indi.

benim tuhafıma giden, ihtiyarların kore’ye asker gönderilmesini doğru ya da yanlış bulmaları değildi. önceden yazdığım gibi, herkes, dünya görüşüne göre, bu hususta bir şeyler söyleyebilir. burada bir fevkaladelik yok.

benim asıl tuhafıma giden, sanki dünkü olay hakkında yorum yapar gibi, çok taze bir olaymış gibi, elli küsur sene önce devletin yaptığı bir insiyatif hakkında, iki ihtiyarın ateşli ateşli tartışmalarıydı. ihtiyarlar arasında fikri münazaralara hele hele siyasi münazaralara pek tanık olmadığım için, halleri o gün bana pek acaip görünmüştü.

Hüseyin Cem ÇÖL
23 Ağustos 2006 - Ankara

Yaşamak'dan Altını Çizdiğim Satırlar


’ruhumuz dar bir şeridin içinden sızılarla geçiyor.’ 

’ve o zaman daha önce hiç bu kadar büyüğünü görmediğimi düşündüm: yalnızlığın.’ 

’ve anlıyorum ki durmuştur. ruh akmamaktadır bu koca medeniyetin içinde.’ 

’bizi bilmediğimiz bir nedenle bırakıp gitmiş olan babamızın anamızın dilinde, ’yine de babanızdır nerede bulsanız sarılın ellerine’ diye yankılanışı’ 

’bütün bir alman ulusu bira taşıyan devasa bir arabanın kadanaları gibi şişmiş gerilmiş patlamak üzere.’ 

’bindokuz yüz yetmiş yılında ben nerdeyim.’ 

’pencereden bakınca toprak ve ağaç görünmeli.’ 

’bir kalbiniz vardır, onu tanıyınız.’ 

’şimdi kildiğin bütün namazlari yeniden kilmak istiyorsun.’ 

’diyorum ki herşeye rağmen insan mühimdir.’ 

’görebildiğim kadar dağ görmek istiyorum.’ 

’işte yine aynı hayretin elindeyim. o demir kütle pistte hızlanınca bende de birşeyler ağırlaşmaya başlıyor, o hayret ağırlaşmaya başlıyor. hızlanıyor, ve hızlanıyor, gövdenin ucu yekinip, arka tekerlekler üzerinde gidilen birkaç saniyelik görünüş ve nihayet onların da yerden kesildiği ve koca gövdenin yerden sadece bir iki parmak havalandığı an, yüzlerce tecrübeme rağmen, ’işte bir kere daha oluyor, işte bir kere daha oluyor, işte bir kere daha oluyor’ diye içimin inleyen cümlesini o kısa zaman içinde felaket bir süratle tekrarlayarak içimin hayretini, onun dalgalanışını yatıştırmaya çalışıyorum’. 

’çalışmayı sevmiyorum. serbest bir böcek olmak, kırlarda diğer böceklerle gezinirken doymak, barınmak ve giyinmek istiyorum.’ 

’bilmediğim bir şey sarıyor beni. içimden başka bir insan çıkıyor. bana yayılıyor.’ 

’ama kişi kendi duygularının çeperlerine kadar doldurduğu bir dolabın içinde ne yana kaçabilir.’ 

’dokunup sevdiklerimizi götürüp beş on kürek toprağın altına bırakıyoruz, geçirdiğimiz zamanlar bir elbise gibi sırtımızda duruyor.’ 

’ankaralılar, esintisiz adamlar, geceleri terlerini soyunup, sabahları terlerini sırtlarına geçiren, ölü, şiş, sarı ve sanki murdar ankara.’ 

’ve gördük ki mekan değildir zamandır önemli olan ve lakin o da değildir eylemdir önemli olan ve o dahi değildir kalb olmadıkça.’ 

’yararsız bir bez parçasını bütün gün boynumuza asıp niçin gezdiriyoruz.’ 

’ve yavuz sultan selim’in bıraktığı gibi duran müslümanlar.’ 

Bu Ülke'den Altını Çizdiğim Satırlar


"12 aralık’ta doğan çocuk itilmiş, kakılmış; düşman bir dünyada dostsuz büyümüş. daima başka, daima yabancı... hasta bir gurur, pencerelerini dış dünyaya kapayan bir ruh..." 

"düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum. yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum. yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundaydım..." 

"hafızasında iz bırakan en eski yıllarda, sadece itildiğini, istenmediğini, dövüldüğünü hatırlıyor... yabancıydı... oynamadı, çocuk olmadı, içine ve kitaplara kapandı..." 

"ben bir taşralı tecessüsüyle sürüklendiğim o gürültülü dünyadan, kitapların asude inzivasına iltica ettim..." 

"kitap bir limandı benim için. kitaplarda yaşadım. ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. kitap benim has bahçemdi. hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı..." 

"ben putperest değilim, kitaba tapmıyorum; içindeki ses, içindeki ışık, içindeki sevgi, içindeki ruh, içindeki çile, içindeki gözyaşı, içindeki tecrübe, içindeki tanrı çekiyor beni..." 

"bazen bir kuyuya benziyor hayat; kör, pis, zehirli bir kuyuya. boğuluyorum, ölüme koşacak mecalim kalmıyor, kimseyi görmüyor gözüm. sevdiklerim yabancılaşıyor. kitaplar tuğla oluyor birden. dostlarımın sesini tanımıyorum. varlığım bir tele asılıyor. bir kabus bu, bir hastalık. gözlerimi kaybettikten sonra bu kuyuya sık sık düştüm... istediğini yapamamak, sakatlığımdan doğan bir aciz... acıları da aynasında büyüten rezil bir hassasiyetim var... aczime tahammül edemiyorum... bugün işimden kovulabilirim. ve hiçbir iş yapamam. bu, hayatımın perde arkasındaki ardı arkası kesilmeyen uğultu." 

"kelimeleri tarif etmeden girişilecek her tartışma kısır kalmağa mahkum..." 

"daniel de foe’den: hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır. bir adamın ’benden başka herkes aldanıyor’ demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın..." 

"büyük nazımların çoğu, nesirde de büyüktürler. genç nasirler, nazmın tezhibinden geçseler şüphesiz ki, üslupları daha derli toplu, daha tannan, daha ölçülü olurdu." 

"izmler, idrakimize giydirilen deli gömlekleri. itibarları menşe’lerinden geliyor. hepsi avrupalı." 

"bütün ideolojilere kapıları açmak, hepsini tanımak, hepsini tartışmak ve türkiye’nin kaderini onların aydınlığında fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek, işte, en doğru yol." 

"vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır." 

"kitap ve gazete... biri zamanın dışındadır, öteki ’an’ın kendisi... kitap, beraber yaşar sizinle, beraber büyür. gazete okununca biter..." 

"derin bir düşünceyi anlamak, o düşünceyi kavradığımız anda derin bir düşünceye sahip olmaktır." 

"okumak, iki ruh arasında aşıkane bir mülakattır." 

"kitap denen uçsuz bucaksız okyanusta daima yeni keşifler yapmak kabil. hangimizin irfanı, o sonsuz ’belki’yle boy ölçüşebilir?" 

"nezleye yakalanır gibi ideolojilere yakalanıyoruz. ideolojilere ve kelimelere..." 

16 Kasım 2016 Çarşamba

Gaf


Lafı uzatacağım. Gafımı okumak isteyen lafıma katlanır.

Trabzon’a gelmeden önceki son üç yılımı Ankara Elvankent’te geçirdim. Sekiz yıl süren Mamak cenderesinden sonra Elvankent cennet gibi gelmişti: Ferah, tenha, sakin ve yeşillikler içinde bir semt. Adeta tatil köyü. Hazır, mekan da değiştirmişken, evde farklı ve yeni bir ses olsun istedim ve bir “kuş” satın almaya karar verdim. Kızım ve oğlumla, sitenin hemen karşısındaki Eray Çarşısı’na gittik, enerjisi cüssesine dar gelen, yerinde duramayan, bıcır bıcır öten bir kuş aldık. Muhabbet kuşu mudur, kanarya mıdır bilmem, aralarındaki farkı da şu kadar yıl oldu hâla anlamış değilim. Kuş deyip geçiyorum, el kadar bir şey işte, gerisini siz anlayın. Kafesiyle beraber kuşu eve getirirken “şimdi buna isim koymak lazım” dedim. Oğlum atıldı, yekten, “adı Fırfır olsun” dedi. Böylece adını “Fırfır” koyduk.

Fırfır, kısa sürede bize alıştı. Pencereleri kapatıp, kafesin kapısını açardık; geniş salonda o duvar senin bu perde benim özgürce uçardı. Bizden de sakınmazdı, omzumuza konardı, bazen kulak mememize arsız ve iç gıdıklayıcı öpücükler kondururdu. Salonu sesiyle zangır zangır titretir, yeter artık diyene kadar uzun uzun öterdi. Hasılı kelam, çekirdek ailemizin minik bir ferdi oldu.

Ama bir gün… Salon penceresini açık unuttuğumuz bir gün… Uçtu gitti. Oğlum sitenin, hatta hemen yakınımızdaki Adalet Parkı’nın bütün ağaçlarına bakındı. Bulamadık.    

2010 Temmuz’unda Trabzon’a taşınınca, “hazır, mekan da değiştirmişken”, bir kuş daha alalım dedim. Aldık, adını yine “Fırfır” koyduk. İlki gibi, yüksek volümlü, hareketli. Yine kısa sürede biz ona alıştık, o bize. Kafesinden çok salonda özgürce uçarak yaşamaya başlamıştı. Aynen ilki gibi. Kaderi de aynı oldu. O da, pencereyi açık bulduğu bir gün tam bağımsızlığı tercih etti.

Ben artık eve kuş alınmasına hepten karşıydım. Aldığımız kaçıyordu. Kaçmasın diye kafese hapsetsek, ona da insanın vicdanı elvermiyordu. O yüzden kuş bahsini ebediyen kapattık diye düşünüyordum. Kedi, köpek zaten özel bakım isteyen hayvanlar. Hem beceremeyiz, hem ailede herkes istese bile İçişleri Bakanı kararı veto edebilir, onu ikna etmek zor. Hasılı, ikinci Fırfır vakasıyla “evde hayvan olayına (!)” mecburen nokta koyduk.

Nokta koyduğumuzu sanmışım demeliyim. Geçen sene bir akşam eve geldiğimde, oğlumla kızımın benden habersiz, yine bir kuş satın aldığını gördüm. Kaderi öncekiler gibi olmasın diye, bu kez adını “Limon” koymuşlar. “Limon” gerçekten de öncekiler gibi çıkmadı. Adı gibi huyu da değişik. Korkak, sinik, pısırık, çekingen bir hayvan. Hareketli değil. Kafesini açsak bile salonda uçmuyor. Evcimen. Oğlum, avcuna alıp, salonun bir köşesine götürse bile, hemen kafesine geri dönüyor. Ötmüyor da. Ses seda yok. Evde varlığı belli değil. Yani, kuş demeye bin şahit ister. Ye, iç, sıç, uyu; yaşadığı böyle bir hayat.

Tamam sıkıldınız farkındayım. “Hoca, lafı bırak, gafa gel” diyorsunuz. Pekala.

Haftasonları, ayak sürüyerek değil, hevesle gittiğim bir dersane var. Ortam güzel, gençler ders dinlemeye, öğrenmeye istekli. Ben de anlatmayı seviyorum zaten. Fiziki şartlar da ders yapmaya, çalışmaya müsait. Çatı katını ve terası kantin yapmışlar. Kantin işletmecisi ise tam bir kuş meraklısı. Ben diyeyim 15, siz deyin 20 güvercin besliyor teras katında. Bir o kadar da, muhabbet kuşu, kanarya vs. var. Kantinin içi kuş sesiyle cıvıl cıvıl sizin anlayacağınız.

Trabzon’da bu laf kullanılır mı bilemem ama bizim oralarda kuş meraklılarına “kuşbaz” derler. Kuşbazlar, aslında zararsız insanlardır, hayvan seven insan zararlı olabilir mi? Fakat, gel gör ki, toplum, kuşbazlara makbul insan gözüyle bakmaz. Çünkü, gözleri hep gökyüzündedir, hep gökyüzüne bakan adam evine bakmaz, eşini, çocuğunu sefil eder anlayışı yüzünden bizde kuşbazlara kız da vermezler. Her kuşbazın içinde “kuş gibi uçma, bu hayattan başka bir hayata uçarak kaçma” özlemi yatar, belki bu özlemlerini doyurmak amacıyla kuş beslerler, onları uçururken kendileri uçmuş gibi haz duyarlar. Kuşbazlar, toplumla uyum sağlayamayan, asosyal (ama antisosyal değil) insanlardır. Çocukluğumun geçtiği mahallede de kuşbaz ağabeyler hatırlıyorum. Güvercinlerin ayağına ip bağlayıp uçururlardı. Tavan arasında kuş odaları vardı. Rengarenkler kuşlar arasında hayatlarını geçirirlerdi.

Siz de çok sabırsız çıktınız. Tamam asıl meseleye geliyorum.

İki hafta önce dersaneye gittim. Dersin başlamasına yirmi dakikadan fazla zaman var. Kantinden bir çay alayım da, nefesim açılsın dedim. Üst kata çıktım. Kantin tenha ama kuşlar toplu halde senfoniye başlamış. Öyle güzel ötüyorlar ki, insanın yüzüne gayrıihtiyari tebessüm yerleşiyor. Kantinciye selam verdim, selamımı aldı. Bir çay istedim. Bir gözüm kuşlarda, kulağımda kuş sesleri, biraz da laf olsun diye, yekten sormuş bulundum: “Benim de bir kuşum var. Ötmüyor. Ne yapmalıyım?” Bir an sessizlik oldu. Sanki kuşlar bile sustu o an kantinde. Kantincinin dudaklarında hafif bir tebessüm sezdim ama söylediğim sözün nereye gidebileceğini ve hatta gittiğini anlamadım. Saf saf bekledim, soruma cevap verilmesini. “Hocam ne kuşu?" dedi. “Bilmiyorum ama muhabbet kuşu galiba” dedim. “Muhabbet kuşuysa, ötmez zaten” dedi. Biraz daha kelam oldu aramızda. Çayı aldım, aşağı kata koordinatörün odasına indim.

Tek başıma odada çayımı yudumlarken, kantinciyle aramdaki mükaleme birden aklıma geldi. Hay Allah! Lan yukarıda ne dedim ben adama öyle. Ettiğim lafa bak. Adam ne gülüyordur bana şimdi. Sorumu olduğu gibi anlayıp, bana gergedan boynuzu, ne bileyim mesir macunu tavsiye etmeye kalksaydı ne olacaktı? Ne diyecektim o zaman? “Hiç mesir macunu olur mu, kuş bu, macunu nasıl yesin?” desem, ki bu saflıkla derdim kesin, muhabbet iyice Aziz Nesinlik olurdu. Aklıma geldikçe kendime kızdım, “son günlerde ne boşboğaz adam oldun be Cem’cim” diye söylendim. Sonra kızmayı bıraktım, güldüm.

Neyse işte, abartmayın, siz de gülün geçin.

Hüseyin Cem ÇÖL
H 309 – 16 Kasım 2016

30 Ekim 2016 Pazar

Unknown


Beyni ölmüş. Ölmüş beyin. Hastalıklı. Bakışı içe dönük. Bakmıyor da, sanki içine doğru akıyor. Nöronlar arasında bağlantı kopuk. Sensin kopuk. Doğrusu, nöronlar arasında bağlantı olması gerekenden fazla. Trafik hızlı, travma berdevam, asayiş berkemal. Cemcim, yazıyı fırına vermeden önce buraya bir gülücük işareti koy. Travma devam ediyor. İsmini aradın değil mi bu akşam Codex bülteninde? Nöronlar durmuyor. Nörüyon Neron? Yaktın Roma’yı, içtin keyif sigarasını. Oysa yakmak Allah’a özgüdür. Allah var ve yakar. Tanrı yakmaz, çünkü yok. Tanrı’m sen neden yoksun? Keşke olsan. Allah bizi cennetinden kovdu. Bize sen arka çıksan. Ümit Besen dinliyoruz, cehenneme yaklaşıyoruz. Allah bizi yakacak Tanrı’m. Neron da Roma da yaktı ama Roma Hukukuna dokunmadı. Kemerlerimizi bağladık, yine de Elena kanser oldu. Güzel kadınlarda kanser bile güzel duruyor. Elena’nın saçları dökülecek. Dökülen saçlar topak topak. Top dememişken, çocukluğumun mahallesinde en az on tane futbol sahası vardı. Hangisinde maç yapacağımızı şaşırırdık. Şimdi hepsi apartman. Çirkin, hoyrat ve yakışıksız hepsi. Çünkü çocukluğumun üstüne inşa ediliyorlar. Çok saftım ben küçükken. Mandalinadan bir farkımız, aman boşver. Neydi, o kelime? Tamam buldum: “Lenduha”. Evet abartıyorum, yok abartmıyorum. Tezek tarlasının üzerinde yükselen 20 katlı iki blok için “lenduha” denilemez mi? Ayşe Şasa’ya rahmet. Öldü mü ki rahmet okuyorsun? Ne bileyim, ölmüştür herhalde, herkes ölüyor. Tarık Akan da öldü. Tarık Akan gençken, ben çocuktum, Alibaba’da top peşindeydim. Küçük dünyam. Apartman çocuklarını küçümserdik. Bizim ev gecekondudan hallice. Köpeğimiz bile vardı. Adı Altın. Sarı değildi, siyah-beyazdı hatta kirli bir duruşu vardı. İrice. Çatı katında kitap karıştırmayı severdim. Bir de, dur Cem’cim, kendine gel, onu yazma. Pekala, içsesim, vivaforeverım, eli klavye tutan polisim. Ketumiyet, sen ne ulaşılmazsın. Ağzı bıçak açmaz biriyken, ağzı kalabalık biri oldum. Nerde üç-beş genç görsem, başlıyorum anlatmaya. Dayım beni motosikletinin arkasına oturtmuştu da, meydanda tur atmıştı. Dayım öldü. Dayılar hep gençtir ve erken ölür. Köşebaşında duruyor mahallenin delikanlıları. Ellerinde sigara. Dilleri yok. Konuşmak delikanlılığa yakışmaz diye bir yalana sarılmışlar. Doğrusu şu ki, konuşmayı bilmiyorlar. Cehaletlerini, konuşmayarak maskeliyorlar. Hem Necip Fazıl cahil, hem de emin sıfatıyla zilyetten mal iktisap etmenin ne gereği var. İyiniyetli olmak, her kapıyı açan İngiliz anahtarı değil. Yalanlar ayakta tutuyor bizi.

Ben yine uyuyamadım bu gece.

Ben özledim seni.  

Hüseyin Cem ÇÖL
Pelitli – 30 Ekim 2016 

10 Ekim 2016 Pazartesi

Gidişat


Allahın varlğından Tanrının varlığına Tanrının varlığından Tanrının belirsizliğine Tanrının belirsizliğinden Tanrının önemsizliğine Böyle.

Hüseyin Cem ÇÖL
H309 - 10 Ekim 2016

7 Mayıs 2016 Cumartesi

Erzincan’dan Sana Mektup


Paul Snowman “Tanrının umrunda değiliz. Bizi terk etti ve gitti” diye bitirmiş “Buradan Çıkış Yok” adlı romanını. Tüm samimiyetimle söylüyorum, Snowman yanılıyor olsun isterdim. Fakat 318 nolu odada yapayalnız oturuyorum, dağları karlı Erzincandayım, anlamsız bir yağmur yağıyor. Yani senin anlayacağın sevgilim, karinenin aksini ispatlayacak derman kalmamış ne doğada, ne insanoğlunda. Kesin karine tüm sevimsizliğiyle ve gerçekliğiyle kendini soğuk duvarlarda belli ediyor. İçime uçurumda tek başına kala kalmışlık hissi hücum ediyor. Snowman, bu kar gibi temiz, kar gibi soğuk adam, içimizi soğutan cümlesini suratımıza yapıştırıp kitabını noktalıyor.

Üstelik 318 nolu odamın 3’ü kayıp. Her odaya girişimde, 18’e “nerde senin kocan olacak 3” diye acıyarak bakıyorum. Zaten herkes yarım. O da bana acıyor muhtemelen.

Aslında bu mektubu yazmaya niyetlendiğimde, sana daha mühim mevzulardan bahsetmeyi düşünüyordum. Mesela “hayatın sırrını kırkında çözdüm” diyecektim. Diyemedim. Böylesine ciddi bir mevzuda kalem oynatmayı hem komik buldum, hem de korkaklığım nüksetti. Komik buldum, çünkü hayatın sırrını kim kaybetmiş de ben bulmuş olayım. Lakin “hayatın sırrını kırkında çözdüm” lafından daha komik bir şey var, o da benim hayatın sırrını kırkında çözmüş olmam. Bu aramızda kalsın. Ha bir de korkaklığım nüksetmese, şimdi sana uzun uzun hayatın sırrını da yazabilirdim. Mesela, aslında hayatın bir kurgulardan ibaret olduğunu, insanoğlunun –düzeltiyorum homo sapiensin- hayatta kalmak uğruna kurgular ürettiğini, kurgular olmasa çoktan neslimizin tükeneceğini, belki de yakın zamanda kurgular yüzünden dünyada izimizin kaybolacağını. Yine korkmuyor olsaydım, o kurguların isimlerini de tek tek yazardım; sözgelimi “millet”, “din”, “erkeklik”, “kadınlık”, “adalet”, “şeref”, “iyilik”, “güç”, “iktidar”, “bilgi”, “para” ve elbette “tanrı” derdim. İşte bu komik görünme kaygısı ve korkaklık yok mu, sana en derin mevzularda kelam etmeye imkan vermedi.

Dürüstlük yakamı bırakmıyor. Seni aldatmayı hiç istemedim, şimdi de aldatmayacağım. Buradan çıkış olmadığı doğru ama Paul Snowman diye biri yok.

O benim ürkekliğimdir.

Hüseyin Cem ÇÖL 
7 Mayıs 2016 - Erzincan