Kimden duymuştum yoksa ben mi uydurdum hatırlamıyorum. Bir
yemeğin, diye başlıyordu söz, tuzlu mu tuzsuz mu olduğunu anlamak için,
tamamını yemek gerekmez; birkaç kaşık almak kâfi gelir.
İşlerimden fırsat buldukça, Perihan Mağden’in bu ayın
başında çıkan son romanı “Yıldız Yaralanması”nı okumaktayım. Roman 313 sayfa ve
henüz 82. sayfadayım. Romanı on gün önce satın aldım, hergün azar azar okuyorum
ama hâla yarılamış bile değilim. Üstelik ders bahanem de yok, çünkü vize
haftasındayız. Aslında ben, sevdiğim yazarların romanlarını haydi bir demeyeyim
de, en çok üç oturuşta bitirmeyi seven biriyim. Böyle kitabın elimde uzun zaman
kalmasından pek hoşlanmam. Çünkü, okumayı uzun vadeye yaymak, aktarılan
hikayenin okuru sarma gücünü kırıyor. Ben bir anda romanın içine girmeliyim ve sayfalar
arasında ilerledikçe, kendi dünyamdan mutlak anlamda uzaklaşıp sadece romanın bana
sunduğu dünyanın içinde kaybolmalıyım. Araya uzun mesafeler koymak ya da
romanın içinde ilerleme sürecini kısa tutmak, yani azar azar okumak, benim
okuma alışkanlığıma ters.
Perihan Mağden’i severim. Rahatlıkla çok sevdiğim yazarların
başında geldiğini söyleyebilirim. Tüm romanlarını okumuşum vaktinde. Denemelerini
de öyle. Dilini, derdini, tarzını biliyorum. Yabancısı değilim üslubunun. Ama
bu romanda, bu son romanda bir tatsızlık var. Bir yavanlık. Roman akmıyor.
Roman akmadığı için, kendini sayfaların akıntısına bırakmak isteyen okur da
akamıyor. Elime her alışımda en çok on sayfa okuyup bırakmamın başkaca bir
izahı yok. Var bir sorun.
Peki sorun ne? Bu romanın sorunu ne?
Aslında tipik bir Perihan Mağden romanı bu da. Yine bir
Kadınlar Cehennemi’ndeyiz. Bütün başrolleri arızalı kadınlar kapmışlar. Hepsi
öyle. İstisnasız.
Şimdi bir ipucu yakaladım sanırım. Sorun, Perihan Mağden’in
yine aynı mesele etrafında dön dolaş kalem çevirmesi. İlk kez Mağden
okuyacaklar için belki sorun yok, ama benim gibi kitaplığında okunmuş bir
düzine Mağden kitabı bulunan bir okur için artık bu konu bayatladı sanki. Evet,
çok iyi anladık: KADINLARIMIZ ARIZALI. Çünkü, annelerimiz arızalı. Tamam, bu arızanın
bir sebebi de erkekler. Mağden, hepi topu işte bu tema etrafında yazdı
romanlarını. “Refakatçi” aynı, “Biz Kimden Kaçıyorduk Anne?” aynı, “İki Genç
Kızın Romanı” haydi haydi aynı. Hepsinde sorunlu kız çocukları ve onların
sorunlu anneleri, hatta annaneleri. Şimdiye dek bu denli kuvvetli
hissetmemiştim bu gerçeği. Hatta mükemmeliyetçilğe reddiye denilebilecek o
muhteşem “Haberci Çocuk Cinayetleri” romanı bile bu temanın mihenk noktası. En
hasta anneler: Mükemmeliyetçi anneler. “Ali ile Ramazan”ı bile bu çerçevede
tahlil etmek mümkün: Arızalı anneler elinde hayata, insana, dünyaya dair sağlıklı
bir bakış açısı edinemeden büyüyen hoşgörüsüz ve empati yoksunu bir toplum. Erkeklik
algısını yanlış bir temele oturtan sorunlu anneler.
Perihan Mağden’in hep aynı tema etrafında romanlarını kotarması
nasıl izah edilebilir? İnsan, ancak kabındakini boşaltır. Mağden’in özel hayatı
hakkında hiç bilgim yok. Yazdıklarımın serbest çağrışımı ile bu soruya şöyle
cevap verebilirim: Perihan Mağden hep arızalı anneleri ve onların sorunlu kız
çocuklarını aktardı romanlarında. Demek ki, O da, sorunlu bir çocukluk yaşadı.
Ve sorunları o kadar devasa idi ki, altıncı romanında bile hala travmasını
anlatmayı devam ettiriyor. Sanki yaşadıkça ve yazdıkça, çocukluk travması
kaleminden dökülmeye devam edecek.
Her yazar, ilk yapıtlarında kendi hayatını anlatmıştır. İstisnasız
böyledir. Dostoyevski’den Tolstoy’a dek hepsi böyle. Yazar, önce kendini
anlatmakla başlar işe. Sonra bu kalıbı kırar bazıları. Kendinden başlar ama hep
kendini anlatmaz. Kaleminin ucu açıldıkça, başka insanları da aktarır. Asıl
hüner, kişinin kendisini değil, başkasını anlatabilmesidir zaten. Büyük
yazarlar, kendisini bitirdikten sonra başkalarını anlatmayı başaranlardır. Çünkü
has edebiyat, empati üzerine inşa edilir. Yani başkasını anlamaktır ve
başkasını anlatabilmektir mühim olan.
Perihan Mağden’i severim demiştim, ilave edeyim, hem de çok
severim. Kalemindeki delişmenlik, sözünü sakınmazlık, samimilik beni bir okur
olarak hep cezbetmiştir. Belki de, romanlarında hayat verdiği kadınlardaki
arızalıklar, gel-gitler; kaleminin ve dolayısıyla kendisinin de karakteri.
Belki ben de, Perihan Mağden’i seviyorum derken, onun bu arızalığını seviyorumdur.
Fakat, o’nun ilk romanından, son romanına kadar aslında hep kendi çocukluk
travmasını anlatması, yazarlığının zaafiyetini göstermez mi? Belki öyle. Anlaşılan o ki, Perihan Mağden,
yazarlık hayatı boyunca, kendisini anlatmayı sürdürecek, çünkü ne kadar
anlatırsa anlatsın kendisini bitiremeyecek, bu yüzden onun kaleminden kendisi
dışındaki dünyayı okuyamayacağız.
Yeniden 82. sayfaya, “Yıldız Yaralanması” romanına dönelim.
Romanın sonunda ne olacak diye düşünmeyi pek sevmesem de, düşünmeden edemiyorum
doğrusu. Okuduğum son Mağden romanı “Refakatçi”’nin finali, adeta “Louise ve
Thelma” filminin finali gibiydi. Soğuk bir Sarıkamış akşamında, odamda o son
sayfaları okuduktan sonra, bir süre afalladığımı, bir an tek başıma kalmaktan
korkarak bir arkadaş bulmak ve bir çift kelam etmek ümidiyle hemen giyinip
Orduevi’ne gittiğimi çok iyi hatırlıyorum. O nasıl bir sondu öyle! Roman iyi
kötü akarken, sanki arabayı uçuruma süren o iki kadın gibi birden bir kesiklik,
boşalış. Ani bir fren.
Peki bu romanın sonunda ne olacak? Her şey olabilir.
1. Sun, Yıldız’ı öldürebilir.
2. Yıldız, Sun’u öldürebilir.
3. Sun ve Yıldız, birlik olup Hikmet Hanım’ı
öldürebilirler.
4. Hikmet Hanım, Sun ve Yıldız’ı öldürebilir.
5. Sun ve Yıldız, hatta Güneş, hep birlikte Sitare’yi
öldürebilirler.
6. Sitare Güneş’i, Hikmet Hanım Yıldız’ı öldürür,
Sun da intihar edebilir.
7. Ha bir de, Oğuz Atay’ın Unutulan öyküsündeki
çatıdaki adamı anımsatan o samanlıkta annemiz de var. Daha doğrusu var mı yok
mu henüz anlamış değilim. Kafka’nın Petersburg’daki bir arkadaşı olup
olmadığını da, öyküyü kaç kez okumama rağmen anlamadım. Romanın sonunda,
samanlıktaki anne, samanlığı ve Yıldız’ın tüm evini yakabilir, böylece herkes
ölür.
8. Annenin saklandığı samanlık aslında Yıldız’ın
bilinçaltını simgeliyorsa, bu kez Yıldız’ın intihar edeceğine eminim. Her şey
ve herkes Yıldız’ın etrafında şekillendiğine göre, Yıldız herkese şekil
verdiğine göre, zaten kalanların önemi de yok. Yıldız yoksa hayat yok.
Bu romana KADINLAR CEHENNEMİ derken hiç de haksız değilim
sanırım.
Ve bizler, kadın olalım, erkek olalım, bizim olan bu cennet bu
cehennemin tam ortasındayız. KAÇIŞ YOK.
Hüseyin Cem ÇÖL
21 Kasım 2012 – Pelitli