31 Mart 2013 Pazar

Ben Askerdeyken…




Anadolu erkeği için askerlik “ocağı” kendini ispatlama yeridir. Askerliğini yapmayana kız verilmez, çünkü henüz “erkekliğini ispatlamamış” gözüyle bakılır. İlk gurbettir askerlik, anadan-babadan ayrı geçirilen ilk günlerdir; otoriteyle (=devletle) ciddi anlamda ilk tanışılan, boyun eğmenin, itaat etmenin, güç karşısında ezilmenin ne olduğunun öğrenildiği ilk yerdir. O yüzden Anadolu erkeği biraz çekingen, güç karşısında susan, boyun eğen, isyan etmeyen, kendisine verilene razı olan, adını tam koyalım  “pısırık” bir yapıya sahiptir. Anadolu kadını ise, askerlik yapmadığı için olsa gerek, daha ataktır, daha cevvaldir, daha girişkendir. Erkek, askerde devletin düzeni bozulmasın diye itaat etmesi gerektiğini öğrenir; askerden gelir, evlenir, bu kez de karısına itaat eder, evlilik düzeni bozulmasın diye.  Kim ne derse desin, Anadolu’da evi yöneten kadındır. Erkek, zurnanın son deliğidir.

Askerlik, devlete bağlı olmanın esaslarının belletildiği bir hizaya sokma aracıdır aslında. Erkek belleğinde silinmez izler bırakır, orada geçen her gün. Erkeğin bir ömür boyu askerlik anısını anlatması da bundandır; askerlik günleri silinmemecesine kazınmıştır belleğine çünkü. Hep askerlikten dem vuran erkekleri, kadınların anlamaması kadar doğal bir şey olamaz. Yapmayan elbette bilmez. O travma tezgahından geçmeyen için askerlik anıları, bitmez tükenmez bir laf salatasıdır.

Bir yıl önce tam bugün askerliğimin son günüydü. Çakma bile olsa “teğmenliğimin” son günü. Aslında 8 Mart’ta fiilen askerliğim bitmiş ve Trabzon’a dönmüştüm, fakat resmi olarak askerliğimin bitmesi için Mart ayının bitmesi gerekiyordu. 1 Nisan 2012 Pazar günü kendimi hayli “çıplak” hissettiğimi anımsıyorum. Sanki 40 yıllık askermişim de, rütbelerim sökülmüş gibi tuhaf bir psikoloji sarmıştı her yanımı. Askerliğe çok mu alışmıştım, askerliği çok mu sevmiştim bilmiyorum. Fakülteden mezun olduktan sonra, yüksek lisans-doktora derken, hep büyük bir sorun olarak yaşadı askerlik kafamın içinde. Nihayet askere gitmeye kesin karar verdiğimde 36 yaşındaydım, 15 yıllık evliydim ve 3 çocuk babasıydım. O yüzden korkarak, çekinerek gittim askerliğe. Zaman zaman “askerlik ortamı hiç bana göre değil” dediğim de oldu fakat öyle sanıyorum ruhumun bir yanı askerliği çok sevdi. Her asker gibi ben de “gün saydım”, hatta mahkemedeki bilgisayarda “şafakmetre” bile vardı, askerliğin bitmesine kaç gün, kaç saat, kaç dakika kaldığını her an gösteren… Fakat, şimdi anlıyorum ki, insan ne kadar sızlansa da, şikayet etse de, ah bir bitse dese de, içten içe seviyor da o ortamı. “Stockholm sendromu” denilebilir mi buna bilemem.

Son gün, 8 Mart 2012 Cuma günü, her zamanki gibi sabah saat sekizde mahkemedeydim. Son günüm olduğu için sivil giyinmiştim, hatta son hafta hep sivil giyinmiştim, binbaşının müsamahakâr tavrı nedeniyle. Sabah, her zamanki gibi “toplantı” yapıldı. Bu “toplantı” geleneği hakkında birkaç kelam etmek lazım. Benim görev yaptığım mahkemede, her sabah, muvazzaf subaylar ve benim gibi askerliğini yapmakta olan yedek subaylar, bazen odalardan birinde, eğer hava müsaitse kameriyede toplanır ve yaklaşık bir saat kadar, çaylar, kahveler eşliğinde sohbet ederlerdi, yani “toplantı” dediğim “çaylı sohbet” idi. Bu toplantıları bir yönüyle hiç sevmezdim, çünkü nedense orada asosyalliğim tutardı, pek az konuşurdum, sıkılırdım, bir an önce bitse de dosyaların başına dönsem, iş yapsam derdim içimden. Bir yönüyle ise, bu toplantı geleneğini kurumsal açıdan çok gerekli, çok faydalı ve çok insani bulur; orada olmaktan zevk de alırdım. Bir kurumda birlikte çalışan insanlar arasında, çalışma verimini, hadi bu meseleye kapitalist bir bakıştır deyip çalışma veriminden vazgeçeyim, dayanışma duygusunu, bilgi ve görgü alışverişini, acılara birlikte katlanma, mutlulukları birlikte paylaşma hasletini artırdığı için; bu toplantıları çok da “insani” bulurdum.

O gün toplantıda olağandışı bir durum yaşanmadı, sanırım her zamanki gibi sakin ve sessizdim. Toplantı bitti, herkes odasına dağıldı. Ben de bir köşeye çekildim. Saat onbir gibi artık veda etmenin zamanı gelmişti. Binbaşının odasına girdim. Bir binbaşı misafiri vardı odasında. Anladı veda için geldiğimi. “Hüseyin otur, az bekle” dedi. Boş koltuğa oturdum. Misafiriyle olan konuşması az sürdü ama orada o konuşmanın bitmesini beklerken, ben her şeyin bittiğini, mahkemedeki son günüm olduğunu, bir an denilebilecek bir zaman içinde aniden kavradım ve içime birden hüzün çöküverdi. Nerdeyse ağlayacaktım, iki binbaşı kendi arasında konuşurken. Binbaşıyla vedalaşıp çıktım odasından.  Ve ben tek tek odaları dolaşıp veda etmeye başladım. Nerde ilk koptum hatırlamıyorum ama artık kime sarılsam ağlıyordum. O sırada mahkemeye gelen avukatlarda şaşkınlıkla bana bakıyorlardı. İki kattan ibaret mahkeme binasındaki tüm odaları tek tek dolaştım; ağlamaktan kimseyle doğru dürüst vedalaşamadım bile. Sonra bahçeye çıkıldı. Terhis olan her askere yapıldığı gibi, bir de bahçede son bir veda ve birkaç veda fotoğrafı… Yanımda, beni yolcu edecek olan dostum Fahri ile beraber, yine ağlaya ağlaya uzaklaştım mahkemeden…

Neden bu kadar ağladığımı sonra çok düşündüm. Bunun tek bir izahı vardı: Sevmiştim… Mahkemeyi, askerliği, üniformayı, dosyalarla uğraşmayı, işleyen bir çarkın içinde önemi tartışmalı da olsa bir yer işgal etmeyi, bir dosyanın tekemmül etme sürecini, her birine “abi” dediğimiz komutanları, mahkemedeki sivil memurların canayakınlıklarını, benle aynı kaderi paylaşan yedek subay arkadaşlarımı ve elbette erleri… Acılar, sıkıntılar yok muydu, elbette vardı. Demek ki, tatlısı acısından daha ağır basan bir askerlik yapmıştım. Bu kadar gözyaşının başka izahı olamaz.

Askerlik anıları pehlivan tefrikası gibidir. Ufak bir anı, her yazışta, her anlatışta balon gibi şişirilir, bir türlü bitmek bilmez. Bitmek bilmez ama bir yerde bitirmek de lazım…

Rahat!...

Hüseyin Cem ÇÖL
31 Mart 2013 – Pelitli 

Hiç yorum yok: