Birincisi : İkibinli yılların başındayız. İnternet henüz
emekleme devresinde. Yeni bir mail adresi almıştım ama ne işe yarayacağı
hususunda en ufak bir bilgim yoktu. Parasızlıktan eve internet de bağlatabilmiş
değilim. Fakültenin ortak bilgisayarından ne kadar girebilirsek artık. Neyse konumuz
bu değil. Lafı uzatmadan bir paragrafta anımı anlatmam lazım. O vakitler Ankara’dayım.
Zonguldak’taki üniversitede yardımcı doçent doktor unvanına sahip bir tanıdığım
vardı. Bir akşam beni telefonla aradı. Ankara’da yayın yapan akademik dergilere
makale göndermeyi düşündüğünü ve benden bu konuda araştırma yapmamı istedi.
Ankara’da çıkan akademik dergiler hangileri, yayın yapmak için hangi kriterleri
arıyorlar, makale hangi adrese gönderilecek vs. Benden istediği tüm bu
bilgileri nasıl öğreneceğim? Tek tek tüm fakülteleri (Ankara SBF, Ankara HF,
Gazi İİBF, Gazi HF, Bilkent, ODTÜ vs.) gezip, sorulan sorulara ilgiyle cevap
veren, yardımcı olmak için cansiperane çalışan ve etrafına neşe saçan
memurlardan/memurelerden doküman toplamak lazım. Zor bir iş. Üstelik “sonuç”
alabileceğim de şüpheli. Sonra aklıma internet geldi. İnternette, tüm bu
fakültelerin iyi kötü bir sitesi var. Fakülte dergileri hakkında da, tanıdığımın
benden istediği tüm bilgiler sitelerde mevcut. Bir saatlik aramayla,
edinilebilecek tüm bilgileri edindim ve bir klasöre kaydettim. Peki bunları
nasıl göndereceğim? Mail adresim var ama karşı tarafın mail adresi bende yok.
Ki, olsa bile, netten öğrendiklerimi netten göndermek bana “tuhaf” geldi. Peki
ben ne yaptım? Klasördeki tüm verilerin çıktısını aldım ve çıktıları bir zarfa
doldurup klasik yöntemle yani mektupla Zonguldak’a gönderdim.
İkincisi : İkibinli yılların ortasındayız. Yine Ankara’dayım.
Maaş yetmiyor. Masraf çok ama gelir sınırlı. Hiç sevmediğim halde, cebe üç-beş
kuruş girsin diye “sınav gözetmenliği” yapmak zorunda kalıyorum. Ne sınavıydı
unuttum. Belki KPSS, belki Açıköğretim. Sabah erkenden görevli olduğum okula
gittim. Sınav üç saat. Yapılacak işler belli. Sınav kitapçıklarını dağıt, sınav
evrakını doldur, sonra sınavın bitmesini bekle. Salon başkanlığı yapmanın -mevzuatta
yeri olmayan- bir ayrıcalığı var: Yanımda “kitap” götürebiliyorum. Yapılacak
işler bitti. Kitabımı açtım, başladım okumaya. Osman Aysu’nun bir romanı: “Tavşan
Uykusu”. Osman Aysu, kendini okutan bir yazar ama romanları “kaçak edebiyat”
türünden. Hayata dair esaslı sorular soran ve bunlara cevap arayan bir yazar
değil Osman Aysu. Neyse konumuz bu değil. O gün, orada romanı bitirdim ama
sınavın bitmesine daha bir saat vardı. Sınıftan çıktım. Koridorda biraz
gezineyim de zaman geçsin istedim. Zaten içerde bir gözetmen var, bensiz sınıfı
pekala idare eder. Koridorda, yavaş adamlarla bir aşağı bir yukarı volta
atıyorum. 20 metre uzunluğundaki koridorda aşağı yukarı 20 tur attıktan sonra,
yürümekten yoruldum ve sınıfıma geçeyim istedim. Sınıfa girdim. Baktım ki, öğretmen
masasının etrafında yan sınıfın salon başkanı ayakta duruyor ve sınav evrakını
inceliyor. Hemen yanında bittim. İçimden “benim sınıfımda ne işin var be adam,
hadi sınıfa girdin diyelim, ne diye sınav evrakını karıştırıyorsun” diye
kızıyorum ama birşey diyemiyorum çünkü karşımda duran benden 10 yaş büyük bir
öğretmen sonuçta. Hem yaşına, hem mesleğine saygım var. Adamın ensesindeyim. Bana
karıştırdığı sınav evrakını gösterdi. Bir öğrenci, sorularda birden çok
seçeneği işaretlemiş, gülerek “ne tuhaf öğrenciler var” dedi. Tamam, ortada bir
tuhaflık var ama sanane, banane be adam! Öğrenci bu, isterse cevap kağıdına
örüntü yapar, sen ne karışıyorsun başkasının işine, illa karışacaksan git kendi
sınıfına, orada karış! Sabrımın son sınırındayım. Adama ağzıma geleni
söyleyecek ve sınıftan kovacaktım, ki tam bu esnada, sınıfın arka sıralarında
oturmakta olan gözetmen ayağa kalktı ve bize doğru yürüdü. Aaaa! Bu benimle
birlikte görev yapan gözetmen değil. Etrafa dikkatle baktım. Lan bu benim
sınıfım da değil. “Pardon” bile demeden hemen çıktım oradan. Kendi sınıfıma
girdim ve sınav bitene kadar masamdan kalkmadım. Başımı çevirip koridora bile
bakmadım.
Üçüncüsü : Doksanlı yılların sonu. Ünye’deyim. Uzaktan bir
akrabam ortağıyla birlikte trafik kazasında vefat etti. İlkokul öğrencisi olan
küçük kardeşimle beraber Ünye merkezindeki büyük camide cenaze namazını kıldık.
Ölenlerden biri akrabam ama uzaktan. Tanıdığım kişi bir elin parmakları kadar. Diğer
öleni ve yakınlarını ise hiç tanımıyorum. Neyse işte, namazı eda ettik, sırada
defin merasimi var. Mezarlık Ünye’nin bir tepesinde diye biliyorum. Namazdan
sonra ortalık bir anda karıştı. Alelacele mevtalar cenaze aracına yüklendi. Mezarlığa
gitmek isteyenler kendi araçlarına hücum etti. Bende araç yok. Öyle kalakaldım.
Yürüme mezarlığa gidilir, nerden baksan yirmi dakikada oradasın ama hava sıcak
ve nemli, yürümeyi göze alamadım. Gözüme bir pikabı kestirdim. Defin merasimi
için yola çıkmakta iken, pikabın arkasına kardeşimle beraber yerleştik. Pikap
hareket etti. Biz cenaze konvoyunun ortasındayız. Konvoy, camiden çıkıp Niksar
Caddesine saptı ve cadde boyunca devam etti. Niksar Caddesi bitti, Ünye bitti
ama konvoy yoluna devam etti. Gidiyoruz. Nereye bilmem? Tanımadığım bir adamın
pikabındayım. Etrafa bakıyorum. Diğer araçlara. Kimseyi tanımıyorum. Bir anda
içine düştüğüm “tuhaf” durumun farkına vardım: Yanlış konvoya katılmışım. Benim
akrabamın cenazesi Ünye merkezdeki mezarlıkta defnedilecekti. Oysa ben, ölen
diğer kişinin cenaze konvoyuna katılmışım ve nereye gittiğim hususunda en ufak
bir bilgim yok. Kardeşimin kulağına “Ömer, yanlış cenazedeyiz, çaktırma” dedim.
Olan olmuştu. Yapacak bir şey yok. Hiç tanımadığım birini defnetmek için, Ünye’nin
dağ köylerinden birine, hiç bilmediğim bir yere gidiyordum. Etrafa bu kez başka
nazarla bakındım. Allahım bu nasıl bir güzellikti! Yemyeşil ormanlar. Adeta
görsel şölen! İnsanın burnunu sızlatan çimen, ot ve ağaç kokusu. Caddeden sağa
saptık. Yol iyice yol olmaktan çıkmaya başladı. Pikabın içinde sağa sola
savruluyoruz. Fakat ben, içinde bulunduğumuz tuhaf durumu çoktan kanıksamışım,
hatta “cenaze konvoyunda olduğumuz halde” durumun tadını çıkardığım bile
söylenebilir. Irmaklardan, köprülerden geçtik. Manzara beni benden aldı, sarhoş
etti. Sanki cenaze konvoyunda değil de, turistik gezideyim. Üstelik bedava.
Açık havada pikapla gezinti. Yarım saatten çok sürdü bu müthiş güzel yolculuk.
Hayatımda unutamayacağım müthiş bir tat aldım. Nihayet cenaze evine vardık.
Kadınlar ağlaşmaya başladı. Uzaktan sessizce olup biteni izledim. Mevtayı evin
bahçesine gömdüler. Güzel bir bahçeydi. Hemen altında bir dere akıyordu. Pırıl
pırıl bir dere. Dualar edildi. Allah mekanını cennet etsin rahmetlinin. Akşam
üzeri, kardeşimle beraber geri dönen araçlardan birine atladık ve Ünye’ye sağ-salim
ulaştık. Kardeşime bu yaşadıklarımızdan, yanlış cenazeye gittiğimizden kimseye
söz etmemesini tembih ettim, hatta yemin verdirdim. O sözünü tutmuştur. Benim
dilim gevşek.
Yarın yağmur az yağsa bari.
Hüseyin Cem ÇÖL
Pelitli – 28 Mart 2017
Pelitli – 28 Mart 2017