1 Eylül 2013 Pazar

“Yağmurdan Sonra” : Bildik Bir Aşk Üçgeni


Bu gece uyku tutmayınca izlediğim “Yağmurdan Sonra” isimli 2008 yapımı filmin başrolünde Serhan Yavaş (tanımam bilmem), Pelin Batu (Tarihin Arka Odası’nın aykırı figürü) ve Turan Özdemir (Dondurmam Gaymak’tan sonra başka iş yapmasaydı sinema tarihinde parlak bir ışık olarak anılacaktı) oynuyorlar. İki erkek ve bir kadın. Bir aşk üçgeni ezcümle. İyi erkek: Mahkum. Komünist bir yazar. Duyarlı. Mağdur. İyi kadın: Cezaevi müdürünün karısı. İstemediği bir evlilik yapmış. Mutsuz. Kötü erkek: Cezaevi müdürü. Karısını seviyor ama karısı onu sevmiyor. Elbette o da mutsuz.

İyiler iyileri sever. Kötüler de, iyilere kötülük yapar. Filmin özü bu.

Aslına bakarsanız baştan sonra bildik klişelerle örülü başarısız bir film Yağmurdan Sonra. Oyunculuk da, senaryo da deyim yerindeyse dökülüyor. Filmin teknik eleştirisini yapmak benim haddimi aşar, ben sadece iyi erkek-iyi kadın-kötü erkek üçgeni üzerine birkaç kelam edeceğim.

Yaş 40’a dayanınca, insan artık bazı gerçekleri daha bir çıplak görebiliyor. İlk gençliğimde; insanların, dinlerin, ideolojilerin, ulusların birbirlerinden çok farklı olduğunu zannederdim. Bir İslamcı ile bir komünist arasında, bir Türk ile bir Yunan arasında, bir cami imamı ile bir rahip arasında dağlar kadar fark vardı zannımca. Tüm “davalar” bu farklılıktan besleniyordu ve “dava” denilen de kendi (en doğru, en güzel, en iyi) farklılığını kendinden olmayana dayatmak, benimsetmekti. Yaşlandıkça anladım/anlamaktayım ki, yok/tu aslında birbirinden esaslı bir farkımız. Farkın olmadığını kavramak, bildiğim tüm davaları da değersizleştirdi gözümde. Çünkü, “dava” kisvesi altında sürdürülen o anlı-şanlı mücadelelerin, en sağından en soluna akla gelebilecek tüm o sloganların, kavgaların, kitapların, hapislerin, pankartların, yürüyüşlerin, eylemlerin özünde sadece ve sadece beşeri zaaflar gizliydi. Herkeste olan beşeri zaaflar, her davanın çekirdeğindeydi. İktidarı ele geçiren, çekirdeğindeki beşeri zaafları da iktidara taşımış oluyordu. Her davanın çekirdeğinde aynı beşeri zaaflar yuva yaptığına göre, davalar arasında esasta bir farklılık da kalmıyordu. Bir rahip ile bir cami imamı arasında fark yoktu aslında, keza bir İslamcı ile bir komünist arasında…

Yağmurdan Sonra’nın daha ilk dakikalarında, cezaevi müdürünün karısının –iyi kadınımızın- mahkuma yeşil ışık yaktığı, -iyi erkeğimiz- mahkumun da yeşili görür görmez gaza bastığı o anlarda, aklıma Cüneyt Arkın geldi. Benim nesil, tarihini biraz da kendisini Karaoğlan’la, Malkoçoğlu’yla özdeşleştirerek Cüneyt Arkın’ın filmlerinden öğrenmiştir. Biz Cüneyt Arkın’dık, yani yakışıklı, güçlü, haklı ve “iyi erkek”lerdik. Düşman, yani Bizans, Gani Müjde’nin muhteşem alegorisiyle “kahpe” Bizans, topraklarını kendimize yurt yapacağımız Bizans, “kötü erkek”ti. Biz mertçe dövüştük, onlar kahpelik yaptılar; velhasıl biz kazandık, onlar kaybetti. Sadece yurt değildi ele geçirdiğimiz, Bizans’ın saraylarına her girişimizde, kötü erkeklerin sahip olduğu “iyi kadınları” da ele geçirdik. Zaten onlar da, kötü erkekten kurtulmaya, iyi erkeklere (bize) ait olmaya dünden razılardı.

Sakın ola ki, cinsel milliyetçiliğin sadece bize özgü bir zaaf olduğu düşünülmesin. Ben bizzat görmüş değilim ama okuduğuma göre, Yunanlıların çevirdiği tarihi filmlerde de, bizim kızlar, onların oğlanlarına tav oluyorlarmış. Yok aslında birbirimizden farkımız derken demek istediğim buydu.      

İlk gençliğimde İslamcı davacıların yazdığı epeyce hidayet romanı okudum. Ahmet Günbay Yıldız’ın, Şule Yüksek Şenler’in, İsmail Fatih Ceylan’ın romanlarının tortusu, aradan şunca yıl geçmiş, hala zihnimden silinmiş değil. Ne vardı o hidayet romanlarının içinde? Evvela, dini (elbette kendi belledikleri “doğru” dini) özümsemiş, benimsemiş, hayatına geçirmiş idealist bir genç. Bu “örnek” gencimiz, kendi anladığı dini, herkese, tüm dünyaya aktarmakla, yani tüm dünyayı kendisi gibi yapmakla kendini vazifeli görüyor. Elbette zor bir hedef bu. Kötüler bitiyor etrafında çarçabuk. Çile, dert gırla. Yine de, hedefine ulaşmak için çabalarken, en azından “bir genç kızı” davasına kazandırmayı başarıyor. Birlikte davayı kucaklıyorlar. Bilal’in Feyza’yı kucaklaması gibi.

Sosyalist davacıların idealizmi de bundan farklı değil. Onların hedefinde ise, evet tahmin ettiniz, şiş göbekli patronların kızları var. Bol paralı fabrikatörlerin kızları.

Hangi davaya inanırsa inansın, mücadele sürmekteyken, iyi erkeklerin, kötü erkeklerin sahip olduğu iyi kadınları ele geçirmeleri, iyi erkeklerin kötü erkeklerle mücadelesinde kadınların “ilk kurtarılacaklar” arasında öne çıkması, tüm davaların özünde beşeri zaafların yattığını gösteren bir kanıt.  

Nedir bu kadınların “iyi” erkeklerden çektiği be birader?

Yoksa kadınlar “iyi”nin değil de, “farklı” olanın mı peşinde?

Bu yazı asıl şimdi başlıyor.

Hüseyin Cem ÇÖL
1 Eylül 2013 – H 309

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Çakal





Hüseyin Cem ÇÖL
31 Ağustos 2013 - H 309 

Gülü Susuz...


Nasılsa kalıvermiş iç'erde bi yerde!... 


Hüseyin Cem ÇÖL
31 Ağustos 2013 - H 309 

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Ruhi Mücerret'ten Mülhemdir!


Bilirim ve bildiririm ki; dünya yalan, hayat güzeldir. 

Hüseyin Cem ÇÖL
5 Ağustos 2013 - H 309 

"İstemem, Eksik Olsun!"



Ne yapmak gerek peki? Sağlam bir arka mı bulmalıyım? Onu mu bellemeliyim? Bir ağaç gövdesine dolanan sarmaşık gibi, önünde eğilerek efendimiz sanmak mı? Bilek gücü yerine, dolanla tırmanmak mı? İstemem!

Herkesin yaptığı şeyleri mi yapmalıyım Le Bret? Sonradan görmelere övgüler mi yazmalıyım? Bir bakanın yüzünü güldürmek için biraz şaklabanlık edip, taklalar mı atmalıyım? İstemem, eksik olsun!

Her sabah kahvaltıda kurbağa mı yemeli? Sabah akşam dolaşıp pabuç mu eskitmeli? Onun bunun önünde hep boyun mu eğmeli? İstemem! Eksik olsun böyle bir şöhret, eksik olsun!

Ciğeri beş para etmezlere mi “yetenekli” demeli? Eleştiriden mi çekinmeli? ‘Adım Mercuré dergisinde geçse’ diye mi sayıklamalı? İstemem! İstemem, eksik olsun!

Korkmak, tükenmek, bitmek… Şiir yazacak yerde eşe dosta gitmek. Dilekçeler yazarak içini ortaya dökmek? İstemem, eksik olsun! İstemem, eksik olsun!

Ama şarkı söylemek, düşlemek, gülmek, yürümek… Tek başına… özgür olmak! Dünyaya kendi gözlerinle bakmak. Sesini çınlatmak, aklına esince şapkanı yan yatırmak. Bir hiç uğruna kılıcına ya da kalemine sarılmak; ne ün peşinde olmak, para pul düşünmek; isteyince Ay’a bile gidebilmek…
Başarıyı alnının teriyle elde edebilmek…

Demek istediğim, asalak bir sarmaşık olma sakın. Varsın boyun olmasın bir söğüdünki kadar. 

Yaprakların bulutlara erişmezse bir zararın mı var?


Cyrano De Bergerac'tan

29 Haziran 2013 Cumartesi

Nadas Zamanı


Yeni yayın döneminde yeniden merhaba diyebilmek dileğiyle.

Hüseyin Cem ÇÖL
29 Haziran 2013 - Sivas 

27 Haziran 2013 Perşembe

Deplasmanda Plasebo


Allah'ım kaderimde anarşi ve protesto 
antidepresanlar ve içi boş bir gardırop 
ne de çok yer kaplıyor mesela al pacino 
yardımın gerekiyor kadıköy'deyim stop. 

Allah'ım kaderim bu sentimental ambargo: 
alternatif referans potansiyel salvo yok, 
sadece klostrofobi, hicran türbülans ve şok; 
cariyeler çekilmiş yeraltına cumburlop. 

Allah'ım kaderimi sen yazdın sen bilirsin 
kalbim oyuncak mı ne, ne kolay kırılıyor? 
'deplasmandır bu dünya' diyor albino şeyhim 
plasebo yutturuyor bana depresif doktor. 

Allah'ım kaderimden şikayetçi değilim 
aksine bahtiyarım evrende bana da rol 
verdiğin için şahsen, Allah'ım bizler senin 
falsolu kullarınız, n'olur bizden razı ol. 

MURAT MENTEŞ 

23 Haziran 2013 Pazar

Masal





"İslamiyet de Marksizm de belli bir coğrafyanın, belli bir medeniyetin masalları. Hayat büyük, çılgın, deli dolu, ikisinin de dışında."  

Cemil Meriç
(Jurnal - 1 Nisan 1970)

21 Haziran 2013 Cuma

Günün Sözü : "ADİL OL!"


Kafka'nın "Ceza Sömürgesinde" hikayesini pek çok severim. Kaç defa okudum, şimdi de dinleme vakti. Aşk ile buyrun hep beraber dinleyelim :


"—Subayın, artık hükümlüye pek aldırdığı yoktu. Yolcunun yanına gelip, cebinden küçük deri çantayı çıkardı; kağıtları karıştırarak, içinden aradığını bulup yolcuya gösterdi, "Okuyun!" dedi. "Okuyamam," dedi yolcu, "söyledim size, bu yazılardan bir şey anlamadığımı. "Yakından bakmaya çalışın." dedi subay ve birlikte okuyabilmek için yolcunun yanına sokuldu. Fakat bu da yarar sağlamayınca, yolcunun, yazıyı izleyebilmesi için serçe parmağını kağıdın üzerinde, değdirmeden -sanki kağıdın yüzünü, temasıyla kirletmeye cesaret edemiyormuş gibi- parmağını değdirmeden gezdirerek, yazının ana hatlarını çizdi. Yolcu, hiç olmazsa, bu işte subayı memnun etmek için çaba gösterdi, fakat bir türlü sökemiyordu: "ADİL OL!” diye yazılı orada," dedi. "Artık okuyabilirsiniz tabii." Yolcu, kağıdın üzerine öyle eğilmişti ki, subay, elini sürer diye korkarak, hemen geri çekti; yolcu bir şey söylemedi, ama yazıyı hala sökemediği besbelliydi. "Adil ol! yazılı orada." diye tekrar etti subay. "Be1ki." dedi yolcu, "inanıyorum size." "Peki, öyleyse," dedi subay; hiç olmazsa biraz tatmin o1muştu; merdivene çıktı; kağıdı dikkatle nakkaşın içine yerleştirdi. "


Franz KAFKA - Ceza Sömürgesinde 

14 Haziran 2013 Cuma

İstibdat Bitmez Bu Topraklarda



Bilmez değildim bu gerçeği ya, huyum kurusun işte, illaki bir yazarın gerçeği kurgunun içine bandırıp hayatın içine yedirmesi gerekiyor ki net algılayabileyim.

Bir haftadır ara ara okuduğum ve nihayet bu akşam bitirebildiğim Ahmet Altan’ın “Kılıç Yarası Gibi” romanı, işte hep bildiğim o gerçeği, kâfur tas içinde önüme koyuverdi. Şu paragraf romanın son sayfasından:  

“… İstibdat bitti diye sevinen, şimdi çoktan ölüler diyarına göçmüş bu halkın, bu topraklarda istibdadın hiç bitmeyeceğini, biri bittiğinde yenisinin başlayacağını, bu topraklarda yalnızca istibdadın yetişebildiğini bilmediklerini düşünüyordu.”

Bu toprakların mayasında var otoriterlik. Herkes, en sağından en soluna kadar, birlikte barış içinde yaşamayı değil, sadece herkesin kendisine râm olmasını arzuluyor içten içe. İstibdata karşı çıkanlar, aslında, istibdadın kendisine değil, müstebide karşılar.

Bir özet geçeyim istedim.

Hüseyin Cem ÇÖL
   14 Haziran 2013 – H 309