19 Nisan 2013 Cuma

Bu Bap, Edebe Mugayyir Hâl ve Hareketi İhbar Alınan Ze(rze)vat-ı Muhterem’in İkazı Beyanındadır


“Zor ders yoktur, kopya çekilemeyen sınav vardır”
Bir Tibet Atasözü  

Öğrencilik hayatımda iki kez kopya çektim, ikisinde de yakalandım. Ceza hukuku diliyle ifade etmek gerekirse, kopya çekme girişimlerim eksik teşebbüsle noktalandı.
Aradan yıllar geçmiş fakat ikisini de çok net hatırlıyorum. İlkinde, ilkokul ikinci sınıftaydım. Yani, kopyacılığa hayli erken başlamışım, zatıma hürmeti eksik etmeyin, kulağı kesiklerden sayılırım bir yerde. Öğretmenimin adı Ayşe Yılmaz mıydı? Meselenin bu kısmı flu. Bir kadındı , burası kesin de, ismi evet Ayşe Yılmaz’dı galiba. Sivas’ta Vali Muammer İlkokulu. Şimdi, farkına vardım. Okulun adı Vali Muammer’di, popçu Tarkan der gibi valinin soyadı yoktu okulun künyesinde. Neden acaba? Vali Muammer kimdi, bize anlattılar mıydı o yıllarda? Sanmam. Anlattılarsa bile aradan kaç yıl geçmiş, hatırlamam mümkün değil. İlkokul mezuniyetim 86 yılı. Seksenlerin ortası.
Kopyayı anlatıyordum değil mi? Hayat Bilgisi dersinin sınavıydı. O zamanlar sınavlarda test yapılmazdı, test yöntemi ya bilinmiyordu ya da klasik sınava nazaran hazırlanması zahmetli olduğundan tercih edilmiyordu. Ben ilkokul hayatımda test yöntemiyle sınav olduğumu hatırlamam. Sınavın adı “yazılı” idi. Birkaç soru sorulur, ki onlar da sınav sırasında öğrenciye yazdırılırdı, akabinde bunların cevabı istenirdi. Öğretmenimiz ne sormuştu, şimdi bile hatırlıyorum. Soru şuydu : “Hava durumu nedir?”  Öğretmenin arka sıralarda gezindiği bir anı kollamış ve çıkarıp kitabı bakmıştım. Enselendim tabi. Oysa çok çalışkan bir talebeydim. Hatta sınıfın en çalışkanı. Öğretmen, kopya çekmemi bana hiç yakıştıramadı, affetmedi de. Sıfır aldım o yazılıdan.
İlk kopya çekme girişimimin başarızlıkla sonuçlanması, tüm özgüvenimi sildi süpürdü, korkumdan uzun yıllar yeni girişimlerde bulunmadım. Ta ki lise üçe kadar. Bu kez sınav Tarih’ten. Yine bir “yazılı”. Dersin hocası, üst dudağını bıyığının örttüğü ilginç bir insandı. Birikimli ve dürüst bir kişiliği vardı, fakat nedense öğrenciyle sağlıklı bir irtiibat kurmazdı, kuramazdı. Yabancı gibiydi, hatta “yaban” demeli belki. Kitabı masaya koyar, ayağa kalkar, pek az kitaba bakarak bütün bir dersi ayakta masanın yanında, pek fazla yer değiştirmeden anlatırdı. Ben bu hocayı gizli gizli severdim fakat hoca kimseyi sevmezdi. Hocayı sevmemin iki sebebi vardı. Birincisi, “tarih” delisiydim. İkincisi ise, bu adamda bir masumluk ve sanki hakkı yenmişlik duygusu hakimdi. Acıyor muydum yoksa O’na? Belki.
Dedim ya, tarih delisiydim. Hatta sınıfta tarihi en iyi olan bendim. Sebebi şu : O sene -91- babam beni üniversite sınavlarına daha iyi hazırlanmam için Divriği’den Sivas’a babaannemlerin yanına göndermişti ve Sivas Lisesi’ne kayıt yaptırmıştı. Benim tercihim sosyal dersler olduğu için, haliyle “Edebiyat” sınıfına kaydolmam akıllıcaydı. Fakat, babamın çok yakın arkadaşı olan bir memur vardı lisede, ki benim velim olmayı da kabul etmişti, “aman” dedi “edebiyat sınıfına vermeyelim,  orası çok haylaz olur, yoldan çıkar, ders falan çalışmaz, en iyisi matematik sınıfına verelim”. Ve ben sosyal tercih yapacak olmama rağmen son sene Matematik sınıfında okudum. Tarih dersini de, hem çok sevdiğim için, hem de sınavda işime yarayacağı için daha bir hevesle dinliyordum. Ve ben bu dersin sınavında kopya çektim. Hoca 10 soru sormuştu, 9’unun cevabını çok iyi biliyorum, 1’ini ise bilmiyorum. Yine kitabı açıp dizime yaydım. Velhasılı, aynı yöntem, aynı sonuç: Enselendim.  
Bunları niye yazıyorum? Çünkü, uykum kaçtı, yatakta uyuyacağım diye dört dönmek beni deli ediyor. Yazmak, uykusuzluğa çare değil elbette. Hatta yazdıkça uykum iyice kaçıyor. Yarın dört dersim var fakültede, sabah ondan gece dokuza kadar. Şimdi uykum yok ama gündüz vakti uykusuzluk beni deli edecek. Bunu da çok iyi biliyorum, yine de yazmaya devam ediyorum, yolda muz kabuğu gören Temel gibi.  
Neyse canlar…
Her yazının bir anafikri vardır diye belletildi okul sıralarında. Bu yazının ana fikri şudur: Hocanın yaptığını yapmayın, dediğini yapın, velhasıl ben ettim, siz etmeyin sakın ola KOPYA ÇEKMEYİN. Ord.Prof.Dr.Haki Hakkı Haksever’in, Batı üniversitelerinde bile yıllarca ders kitabı okutulan meşhur “Adam Olmaya Giriş” kitabının arka kapağında yazdığı gibi “KOPYA ÇEKEN ÖĞRENCİ, HEM HIRSIZ, HEM AHLAKSIZ, HEM DE EŞEKTİR”. Hoca kibarlık yapmış. Kopya çeken öğrenciye “eşek” denmez, en şeddelisinden “eşşek” denir.
Duydum ki, şu son vize sınavlarında insanlıktan sıkılıp eşşekliğe meyleden birtakım ze(rze)vat- ı muhterem bulunmaktaymış. Beyler, darılmaca yok, kitabın ortasından konuşalım, YAPTIĞINIZ DÜPEDÜZ EŞŞEKLİKTİR.
Bunca lafa rağmen, yüzlerindeki ıslaklığı rahmet zannedip yarabbi şükür diyecek olanlara duam şudur: Finallerde yine aynı haltı yerseniz, Allah’tan dilerim ki, dudağınız uçuklasın, kaşlarınızın tam orasında irice bir sivilce peydahlasın, sırtınızın elinizin değmeyeceği en ücra noktası kaşınsın da kaşınsın ve dahi sizin yerinize kaşıyacak bir Allahın kulu etrafınızda olmasın. Amin.
Çıkmadan iki itirafım olacak : Evvela, epigrafa aldığım atasözünü Tibetlilerin falan söylediği yok, adamların günahını almayalım boş yere. “Az votka vardır”dan mülhem, ben uydurdum. Zihnimde oynaşan en yakın millet son günlerde Tibetliler olduğundan sözü onlara yamadım. Neden Tibetliler? Sebebi malum. J
Saniyen, Ord.Prof.Dr. Haki Hakkı Haksever, sadece sınav kağıtlarında yaşayan hayali bir karakterdir. Yok böyle bir adam. Haliyle “Adam Olmaya Giriş” diye bir kitap da yok, google amcayı rahatsız etmeyin.
Kabul edin, ikisini de yuttunuz.
Hüseyin Cem ÇÖL
19 Nisan 2013 – Pelitli

18 Nisan 2013 Perşembe

"... ya ben?"


Yazmak, mutluluğu hayatın içinde bulamayıp da satır aralarında arayan insanoğlunun yüzyıllardır bıkmadan oynadığı bir oyun. Yazmak, mutsuzların teselligâhı. Yazmak, yaşama herkesten farklı bir anlam katmak isteyenlerin ve yaşamayı beceremeyenlerin sığınağı. Yazmak, insanoğlunun son bir umut diye sarıldığı yagâne teskin edici ilaç. Yazmak, bir çıkmaz sokak. Hülasa, ne kadar çok yazı, o kadar çok mutsuzluk ve o kadar mutluluk arayışı demek.
Bu yazı, işte bu yüzden çok kısa.
Sayenizde.
Hüseyin Cem ÇÖL
18 Nisan 2013 – Pelitli  

15 Nisan 2013 Pazartesi

Tibet Öküzü


400 öğrenci arasında 1 öğrenci, “istinabe ne demektir?” sorusunun cevabı olarak “Tibet Öküzü” seçeneğini işaretlemiş. Acaba neden?
a)      Kaydırma yapmıştır diyeceğim ama bu kadar da kaydırma olamaz ki? Doğru cevap a şıkkı, tibet öküzü ise e şıkkı. Ya kaymayı çok seviyor, ya da öyle bir kaydı ki tutamadı kendini anlaşılan.
b)      Kasten, bilerek ve isteyerek yapmış da olabilir. Fazla nota ihtiyaç duymayan kanaatkar bir karaktere sahiptir. Olamaz mı? Olabilir. Yanlış seçeneği işaretlediği için 6 not eksik alacak ama ne gam? Maksat, hocaya “ha bu sorunun esbab-ı mucibesi nedir, neyin peşindesin hacı?” mesajını vermek, velhasıl hocanın dikkatini çekmek. Amaç, hasıl oldu. Mission completed.
c)      Bir zamanlar “Öküz” isimli mizah dergisi, Attila İlhan’ın sevgilisi için yazdığı meşhur “Pia” şiirinin açılımının Pakistan Hava Yolları’nın kısaltması olduğunu yazmıştı da, rahmetli hayattayken, “hiç bu kadar öküzce bir yorum okumamıştım” demiş idi. Ben bu işte bir öküzlük olduğunu sanmam. C şıkkı yanlış.
d)     Septik bir yaklaşım da pekala mümkün. Bu sorunun altında bir çapanoğlu var, bu kadar kör gözüne parmağım soru olmaz, doğru cevap muhakkak en aykırı seçenek olmalı, o halde en münasibi öküz olmalı diye düşünmüş olamaz mı? Olabilir. Aynı anda başka insanlara seni seviyorum da demiş olabiliriz. Yollarımızın hiç kesişmemiş olması ihtimal dışı.   
e)      Hata yapmıştır. Herkes hata yapar. Zaten 400 kişi içinde sadece 1 kişi. Bazen insanın iradesi tutulur, eşref saati derler eskiler, hiç olmayacak bir işi yapar, kendisi bile inanamaz o işi neden ve nasıl yaptığına. Olur böyle şeyler.

400 öğrenci arasında 1 öğrenci de “istinabe ne demektir?” sorusunun cevabı olarak “topun son oynandığı anda, rakip kale çizgisine toptan daha yakın duran futbolcunun durumu” seçeneğini işaretlemiş. Ben yoruldum “acaba neden?” diye sormaktan. Lütfen siz devam edin.
Hüseyin Cem ÇÖL
15 Nisan 2013 – Pelitli

14 Nisan 2013 Pazar

Nokta ve Satırbaşı



Bu tatsız bahsi kapatmalı ve yeni bir sayfa açmalı artık. Mutsuzluk, şu cana can katan mevsime, dolayısıyla Yaratana ihanet etmektir; bu da bana yakışmaz. 

Beni bilenler zaten yaptığım hatayı mazur gördüler. Sohbet ederek, konuşarak, buraya yorum yazarak, mail göndererek ya da tweet atarak destek olan, teselli eden, güç veren herkese teşekkür ederim. Sayenizde sıkıntım hafifledi. Var olun.

Beni bilmeyenlere ise sözüm yok, canları sağ olsun.

Hayat devam ediyor.

Benim kapım yine AÇIK. Beraber öğrenmek isteyene, hoşgörülü olana, artniyetli olmayana, İNSAN OLANA... 

Hüseyin Cem ÇÖL
14 Nisan 2013 - H 309 

12 Nisan 2013 Cuma

Açık Kapı Politikası Cereyan Yaptı



Ankara Hukuk’ta hiçbir sınavda soru kağıtları toplanmaz, öğrencide kalırdı. 4 yıllık öğrenciliğimde, 11 yıllık asistanlığımda soru kağıtlarının toplandığına tanık olmadım. Sınavdan çıkan her öğrencinin elinde soru kağıdı olurdu. Soruların ve cevapların sıcaklığı kaybolmadan öğrenciler fakülte bahçesinde kendiliğinden kümelenir ve sorular ortaklaşa müzakere edilir. Hatta kimi hocalar, mesela ilk aklıma gelen Usul hocası Ejder Yılmaz, yine aklımda yanlış kalmadıysa İdareci Metin Günday, soruların cevaplarını, sınav biter bitmez panoya astırırlardı. Sınav bitiminde o pano ana-baba günü olurdu. O hengamede panonun önü, sevincin ya da hayal kırıklıklarının üs alanı gibiydi. 

Devir değişti. Kendime hoca diyemem ama bizler de öğrencilikten çıkıp “ders sorumlusu” sınıfına dahil olduk. Baktık ki, soru kağıtları sınav bitiminde toplanıyor. Şaşırdık. Böyle olmaması gerekir diye düşündük. Ama dediler sınav bitmeden soru kağıtları öğrencide kalırsa şu olur, bu olur. Peki dedik, o halde sınav bittikten sonra soru kağıtlarını dağıtalım, hatta cevaplarını da. “Pano” akla geldi. Ne gerek var dedik panoya. İşte internet var, herkesin kolayca ulaşabileceği bir mecra. Sınavdan hemen sonra koyarım nete soru ve cevapları, öğrenci bakar, nerde doğru yapmış, nerde yanlış yapmış, öğrenir; sınav sonuçları açıklanmadan kaç alacağını önceden bilir. Hem, soru örneklerini saklamayı akıl ederse, ilerde gireceği meslek sınavları için de sağlam bir kaynak olur. Bir de, soru kağıtları yüzlerce gözün ayrı ayrı denetiminden geçeceği için, varsa hatamız geri dönülemez noktaya girmeden daha çabuk telafi edilir.

Niyetimiz bundan ibaretti. O yüzden soruları çoğaltırken, bir de, nette yayınlamak amacıyla, cevaplarının altı çizili bir suret çıkarmayı da alışkanlık edinmiştik. Gün geldi, bu iyiniyetli çabamız ters tepti, bir anlık hata pahalıya patladı, nette yayınlayalım diye hazırladığımız cevap kağıtlarını soru kağıdı yerine çoğaltmışız. Sınav anına kadar da bu hatanın farkına varamadık. Kabahatimiz büyük. Özür de diledik, lakin biliyorum özür de olmuşu olmamış yapmıyor.

Şimdi, olan oldu. Ders çıkarmak lazım tüm bu olanlardan. Kendimce epey ders de çıkardım. Fakat sadece birini yazacağım buraya. Ötekiler bana kalsın.

Yaptığımız hatayı, “şaibe” imasıyla değerlendirenler oldu. Canları sağ olası kimi öğrencilerin de haber uçurtmasıyla, medya ateşe körükle gitti ve yaşanan talihsizliği, bizi bilene bilmeyene o imayla yansıttı. Bu aslında benim kaldırabileceğim bir itham değil. İçim ezildi dünden bu yana. Nasıl hâla sağlam durabiliyorum ben de şaşkınım. Yapılacak tek şey var aslında ama “viran olası hanede evlad ü iyal var!”.

Birinci hata beni yere devirdi, ikincisi Allah korusun diriyken mezara kor beni. İkinci bir hataya kurban gitmemek için, soru ve cevapları nette yayınlama uygulamamdan vazgeçiyorum. Muhtemelen sınav sorularını ve cevaplarını öğrenmek için nete girdiniz, fakat çok değil 2 gün sonra zaten sonuçlar açıklanır, azcık sabredin.

Sorumlusu olduğum derslerin yürütülmesine katkısı olsun diye hazırladığım bu blogun da bir işlevi kalmadı. Açık kapı politikası bende cereyan yaptı anlaşılan. Pek yakında buranın da kepenklerini indirmek lazım.

O değil de heves bitti be canlar. Altını da çizdim anlayın artık.

Hüseyin Cem ÇÖL

12 Nisan 2013 – H 309

2 Nisan 2013 Salı

Akıl Çağı’ndan



“Düşüncesi benden ne kadar farklı olursa olsun her insanın kendi düşüncesine sahip çıkma hakkını büyük bir çabayla savunduğumu hatırlamanız adil bir davranış olacaktır. Bu hakka karşı çıkan herkes, şu anda sahip olduğu düşüncenin kölesi olacaktır, çünkü kendisini onu değiştirmekten alıkoymaktadır.”

“Her türlü yanlışa karşı en amansız silah Akıl’dır. Bugüne kadar başka bir silah kullanmadım, bundan sonra da kullanmayacağım.”

“Tek Tanrıya inanırım, başka bir şeye değil; bu yaşamdan sonra da mutluluk olmasını umut ederim.”

“İnsanların eşitliğine inanırım ve dini görevlerin doğru olanı yapmakla, merhametle ve insanları mutlu etmeye yönelik çabalarla ilgili olduğunu düşünürüm.”

“…”

“…mutluluk için insanın zihinsel olarak kendine sadakat göstermesi gereklidir.”

“Söylenti üstüne söylenti, inançlarımı bu tür kanıtlar üstüne oluşturmak istemiyorum.”

“Bazıları, ‘Tanrı kelamı yok mudur, vahiy yok mudur?’ diye soracaklar belki. Ben buna evet derim, Tanrı kelamı ve vahiy vardır. TANRI KELAMI GÖZLEMLEDİĞİMİZ EVRENDİR. Bu anlamıyla hiçbir insan icadının ne karşı çıkabileceği, ne de değiştirebileceği bir kelamdır ve Tanrı insana evrensel bir dille seslenmektedir.”

“Yaratılış evrensel bir dildir ve insan dilinden bağımsız konuşur; çok boyutlu ve çok çeşitlidir. Her insanın okuyabileceği hakiki bir dildir.”

“…”

“İnsan, Tanrı’yı akıl yürütme yoluyla keşfedebilir.”

“İnsan, bu şeyleri yapan gücün ya da elin ilahi olduğunu ya da her şeye gücü yettiğini bilmekten daha fazla ne ister? Bırakalım, aklını kullansa bile karşı çıkamayacağı bu güce inansın ve ahlaki yaşamının kurallarını da buna göre belirlesin.”


Thomas Paine’nin “Akıl Çağı” kitabını nihayet bugün Maraş Caddesindeki İş Bankası Kültür Yayınları Satış Merkezi’nden satın aldım ve eve gelir gelmez okumaya başladım. Üçte biri kadar bitmiş vaziyette. Yukarıya, altını üstünü sarı fosforlu kalemle çizdiğim satırlardan bazılarını alıntı yaptım.

Thomas Paine'ni sevdim. Vicdan sahibi olduğu için, mutlak gerçeğe sırtını dönmediği için, mutlak gerçeği perdeleyenleri ifşa ettiği için ve en önemlisi Tanrı ile insan arasında çıkara ve korkuya dayanmayan; bilgiye, sezgiye, sevgiye, meraka, anlamaya dayanan sağlam bir bağ inşa ettiği için...

Bu kitap biter, belki her şey asıl o zaman başlar... Yahut ben başlangıçları oynuyorum şu son bir aydır... Şair olsaydım "başlangıçlar da oyuna dahil" diye mısralar döşerdim şimdi hafif intihal kokan. 

Akıl Çağı'ndan sonra hangi durakta "eğleşmeliyim"? “Melamilik” bahsi epeydir kafamı işgal ediyor. Evvela Metin Boşnak’ın netteki şu kopyaladığım ama okumayı ertelediğim yazısını gözden geçirmeliyim. Sonra, Nihat Genç’in “Karanlıkta Okunan Ezanlar” kitabındaki Melamilikle ilgili yazısını yeniden okuyabilirim. Belki Yaşar Nuri Öztürk’ün son çıkardığı “Şirk ve Deizm” kitabını da okusam hiç fena olmaz. Fakat benim agresif ve militan fikir adamlarına pek itimadım yoktur. Yaşar Nuri Öztürk’ü okumasam da olur. Esasında Kuran’ın deizme kapı araladığı görüşü, bir safsatadan başka ne ki? Kitabı da, sanırım, bu safsatanın dallandırılıp budaklandırılmasından başka bir şey değildir. Adamın gönlü deizmde sanki, fakat bunu itiraf mı edemiyor nedir? Ki nasıl etsin? Bütün bir hayatını bel bağladığı dayanak noktasını kendi eliyle yıkmış olacak. Kolay mı?  

Her neyse…

Şimdi cevabını merak ettiğim soru şu: “Melamilik, İslam’ın deistik bir yorumu mudur?

Umarım, cevap, tahmin ettiğim gibidir.

Hüseyin Cem ÇÖL
2 Nisan 2013 – Pelitli 

31 Mart 2013 Pazar

Ben Askerdeyken…




Anadolu erkeği için askerlik “ocağı” kendini ispatlama yeridir. Askerliğini yapmayana kız verilmez, çünkü henüz “erkekliğini ispatlamamış” gözüyle bakılır. İlk gurbettir askerlik, anadan-babadan ayrı geçirilen ilk günlerdir; otoriteyle (=devletle) ciddi anlamda ilk tanışılan, boyun eğmenin, itaat etmenin, güç karşısında ezilmenin ne olduğunun öğrenildiği ilk yerdir. O yüzden Anadolu erkeği biraz çekingen, güç karşısında susan, boyun eğen, isyan etmeyen, kendisine verilene razı olan, adını tam koyalım  “pısırık” bir yapıya sahiptir. Anadolu kadını ise, askerlik yapmadığı için olsa gerek, daha ataktır, daha cevvaldir, daha girişkendir. Erkek, askerde devletin düzeni bozulmasın diye itaat etmesi gerektiğini öğrenir; askerden gelir, evlenir, bu kez de karısına itaat eder, evlilik düzeni bozulmasın diye.  Kim ne derse desin, Anadolu’da evi yöneten kadındır. Erkek, zurnanın son deliğidir.

Askerlik, devlete bağlı olmanın esaslarının belletildiği bir hizaya sokma aracıdır aslında. Erkek belleğinde silinmez izler bırakır, orada geçen her gün. Erkeğin bir ömür boyu askerlik anısını anlatması da bundandır; askerlik günleri silinmemecesine kazınmıştır belleğine çünkü. Hep askerlikten dem vuran erkekleri, kadınların anlamaması kadar doğal bir şey olamaz. Yapmayan elbette bilmez. O travma tezgahından geçmeyen için askerlik anıları, bitmez tükenmez bir laf salatasıdır.

Bir yıl önce tam bugün askerliğimin son günüydü. Çakma bile olsa “teğmenliğimin” son günü. Aslında 8 Mart’ta fiilen askerliğim bitmiş ve Trabzon’a dönmüştüm, fakat resmi olarak askerliğimin bitmesi için Mart ayının bitmesi gerekiyordu. 1 Nisan 2012 Pazar günü kendimi hayli “çıplak” hissettiğimi anımsıyorum. Sanki 40 yıllık askermişim de, rütbelerim sökülmüş gibi tuhaf bir psikoloji sarmıştı her yanımı. Askerliğe çok mu alışmıştım, askerliği çok mu sevmiştim bilmiyorum. Fakülteden mezun olduktan sonra, yüksek lisans-doktora derken, hep büyük bir sorun olarak yaşadı askerlik kafamın içinde. Nihayet askere gitmeye kesin karar verdiğimde 36 yaşındaydım, 15 yıllık evliydim ve 3 çocuk babasıydım. O yüzden korkarak, çekinerek gittim askerliğe. Zaman zaman “askerlik ortamı hiç bana göre değil” dediğim de oldu fakat öyle sanıyorum ruhumun bir yanı askerliği çok sevdi. Her asker gibi ben de “gün saydım”, hatta mahkemedeki bilgisayarda “şafakmetre” bile vardı, askerliğin bitmesine kaç gün, kaç saat, kaç dakika kaldığını her an gösteren… Fakat, şimdi anlıyorum ki, insan ne kadar sızlansa da, şikayet etse de, ah bir bitse dese de, içten içe seviyor da o ortamı. “Stockholm sendromu” denilebilir mi buna bilemem.

Son gün, 8 Mart 2012 Cuma günü, her zamanki gibi sabah saat sekizde mahkemedeydim. Son günüm olduğu için sivil giyinmiştim, hatta son hafta hep sivil giyinmiştim, binbaşının müsamahakâr tavrı nedeniyle. Sabah, her zamanki gibi “toplantı” yapıldı. Bu “toplantı” geleneği hakkında birkaç kelam etmek lazım. Benim görev yaptığım mahkemede, her sabah, muvazzaf subaylar ve benim gibi askerliğini yapmakta olan yedek subaylar, bazen odalardan birinde, eğer hava müsaitse kameriyede toplanır ve yaklaşık bir saat kadar, çaylar, kahveler eşliğinde sohbet ederlerdi, yani “toplantı” dediğim “çaylı sohbet” idi. Bu toplantıları bir yönüyle hiç sevmezdim, çünkü nedense orada asosyalliğim tutardı, pek az konuşurdum, sıkılırdım, bir an önce bitse de dosyaların başına dönsem, iş yapsam derdim içimden. Bir yönüyle ise, bu toplantı geleneğini kurumsal açıdan çok gerekli, çok faydalı ve çok insani bulur; orada olmaktan zevk de alırdım. Bir kurumda birlikte çalışan insanlar arasında, çalışma verimini, hadi bu meseleye kapitalist bir bakıştır deyip çalışma veriminden vazgeçeyim, dayanışma duygusunu, bilgi ve görgü alışverişini, acılara birlikte katlanma, mutlulukları birlikte paylaşma hasletini artırdığı için; bu toplantıları çok da “insani” bulurdum.

O gün toplantıda olağandışı bir durum yaşanmadı, sanırım her zamanki gibi sakin ve sessizdim. Toplantı bitti, herkes odasına dağıldı. Ben de bir köşeye çekildim. Saat onbir gibi artık veda etmenin zamanı gelmişti. Binbaşının odasına girdim. Bir binbaşı misafiri vardı odasında. Anladı veda için geldiğimi. “Hüseyin otur, az bekle” dedi. Boş koltuğa oturdum. Misafiriyle olan konuşması az sürdü ama orada o konuşmanın bitmesini beklerken, ben her şeyin bittiğini, mahkemedeki son günüm olduğunu, bir an denilebilecek bir zaman içinde aniden kavradım ve içime birden hüzün çöküverdi. Nerdeyse ağlayacaktım, iki binbaşı kendi arasında konuşurken. Binbaşıyla vedalaşıp çıktım odasından.  Ve ben tek tek odaları dolaşıp veda etmeye başladım. Nerde ilk koptum hatırlamıyorum ama artık kime sarılsam ağlıyordum. O sırada mahkemeye gelen avukatlarda şaşkınlıkla bana bakıyorlardı. İki kattan ibaret mahkeme binasındaki tüm odaları tek tek dolaştım; ağlamaktan kimseyle doğru dürüst vedalaşamadım bile. Sonra bahçeye çıkıldı. Terhis olan her askere yapıldığı gibi, bir de bahçede son bir veda ve birkaç veda fotoğrafı… Yanımda, beni yolcu edecek olan dostum Fahri ile beraber, yine ağlaya ağlaya uzaklaştım mahkemeden…

Neden bu kadar ağladığımı sonra çok düşündüm. Bunun tek bir izahı vardı: Sevmiştim… Mahkemeyi, askerliği, üniformayı, dosyalarla uğraşmayı, işleyen bir çarkın içinde önemi tartışmalı da olsa bir yer işgal etmeyi, bir dosyanın tekemmül etme sürecini, her birine “abi” dediğimiz komutanları, mahkemedeki sivil memurların canayakınlıklarını, benle aynı kaderi paylaşan yedek subay arkadaşlarımı ve elbette erleri… Acılar, sıkıntılar yok muydu, elbette vardı. Demek ki, tatlısı acısından daha ağır basan bir askerlik yapmıştım. Bu kadar gözyaşının başka izahı olamaz.

Askerlik anıları pehlivan tefrikası gibidir. Ufak bir anı, her yazışta, her anlatışta balon gibi şişirilir, bir türlü bitmek bilmez. Bitmek bilmez ama bir yerde bitirmek de lazım…

Rahat!...

Hüseyin Cem ÇÖL
31 Mart 2013 – Pelitli 

30 Mart 2013 Cumartesi

Cin Ali Hayatı Öğreniyor...



- Nerden çıktı şimdi bu ticari vekil?
- Gece, birden aklıma geldi işte. Hani olur ya çizgi filmlerde, birden lambalar yanar. O misal.
- İyi de bu iş birden lambaların yanmasıyla olacak bir iş mi? İnceden inceye düşünmek, konuşmak, tartışmak lazım değil mi?
- İyi de kimle? 
- Haklısın kimle. Herkes kendi derdinde.
- El almak lazım geldiğini ben de çok iyi biliyorum. Lakin elini uzatan olmayınca, artık bu yaştan sonra el dilenecek değilim ya. Biraz araştırma yaptım. Bu hamurdan ekmek çıkar sanki.  Küçük adımlar ve adamlar gördüm bu yolu genişleten.  
- Sen katkıda bulunabilecek misin peki bu yol büyütme çalışmasına. Sen de küçük bir adamsın nihayetinde.
- Ne olduğumun farkındayım. Say ki, benim yapacağım da karıncanın hacca gitmeye niyetlenmesinden farksız. Elimden geleni yapayım, varsın desinler ki, bu da olmamış, ne gam. Bir kez öldük, bir daha ölürüz; ölmeye teşne değil miyiz? Hem bu kez tadını çıkara çıkara ölürüm hiç değilse?
- Ya vereceğin emek?
- Emek zayi olmaz. Hem başarmak demek, illaki netice almak değildir; çabalamak, gayret etmek, ümitvar olmak, üretirken tebessüm etmek ve tebessüm ettirmek de, az şey midir Allah aşkına?
- Elbette çok şeydir. Ama Cem’cim insanlar zarfa bakarlar, mazrufa değil.
- Zarf, başkalarının değer hükmüdür. Başkalarının değer hükmü beni bağlamaz. Başkalarının bana verdiği etiket değil, benim kendime verdiğim değer önemli. 
- Şimdi ne yapacaksın?
- Şimdi on üç sene önce bu işin nasıl yapılması gerektiğini kendi kendime nasıl öğrenmişsem, aynı yöntemle yeniden yola koyulacağım. Bu yol benim yolum olacak. Bir elimde kazma, bir elimde kürek önden ve yanlardan yolu genişleteceğim.  Genişletmek de yetmez, yolu herkesin kullanabileceği konfora da sokmak lazım. Çukurlar dolmalı, tümsekler törpülenmeli. Üzerinde salına salına, ferah-fahur gezmeye müsait olmalı. Yolda çalışmaktan yorulunca, yol kenarlarındaki çimenlere uzanmayı, gökyüzünün maviliğinde kaybolmayı da ihmal etmeyeceğim bu sefer. Güneş yüzümü yalarken tüm yorgunluğumu almalı ve beni yeniden yolda çalışmak için isteklendirmeli.  
- Madem kararlısın, hadi başla o zaman. Ne kadar erken başlarsan o kadar erken biter.
- Zaman rakibim değil ki. Zamanla yarışmıyorum, bir yarış da yok zaten ortada. Sadece çaba var, sadece gayret.  Aslolan emek, gerisi teferruat. 
- Bunu yaz bir kağıda da, müsait bir yerime asalım.
- Bu yolda beraber miyiz sen onu söyle?
- Elbette. Dört bir yanımla.
- O vakit BİSMİLLAH. 

Hüseyin Cem ÇÖL
30 Mart 2013 – Pelitli

28 Mart 2013 Perşembe

Eski Bir Günden Arta Kalan



“Yaşadığım her anı, günlüğüme yazmak zorunda mıyım? Evet, evi[1] tahtakurusu baskınına uğradığı için, sabahleyin Ahmet[2] ilaçladı. Bu yüzden ev darmadağın. Evet, Tunalı Hilmi’de, Esat, Tahran Caddelerinde, Sharton Otelinde, Karum Ticaret Merkezinde[3] dolaştım bugün. Evet, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu[4] romanını okuyorum. Feride’nin çılgınlıklarını okuyorum, onu anlamaya çalışıyorum. Evet, Kurtuluş Parkında[5] maç izledim. Kızaran göğü seyrettim. Evet, Hacettepe Üniversitesinin sıcak ve sıvaşık kütüphanesinde[6]yim. Bunları yazmalı mıydım?”
8 Nisan 1996 – ANKARA


[1] Ev, Topraklık’ta, Kazan Sokak’ta, bir yokuşun ortasında, bir apartmanın birinci katında. Televizyonumuz yoktu. 24 Aralık 1995 seçimlerini izleyebilmek için, mühendislikten emekli olan evsahibimizin evine gitmiştik de, ödünç televizyon almıştık, stajer avukat İbrahim’le. Hatay’da, avukat şimdi.
[2] Evdeki iki öğrenci Ahmet’le bendim. Diğerleri hep stajer avukat ya da stajer hakim-savcı idiler. Fakülte bitince, Ahmet de, hakim-savcı sınavını kazandı. Trabzon Vakfıkebirli idi. Stajını yaptı, ilk atandığı yer Adana Düziçi Cumhuriyet Savcılığı idi. Erzincan’a ataması yapıldı ikinci kez. Erzincan’a arabasıyla giderken kaza yaptı, vefat etti. 1999 yılında. Evliydi, bir de kızı vardı. Allah rahmet eylesin.  
[3] Ankara’nın öte yanı beni hiç sarmamıştır. Pek az gezerdim Çankaya’nın görece zengin muhitlerini. O gün nasılsa yolum o tarafa düşmüş.  
[4] 8-9-10 Nisan 1996’da okumuştum Çalıkuşu’nu. Adeta dünya dışı bir yolculuğa çıkmıştım bu romanı okurken. Çok kitabın içine girdim, çok kitabın içinde yaşadım ama Çalıkuşu kadar beni dünyadan her zerremle koparıp alanı pek azdır.
[5] Kurtuluş Parkı; ev, fakülte ve Kızılay üçgeninin tam ortasında. Çok giderdim, çok severdim. Orada halı sahada maç yapanları izlemek de ayrı bir keyifti. Hava hep serin olurdu, hele akşamüzeri ise salınan ağaç dalları arasında gökyüzü hep maviyle kırmızının dansına başlardı.  
[6] Hacettepe Üniversitesinin kütüphanesi, “ineklerce” pek makbul bulunan bir mekandı. Özellikle sınav dönemlerinde, tıpçıdan çok hukukçuya rastlanırdı. Ve çok sıcaktı, çok çok sıcaktı. Hep sıcak bir yer olarak aklımda kalacak o kütüphane. 

Hüseyin Cem ÇÖL
28 Mart 2013 - H 309 

27 Mart 2013 Çarşamba

Hayat Devam Ediyor...



"Aşk, başka ne olsundu, hayatın mazereti..."
İsmet ÖZEL

Bazen iyi, bazen az iyi, bazen berbat, bazen kötü, bazen kötüden daha kötü, bazen az kötü, bazen fevkalade, bazen fevkaladenin de fevkinde, bazen ancak bu kadar güzel olabilir, bazen daha iyisi olabilirdi, bazen eh artık buna da şükür, bazen işte budur dedirtecek kadar her şey muazzam, bazen hiç olmadı bu şimdi, bazen olduğu kadar, bazen olanda hayır vardır eh ne yapalım, bazen gelecek sefere inşallah, bazen daha ne olsun, bazen içgüveysinden hallice, bazen neden ben, bazen iyi ki ben…

Sen ders anlatırken havalanmakta olan bir uçağın görüntüsü pencerenin birinden girer, diğerinden çıkar; işte o an bazenler silinir aklından, kaybolur, önemsizleşir…

Hayatın akmakta olduğu gerçeği, tüm siliklikleri, tüm acabaları, tüm kuşkuları, tüm belirsizlikleri siler süpürür.

Her zaman…

Hüseyin Cem ÇÖL
27 Mart 2013 – Pelitli