10 Aralık 2024 Salı

Kübik Şirin


Rüyamda Picasso'yu gördüm. Her zamanki gibi zayıf ve inceydi. Ancak yüzündeki derin, anlamlı, sancılı ifade hepten silinmiş, yerini sahte bir tebessümle cilalanmış politik bir duruşa bırakmıştı. Yaptığı portrelerin şeklini yüzüne giydirmişti, kübik bir şirin oluvermişti. Daha az şirin, daha çok kübik. Bir tuvalin karşısındaydı, resim yapmakla meşguldü ancak elinde fırça yoktu, mühür vardı. Zaten üzerine de lekeli bir ressam önlüğü değil, tek bir leke bile bulunmayan lacivert takım elbise giymişti. Ayakkabılar iskarpin. Kendiliğinden boyalı, yani boya gerekmez, parlaması için kadife bir bezle şöyle bir silmek kafi. Bir sanatçıdan çok Yozgat Sorgun Ak Parti Merkez İlçe Başkanı gibiydi. "Sayın" demek zorunda kaldım, oysa "naber lan kurug.t" demem gerekirdi, ne de olsa akran sayılırız. Yanına teklifsizce sokuldum, kendimi inkar edercesine zoraki gülümsedim. Ben "sayın" dedikçe, o şımardı, siyahtan başka renk tanımayan mührü daha sert tuvale vurdu. Tuval "bana mısın" dedi. Tuvali alıp Picasso'nun başına geçirmek istedim, serde korkaklık var, yapamadım. 

Yatay dikdörtgen biçimli tuvale baktım. Ortada çaprazlama uzayan ve giderek daralan gamsız bir ırmak. Sağ yanda karemsi bir ev. İki göz pencere, bir ağız kapı. Evin yanında bir elma ağacı. Armut da olabilir. Irmağın üzerinde ve tuvalin tam ortasında hilal kıvrımlı tahta bir köprü. Yukarıda sıra sıra dağlar. Sıra sıra dağların arasında sırıtan yavşak bir güneş. Güneşi çizerken model sorunu yaşamadığı kesin. Etrafında çok. "Ne bu şimdi?" dedim. "Müfredata uygun" dedi. "S.keyim müfredatını" diyecektim, sustum, malum, viran olası hanede evlad ü iyal var. 

Lafa hemen giremedim. Gayrısamimi ve zoraki bir girizgah yaptım. Ben de sanatçıyım, dedim, ben de resim yapayım, dedim, bana da bir tuval verin, dedim, mühür istemem fırça lütfen, dedim. Daha da diyecektim. Gençliğimde ve otuzlarımda hatta kırkın başlarında, kendimi uzun uzun anlatırdım ve bunu zevkle yapardım. Bir işe yaramadığını anladığımda, cümlelerim kısaldı ve yolculuklarına -hiç bitmeyen yolculuklarına- içimde devam etti. İşte yine diyeceklerimin dış mekandaki sesli macerası bitmiş, iç mekandaki sessiz macerası devam ediyordu ki; Picasso'nun içinden küçük bir Franco çıktı. Guernica'yı yapan Picasso, hayır ekmeksiz kalmaktan korktuğu için değil (korkmak insanidir, korkan ayıplanamaz, korkan değil korkutan ahlaksızdır-K.G.), içinde gizli kalmış mühür sevdasından ötürü Franco'laşmıştı. Mührü tuvale Müzeyyen Gürkaya edasıyla sertçe vurdu. Kocaman bir yazı tuvalde belirdi: REDDEDİLDİ.     

Picasso'yu rüyamda gördüm. Arz ederim. 


Hüseyin Cem ÇÖL

11 Aralık 2024 Salı - PELİTLİ 

30 Kasım 2024 Cumartesi

Öğrenci




 



İlkokulu ve ortaokulu saymazsak, pek başarılı bir öğrenci olamadım. Orta sonda sendeledim, lisede kalabalıklar arasında kayboldum. Lise bir ve ikide (Divriği'de) aleviler, lise üçte (Sivas'ta) haylazlar beni okuldan soğuttu. Okuldan koptukça, kendi içimde bir dünya inşa etme çabasına giriştim. (Bu çaba hiç bitmedi ve bitecek gibi de değil.) Üniversite ve sonrası, edebiyat-din-kitap-sanat sarmalında kendi yolumu bulmaya çalışırken, genç bir insan olmanın fiziki gereklilikleri altında sıkışarak hatta boğularak geçti. Neyse ki güç-bela elde ettiğim bir-iki diploma sayesinde, kimseye muhtaç olmadan hayat gailemi bu yaşıma gelene kadar sürdürebildim. Yarım asrı bulan ve ne uzayan, ne kısalan bir hayatın bana sunduğu tek övünç madalyası da işte bu oldu: Kimseye eyvallah etmeden, kimseye muhtaç olmadan evimi geçindirmek ve çocuklarımı büyütmek.     

Okumayı, kitapları hep sevdim, hatta çok sevdim ama okulu da, öğrenciliği de öğrencilik hayatım boyunca hiç sevmedim. Zaten bu hayatta ne öğrendiysem, okulda öğrenmedim. Okul, gidilmesi gereken zorunlu bir yerdi sadece, gidilmesi zorunluydu ve ben de sadece gittim. O yüzden lise öğrencisiyken devamsızlık hakkını sonuna kadar kullanırdım. Okuldan kaçardım fırsat buldukça. Peki nereye kaçardım? Divriği'de Mursal Barajına giderdim mesela. O ergen delikanlının, hayata karşı pek de cesur olmadığı halde, adeta başka bir ülkeyi hatta başka bir gezegeni andıran o ıssız tepelerde, tepelerin arasında gamsızca akan ırmağın kenarında korkmadan tek başına nasıl yürüdüğüne şimdi ne çok şaşıyorum. 

Peki ya Sivas'ın o meşhur kan donduran sabah ayazında okuldan kaçıp nereye giderdim? O vakitler, doksanların başı, tam olarak 91-92 yılı, Sivas İl-Halk Kütüphanesi Çifte Minare'nin az ötesinde, Hükümet Meydanının karşısındaki ağaçlıklı parkın arasındaydı. Ön cephesi Sirer Caddesine bakardı. Üç katlı binanın en üst katına çıkardım. Orası benim için malum, pek çokları için meçhul bir hazineydi. Edebiyat, sanat, mizah dergilerinin koleksiyonları hemen yanıbaşımızdaki raflardaydı. Görevli memureyi meşgul etmeden, dilediğin dergiyi teklifsizce alıp okuyabilirdin. Bu kadar kitap bolluğunun ortasında yaşayan kütüphanecilerin dünyanın en şanslı, en mutlu insanları olduğunu düşünürdüm ama ne tuhaf, biri hariç tüm memurların suratından memnuniyetsizlik akardı. Orada, o katta, tozlu rafların arasında elimin dokunduğu, sayfalarını karıştırdığım tüm o dergi ciltleri, inşa etmeye çabaladığım kendi biricik dünyamın temelleri oldular. Ben kitapları, devletin okullarında değil, bir babamın evdeki küçük ve mütevazı kütüphanesinde, bir de işte o Sivas İl-Halk Kütüphanesinin tozlu raflarında sevdim. 

Lise son sınıfta Divriği'den Sivas'a gelmiştim. Çocukluğumun geçtiği mahallede, Alibaba Mahallesinde, babaannemin ve dedemin yanında kalıyordum. Babam beni dersaneye de yazdırmıştı, üniversite sınavına daha iyi hazırlanmam için. Okula nasıl hafta içi zoraki gidiyorsam, dersaneye de hafta sonları zoraki giderdim. Benim çalışma programımın çok gerisinde, buyurgan, üstten bakan, soğuk, açıkçası bana katkısı olmayan bir yerdi dersane. Evet, iyi bir öğrenci değildim ama tembel biri de asla değildim. Neye ne kadar çalışmam gerektiğini kendim belirliyor, neyi ne kadar öğrendiğimin ölçümünü kendim yapıyordum. Babannemin hamur açtığı ayaklıklı bir tahta vardı. Çalışma masam oydu. Ev sobalıydı ve sadece TRT'yi çeken siyah-beyaz Philips marka bir televizyonumuz vardı. Elbette kumandasız. İnternetin, cep telefonunun, bilgisayarın olmadığı ve o yüzden zihnimizin berrak kaldığı o dingin zamanlar. Virajdan önceki son asude günler. İşte o kuzine sobalı, tek kanallı babaannemin evinde elimdeki ders kitaplarını, soru bankalarını, hazırlık dergilerini defalarca hatmederek üniversite sınavına hazırlanmıştım. O kadar çok çalışmıştım ki, elimdeki kaynakları defalarca bitirdiğim için, son bir ayı nerdeyse dinlenerek ve sınav gününü bekleyerek geçirdiğimi çok iyi hatırlıyorum. 

Peki ne olacaktım? Sözelciydim ve sözelden kazanılabilecek bütün okulları (hukuk, siyasal, edebiyat, tarih, iktisat, maliye vs.) zorlanmadan kazanabiliyordum. O süreçte kimseye tercih listeme neleri yazmam gerektiğini sormadım, kimse de beni yönlendirmedi. Ne okul, ne dersane, ne ailem bana telkinde bulunmadı. Öğüt verenim, yol gösterenim olmadı. Ben de o kadar bilinçli değildim aslında. İstediğim bir meslek vardı, hatta kendime çok uygun gördüğüm bir meslek vardı hayalimde: Kütüphanecilik. Fakat puanı o kadar düşüktü ki (412 idi) ve benim sınavdan aldığım puan o kadar yüksekti ki (512 idi). Ve ben, sırf aldığım puan boşa gitmesin diye, en tepeye Ankara Hukuk yazdım ve aradaki üç yıllık kesintiyi saymazsak 1992'dan 2010'a kadar sürecek Cebeci maceram işte böyle gönülsüzce başladı. Gönülsüz yapılan aş, benim hem karnımı, hem başımı yıllarca ağrıttı. 

Cebeci'yi sevdim ama üniversiteyi de, hukuku da sevmedim. Hadi kamu hukuku neyse de -anayasa, genel kamu, hatta hukuk felsefesi fena değildi-, özel hukuk haddinden fazla hayata dönüktü ve hiç bana göre değildi. Sevdiğim birkaç hoca vardı, mesela Medenici Bilge hoca, tanıdığım en sevecen, en anaç kadındı. Ders nasıl sevgiyle anlatılırsa işte öyle anlatırdı. Böyle birkaç isim daha sayabilirim ama okulu sevmem için yeterli değillerdi. Derslere ara sıra gelirdim, ancak hiçbirini tam anlamıyla dinleyemezdim, çok çabuk kopardım hocanın dünyasından, yanımda getirdiğim kitabımı -muhakkak yanımda hukuk-dışı bir kitap olurdu- gizli gizli okuyarak dersin bitmesini beklerdim. 

Üniversite -çok şükür- uzamadan bitti, avukatlık stajı falan derken, evlendim, baba oldum ve üç yıl sonra kendimi yeniden kürkçü dükkanında, Cebeci'de buldum. Onbir yıl sürecek ve nasıl başladıysa öyle bitecek asistanlık yani öğrencilik günlerimde, okulla aramdaki mesafe azalacağına daha da arttı. Okul, hep kaçmak istediğim ama nedense hiç kopamadığım bir yer olarak hayatımda tuhaf bir yer işgal etti. Kütüphaneler, Kızılay'daki kitapçılar, Olgunlar Sokak, sahaflar, ikinci el kitap satan dükkanlar, pazar yerleri en çok uğradığım mekanlardı. Kitaba olan düşkünlüğüm ve okula olan isteksizliğim arasındaki tenakuz, bir bakıma hayatımın gülünç ve acıklı özetidir.  

2010 yılında Trabzon'a geldiğimde, hiç hazır olmadığım halde, omuzlarıma birkaç dersin sorumluluğu yüklendi. Ve çok tuhaf, beni şaşırtan bir şey oldu, okulu sevmeyen, öğrenciliği sevmeyen, hukuku sevmeyen ben, bir anda ders anlatmayı, ders anlatmak için saatlerce hukuk kitabı okumayı seven biri oldum. Yeryüzünün en mahçup insanlarından biri olmama rağmen, ders anlatmak için, öğrencilerin karşısına çıkmak için hep istekli, atılgan davrandım. Bana lisansta pek karmaşık gelen özel hukuk dersleri, bu kez öğrenmekten, okumaktan, anlatmaktan bıkmadığım dersler oldular. Özetle ders anlatmayı çok sevdim, dahası iyi ders anlatmak için çok çaba gösterdim. Sorumlusu olduğum her derste, kitaplardan, pratik çalışmalardan yararlanarak, öğrenciye yönelik ders notları hazırladım. Hayatımda iyi bir öğrenci olamadım ama iyi bir ders sorumlusu olmak için elimden gelenin fazlasını yaptım. Hep gayret içinde oldum. Öğrencilerden aldığım geri-dönüşler genellikle olumluydu ama hepsi nazik çocuklar, ayıp olmasın diye olumsuz eleştirilerini benden saklamış da olabilirler.

Her öğretmen derse kendi yorumunu, üslubunu, kendi tarzını katar. Ben de, deneme-yanılma yoluyla kendi tarzımı buldum. Konuyu basitleştirmek, somut, akılda kalıcı ve canlı örnekler vermek, tahtaya yazarak konuyu özetlemek, öğrencilere soru sorarak derse katılmalarını sağlamak, basit ve anlaşılır ders notları hazırlamak, pratik çalışmalarla anlatılan konunun öğrenilmesini pekiştirmek vs. Tam 14 yılım işte bu ders denilen uğraşı nasıl daha verimli kılabilirim kaygısıyla geçti. Tüm bu çabaların sonunda kime ne öğrettim, öğretebildim mi bilmiyorum. Ben sadece iyi anlatma gayreti içinde oldum. Geriye baktığımda en azından vicdanen rahatım. Bu da bana yeter. 

Öğretmenlik tamam. En azından benim açımdan tamam. Bu yaştan sonra kimseye kendimi zorla beğendirecek halim yok. Emeklilik hakkını da elde ettim. Rızam hilafına da olsa, ana derslerin yükü de üzerimden alındı, geriye bana ufak tefek dersler kaldı. Bir şeyleri ispatlamak için değil, sadece keyif almak için ders anlatıyorum artık.

Öğretmenlik tamam, benim yapabildiğim bu. Zaten ders taleplerimi yönetim dikkate almıyor ve benden fazlası da istenmiyor. Ahir ömrümde nihayet okula bir yanıyla tutundum, öğretmenliği gerçekten sevdim ve bihakkın yaptım. Fakat bir eksiğim var: Öğrencilik. Bu eksiğimi giderebilir miyim? Öğrenci olabilir miyim? Hocaların dar kalıplara sıkıştırdığı bilgileri gevelemeye, istediğimi değil bana sunulanı ezberlemeye ve sınav denilen ahlaksızca muameleye katlanmaya artık hazır mıyım? Tüm bu ders-sınav-ders-sınav-ders-sınav döngüsü bitip diploma almayı başardığımda, öğretmenlikten sonra öğrencilik engelini aşıp, ergenliğimde küstüğüm okulla hayatımın sonbaharında barışabilir miyim? 

Bu sorularımın yanıtını bulmak için, üç ay kadar önce Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Tarih bölümüne kayıt yaptım. Tarih, hayatımın her döneminde ilgimi çeken bir alan olmuştur. Dersler daha başlamadan, bir heves, ders kitaplarını satın almış, hatta "Helen ve Roma Tarihi" dersinin kitabını baştan sona okumuştum. Tarihe ilgi duyan meraklı bir okuyucu olarak tarih kitabı okumak gerçekten keyif verici ve dinlendirici. Fakat bir öğrenci gözüyle bakınca sınav baskısı kendini sayfa aralarında belli ediyor. Ve sınav baskısı, öğrenmenin keyfini de kaçırıyor, hatta öğrenmeyi de engelliyor.  

Online derslerin epeyine katıldım. Hocaların yarısı öğrencinin varlığını hesaba katmadan "dersleri okuyup" zamanlarını doldurdular, kalan yarısı ise öğrencilerin sorularını dikkate alarak ders yaptılar. Haftaya vize sınavlarım var ve biri dışında, sınavlara hazır değilim.

Dün, sınav yerimi öğrenmek için ilgili sayfaya baktım ve beni çok şaşırtan bir sonuçla karşılaştım. 14 yıldır ders anlattığım sınıflarda, odamın da bulunduğu 3. kattaki HUK-303, HUK-304 sınıflarında sınava gireceğim. 

Öğretmen olarak okulla barıştım, öğrenci olarak da okulla barışmam için bundan daha iyi bir işaret olabilir mi?  

***

Epeydir bloga kendime dair bişeyler yazmıyordum. Bu yazı iyi oldu. Yazmayı gerçekten özlemişim.


Hüseyin Cem ÇÖL
30 Kasım 2024 Cumartesi - Pelitli  

19 Kasım 2022 Cumartesi

Fathers and Daughters (2015)

 

Tek gecelik ilişkiler yaşamayı alışkanlık edinmiş bir kadın.

Din adamları, dindarlar, cübbeliler, kardinaller, hahamlar, şenocaklar, sifiller yani sırtını Tanrıya dayayanlar, Tanrı adına ve hesabına karar verenler, bu kadını taşlarlar. Üstten bakarlar, anlamazlar, anlamaya çalışmazlar, sadece hüküm verirler. Toplumu korumak adına bireyi yok ederler.

Peki ya tanrı? Tanrı bir temyiz mahkemesi ise din adamlarının hükmünü onar mı, yoksa bozar mı? Önce annesini öldürdün, peşinden ona sahip çıkmaya çalışan babasını da elinden aldın. Tüm sevdikleri yok oldu, sen yok ettin. Onu birine bağlanmaktan korkar hale getirdin. Bağlansa birine onu kaybetme ihtimali, yani onu da elinden alma ihtimalin vardı. O yüzden sevgi ihtiyacını tek gecelik ilişkilerde aradı. Bir yandan da sosyal hizmetlerde çalıştı, annesiz-babasız büyüyen çocuklara yardım etti. Senin açtığın yaraları tedavi etmek için çabaladı.

Yarayı açan sendin ey tanrı, taşlanan o kadın oldu.

Hüseyin Cem ÇÖL

Pelitli – 19 Kasım 2022 Cumartesi


29 Kasım 2021 Pazartesi

...

 

Öğrenci arkadaşlarla Orman Fakültesi Kantini önünde çay eşliğinde, çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Düzenleyen, katılan, soru soran, dinleyen, konuşan tüm arkadaşlara içtenlikle teşekkür ederim.


30 Ekim 2021 Cumartesi

Cumartesi Dersi

 

"Araklı'dan Trabzon'a gelirken ya tünele girersin ya da Kalecik'ten geçersin. Reenkarnasyona inanmadığım için, ben hep Kalecik'ten geçerim."


Hüseyin Cem

2 Temmuz 2021 Cuma



“Büyüklerle ben yapamıyorum

çocuklar da almıyor beni oyunlarına

devlet dairesinde

yangından kurtarılmayacak

sıkışmış bir çekmece gibiyim

açılamıyorum sana”

Sunay AKIN – Çekmece

31 Mayıs 2019 Cuma

Unutulan Bir



“Kış Uykusu” : Beni Bir Uşağın Gibi, Bir Kölen Gibi Yanına Al…

Hadi, biz de Anton Çehov’un hikayelerinden esinlenelim. Kısır hayatları içinde çıkış yolu bulamayan Çehov kahramanlarına dönüşelim. Hava kapalı olsun. Kapalı havalarda odamızın kapısını kilitleyip, kapalı bir filmin içine kendimizi kapatalım. Kendimizi unutalım. Bir kış uykusuna dalalım. Kötülüklere karşı koymama yolu, sadece Necla’nın değil, bizim de yolumuz olsun. Hatta bu pısırıklığımıza daha cafcaflı laflar da bulalım: Pasif direniş ya da ne bileyim sivil itaatsizlik diyelim, zavallılığımız daha çok prim yapsın.

Hem ne çok “laf” var değil mi? Bir anlam ifade etmeyen. Vicdan gibi, dürüstlük gibi, adalet gibi, hak gibi. Zaten çok iyi biliyoruz, “O” da yok. Korktuğumuz için O’nu var ettik, O’ndan korktuğumuz için, O’na “yok” diyemiyoruz. Burada es verip kahkahayı koyverelim. Nasıl bir korkuysa içimize sinen, hepten silmenin imkanı yok. “O ne var, ne de yok, bilemeyiz ki” diyenler de, “var ama ne yaptığının kendi bile farkında değil, hem bizi kendi halimize bıraktı” diyenler de korkak. Burada koyverdiğimiz kahkahayı tortop edip kıyma makinesinden geçirelim ki, ortada delil kalmasın. Gülünecek an değil, ciddi olalım.

*

Tek hakikat, diz kapaklarıdır.

Hüseyin Cem ÇÖL
5 Mart 2015 - Pelitli 

17 Mayıs 2019 Cuma

Atarlı Rahel



Rahel, yargı dağıtıyor.

Rahel, Tanrıya kafa tutuyor.

Rahel, Tanrıyı hizaya sokuyor.

Rahel, ne bu çocukluk diyor Tanrıya, sen Tanrısın kendine gel. Bırak bu ergen erkek tavırlarını. Büyü artık. Sen de her varlık gibi evril. Yetti senin çocuklukların!

Rahel, yakışır mı sana diyor, sonra ekliyor: Hem, nasıl yakışmaz. Yaşar Usta çık aradan.  

Rahel, Tanrıya sarı kart gösteriyor. Kırık vazonun yanında boynu bükük bekleşen Tanrı suskun.

Rahel, Tanrıya ayar çekiyor. Elmanın koordinatlarını ver, sonra “sakın yeme” de. Kolaysa sen yeme yiğidim.

Rahel, Tanrıyı, Tanrının silahıyla vuruyor. Hani, hep koruyacaktın bizi? Hani, seviyordun bizi? Seven, sevdiğini öldürür mü? (“Hiç öldürmez olur mu Rahel’cim?” Konuşan Oscar Wilde.)

Rahel, bir kadın. Ben de çok kıskandım ama sevgim kıskançlığıma üstün geldi. Sen bir Tanrısın, benim kadar bile olamayacaksan, ortalıkta Tanrıyım diye dolaşma, diyor. İnsan kadar merhametli olmayacaksa bir Tanrı, bi zahmet Tanrıyım diye caka satmasın.

Rahel, bir ana. Tanrıya, Tanrı gibi davran, kendine yakışanı yap, diyor. Yapamıyorsan gözüme görünme, senin Tanrılığını kabul etmiyorum, diyor. Rahel, seni ben var ettim, benim çocuklarıma dokunursan, var ettiğim gibi yok da ederim diyor. Rahel, bir ana, çocukları var. Tanrı, anasız bir çocuk. Seni kim şımarttı böyle? Her aklına eseni yapamazsın. 

Rahel, Tanrının kulağını çekiyor.

Rahel, Tanrıyı şamarlıyor.

Rahel, son çare, uçak moduna giren Tanrıyı ayağının altına alıyor.

Yarattıklarını oyuncak sanan Tanrı, oyuncaklar, oyun kurallarını hiçe sayınca kızıyor, öfkeleniyor. Oysa kuralı en çok çiğneyen, kural kitabının tahrif edilmesine müsaade eden kendisi. Öfkelendi ama beklemediği yerden tokadı yedi. Bir kadın karşısında ezildi. Bir kadın tarafından ezilmek, aşağılanmak hoşuna gidiyor olabilir mi? Madalyonun görünen yüzündeki maço erkek kayboldu, diğer yüzündeki edilgen erkek gün yüzüne çıktı.

*

O gün, orada, Rahel, Tanrıya öldürücü darbeyi vurdu.

Yıllar sonra Niçe selasını okudu.

Hüseyin Cem ÇÖL
17 Mayıs 2019 – Cuma / AKÇAABAT

22 Mart 2019 Cuma

öyle işte.



rize kalesi çay bahçesinde üç kişiyiz. dedim ki bir teklifim var. her birimiz beş dakika konuşalım. ötekiler konuşmayı kesmesin. tepki de vermesinler. sadece dinlesinler. konuşan dilediği gibi dilediği konuda konuşsun. bir onay, alkış, tebrik ya da eleştiri beklemeden konuşsun.

ilk konuşan ben oldum. konuşurken çocuk oldum. hatırladığım ilk anımı anlattım. dört yaşındayım. halamların evinin bahçesinden sokağa bakıyorum. kendimi ensemden görüyorum. o sokağa bakan çocuğu hem dışardan izledim, hem de onun yanında onunla beraber ben de sokağa baktım.

Çok çıplak, çok saf, çok naif, çok sade ve çok gerçek bir duygu yaşadım o an. hücrelerim yenilendi, arındım. 44 yaşımın içinden 4 yaşındaki çocuk çıktı, bana sahip oldu. benim tüm kirimi temizledi. tuhaf bir başkalaşımın içindeyim ve buna tanık olan iki dinleyicim var.

oradan aldım yürüdüm, biraz daha büyüdüm. olay anlatmıyorum, an anlatıyorum. içimde biriken an'lar. ilginç, eğlendirici, çarpıcı yanı olmayan fotoğrafları içimin karanlık odasından çekip çıkarıyorum. iki dinleyenim neye tanık olduklarının farkında değiller. belki biraz şaşkınlar.

belki de alışkınlar bu tuhaflığıma. tepkisizler. onların tepkisizliği benim dilimi daha da çözdü. anlattıkça anlattım. yoruluna kadar anlattım. çocukluk, ilk gençlik, gençlik... birbiriyle kopuk gibi gözüken anlık hatırlamalar çeşnisi. bütünlenince ortaya çıkan ruhumun tuhaflığı.

bıraksalar sabaha kadar orada, rize kalesinde anlatmaya devam eder miydim? ruhumu ortalığa döker miydim? vakit çok geçti, kalkmak zorunda kaldık. gecenin ikisinde bir çorbacıda çorba içtik. eve geldik. bir çay daha. uykum geldi. keşke sabah kadar da beşirli'de adımlasaydık.

6.7.2018'in bende bıraktığı: İnsanın sakınmadan ruhunu soyunacağı dostlarına ihtiyacı var. herkes gizli tanrı rolünü oynadığı bir hayatta, ne yargılayan, ne onaylayan, sadece öz varlığımızı ortaya çıkarmamıza katkıda bulunan gerçek dostlara.

öyle işte.

Hüseyin Cem ÇÖL
22.3.2019 - Pelitli