Kafka’ya…
Biliyorsun, hayatımın sis’ler
içinde bıraktığım ve pek de hatırlamak istemediğim bir dönemini, seni okumakla,
senin peşinde koşmakla tükettim. Hatta o günlerin izlerini taşıyan “Kafka’nın
Peşinde” başlığını koyduğum bir dosyam bile hazır duruyor kitaplığımda. Belki
bir gün ilaveler yaparım da, senin ve benim adım bir kitap kapağında buluşur,
ne hoş olur. Lafı uzatmadan sadede geleyim. Senin yazdıklarının epeycesini ve
bu arada elbette on bir oğlunu okudum. Şimdi okuma sırası sende. Sana on bir değil
ama yedi öğrencimden bahsetmek istiyorum. Doğrusu şu ki, hiçbirini adamakıllı
tanımıyorum. Sadece biriyle, bir akşamüstü çay içip sohbet etmişliğim var o
kadar. En çok da onu tanıdım diyebilirim zaten. Ötekiler hepten silik izlerden
ibaret. Bu mektup ise, silik izleri bir araya getirip, bir anlam arama çabasından
ibaret. Sahici bir anlama ulaşabileceğimden kuşkuluyum. Her şey beynimizde olup
bitiyor sonuçta. Parçaları etrafa dağılmış bir yap-bozu birleştiriyor değilim;
birkaç parçası elde kalmış, tabanlığı bile kayıp bir yap-bozu el yordamıyla
inşa etmenin peşindeyim. İşim zor. Sadece göstereceğim çabayı önemsiyorum. Şurası
da var ki, balıklar gibi zihnimde oynaşıp duran bu tuhaf çağrışımları yerine
göre bir baba gibi, bir kardeş gibi, -dürüst olmam gerekirse bazen- bir sevgili
gibi, bir eş gibi, bir yoldaş gibi, bir sırdaş gibi, bir hoca gibi, bir ağabey
gibi ama en çok bir insan gibi seviyorum. Biri hariç. Sana yazdığım bu mektup, biraz
da sevdiklerimi neden sevdiğimi anlama çabası. Tamam, kimse hariç değil, sözümü
geri aldım, anlatırım yeri gelince. Gece
uzun, mevzu derin, yazacağım sabaha kadar.
Bu kadar girizgah yeter.
Gece demini aldığına göre
başlayabilirim takdim faslına.
*
Yedi öğrencim var.
Birincisi, kendisini fark ettiğim
ilk günden bu yana hep “depresif”. Cesaret edebilsem bir gün diyeceğim ki, “gel
bakalım kuzum, neyin var, anlat bana…” Üç aşağı beş yukarı ne anlatacağını da
tahmin etmiyor değilim: Sorunlu bir ergenlik, kendine yabancılaşma, hayattan
kaçış, şiirle ve müzikle mutlu olma gayretleri, belki geride yarım kalmış kırık
dökük bir aşk kalıntısı… Hikayesini kendi ağzından dinlesem elimden ne gelir?
Hiç. Bir yaraya merhem olmayacağımı bilsem de, yine de dinlemek isterim sonuna
kadar. Çünkü şunu bilirim ki, uzun uzun sıkıntılarından bahseden biri, belki
gözü dolacak, belki ağlayacak; ama er geç anlatmaktan bitap düşüp yorulacak ve
kısa bir an bile olsa “rahatlayacak”. O “rahatlama” anına tanık olmanın ve buna
salt dinleyerek bile olsa katkıda bulunmanın hazzını yaşamak isterim. Aslına
bakarsan –çok iyi bilirsin ya- kimseye ilaç olamam, kimseyi teselli edecek iç
ferahlatıcı, yüksek tesirli sözler söyleyemem, beceriksizin biriyimdir teselli
konusunda. Söyleyeceğim tek söz, bildik bir klişedir: Çok da dert etme, beterin
beteri var, yeryüzünde senden daha kötü durumda olanlar var; hem hayat güzel,
kuşlar uçuyor, bardağın dolu tarafını gör vs… Ki, -yine çok iyi bilirsin ya-, bu klişeyi de
hiç sevmem, sanki başkalarının felaketlerinden mutluluk payı çıkarır gibi bir
havası var. Karşımdaki insan çözülse, yine de aklıma teselli edici başka bir
laf gelmez, bu iğrenç klişeden medet umarım. Diyeceğim o ki, bu öğrencim bir
gün bana içini açsa, hiçbir şey değişmeyecek, belki bir an kendi sergüzeştini anlatmış,
anlatabilmiş olduğu için “huzur” duyacak; yanımdan ayrıldığında ise yine kendi
derdiyle başbaşa kalacak, çözümü de eğer varsa yine kendi bulacak ya da
çözümsüzlüğü içinde ölü bir bebek gibi taşımasını öğrenecek. Yeryüzüne atılmış
her insanın yaptığı gibi.
İkincisi, yüksek doz mizah ve
yüksek doz zeka. Ve ne acı ki, yaşadığı olaylara, hayatındaki küçük detaylara mizahi
açıdan yaklaşan her insanda olduğu gibi, içinde bir hüzün kazanı kaynıyor.
Mizah onda bir maske. İçteki mutsuzluğun, hüznün, hayatta aradığını
bulamamışlığın maskesi. Onun zeka kokan mizahına her tanık oluşumda, yüzüme yaydığı
tebessümden ötürü kendisine gıyaben teşekkür ediyorum; ancak hemen ardından
mizahın altındaki devasa hüzün aysberginin varlığı kendini belli edince, onun
adına samimiyetle üzülüyorum. Kendisi nedense mutlu görmek istediğim insanların
başında geliyor. Belki o gün, aradığı her neyse onu bulduğu ve mutlu olduğu o gün,
hüzün yakıtı kalmayacağı için ender insanlarda görülen zeka yüklü mizahi
yaklaşımı da son bulacak. Olsun. Bir gün onun halının desenleriyle nişanı
bozduğunu anladığımda diyeceğim ki, “ne iyi, cancağızım kurtardı kendini
sonunda, hakettiği mutluluğa kavuştu.”
Üçüncüsü, karyola demirindeki
deliğin acımasızca kendini hatırlatışını ya da ceketin sol cebinin iç yakıcı yalnızlığını/yok
sayılmışlığını damarlarında duyumsayacak kadar bana benzeyen biri. Kendimi ne
kadar tanıyorsam, onu da o kadar tanıyorum. Kendimi ne kadar seviyorsam, onu da
o kadar seviyorum. Geçmişimde yaşadığım mutsuzlukları yaşamasını hiç istemem
ama biliyorum ki bana bu kadar benzeyen biri, az çok benim hayat yoluma benzer
bir yoldan yürüyecek, sanat (hassaten edebiyat) ile hukuk mesleği arasında
denge kurmaya çalışacak, kuramayacak, bocalayacak, belki benden çok daha önce
aklını başına alıp hayatın gerçeğinin maddiyatta yattığına kanaat getirecek ve sakin
bir limana demir atacak, gençlik yıllarını ise “az deli değilmişim” diye yüzünde
gevrek bir gülümsemeyle anacak. Kahin değilim, geleceği bilemem. Ama merak
etmiyor da değilim: Hakiki sanat, insana yol göstermez; insana sadece azık -hayatı
ve dünyayı kavrayış, yorumlayış zenginliği, biraz da empati yeteneği- verir, o
azık yardımıyla insan kendi yolunu kendi bulacaktır. Oysa kenarda bekleşen
simsarlar (her türlü –lik, -lık, -izm), insanı kendi yollarının doğru yol
olduğuna ikna etmeye çabalar. Hatta insan, bu simsarların kucağına doğar.
Simsarların elinden kurtulup kendi yolunu kendi çizmek, aklını kullanmaya cüret
etmek, her babayiğidin harcı değildir. Simsarların elinden kendimi kırk yaşında
kurtardım. Peki sen ey yirmi sene önceki halim, ne zaman kurtaracaksın kendini
simsarlardan ya da kurtarabilecek misin?
Dördüncüsü, bir tablo. Hüzünden
azade güleç bir yüz. Sanki hep çocukluğunda, ergenliğinde el üstünde tutulmuş
gibi, hayatın acı yüzüyle hiç tanıştırılmamış gibi ve bundan sonra da hayatı
hep böyle steril yaşayacakmış gibi. Gerçek bir hayatı olmadı ve hiç de
olmayacak. Bu yüzden, gerçek bir acısı ya da gerçek bir sevinci de olmayacak.
Hayat ona hep altın tepside sunulacak. Çok çalışmayacak, çünkü çalışmasına
gerek olmayacak. Hayatın anlamı üzerinde kafa yormayacak. Hayatın ortasında
tebessüm yayan bir parlak bir elbise. Zararsız, hatta tebessüm yaydığına göre
yararlı ama sahici olmayan bir görüntü.
Beşincisi en sevdiğim ve en az
tanıdığım ve tanıdıkça neden sevdiğime anlam veremediğim. Ne birincisi gibi gizemli,
ne ikincisi gibi zeki, ne üçüncüsü gibi duyarlı, ne dördüncüsü gibi ışıltılı. Biraz
çocuksu, biraz saf, çokça basit. Sadece varlığı mutluluk verici. Ötesi olmayan
bir mutluluk. “İyi ki varsınız”dan ibaret, var olmanın mutlu olmaya kâfi
geldiği bir parlaklık. Belki budur beni çeken. Hüzün kaynamıyor içinde,
anlatmaktan imtina ettiği dertlerle muzdarip de değil. Fikri derinliğine de
tanık olmadım, dünyayı kavrayış zenginliğine de. Sadece “var” ve o’nun
varlığına tanık oluşum beni nedense çok mutlu ediyor. Bu kısa takdim, onu
yeriyor mu, övüyor mu bilemedim bir an. Bildiğim şu: Başbaşa kalsam kendisiyle
konuşacak hiç ortak noktamız yok. Ve ne tuhaf. Bu ortak noktasızlığı bile onun
kâr hanesine yazıyorum.
Altıncısı, artık uzak bir anı.
Hayatın beni Trabzon’a savurduğu günlerin seherinde karşıma çıkan, henüz sis’ler
içinde önümü zor görürken tesadüf ettiğim, bana samimiyetle uzanan ve benim kabaca
reddettiğim bir yardım eli. Kabaca reddettim çünkü tek derdim vardı “iyi bir
hoca olmak”. Hala da öyledir. Beş yıldır iyi bir hoca olmak, verimli ders
işlemek kadar kafamı meşgul eden ikinci bir derdim olmadı. Bile isteye bu derdi
kendime en büyük dert edindim, diğer tüm dertlerimin ağırlığı azalsın da,
onlardan bir an önce kurtulabileyim diye. Diğer dertlerimin yükü göreceli
olarak azaldığına göre, beş yılın sonunda bu yolda epey mesafe katettiğimi söylemeliyim.
Bu mesafeyi katederken geride bıraktığım hayali enkazlardan biri de bu
altıncısı. Şimdi nerdedir, ne yapmaktadır; hayat onu nereye sürüklemiştir,
bilemem. Dağılan sis’lerden biri.
Yedincisi, bir türlü içimden
atamadığım kinimdir. Uzun uzun yazmaya kalksam kinim artar ve kin, sinede bir
yüktür, bilirim. En iyisi, bu takdim kısa kalsın.
*
İçimde çöreklenmiş insan
tortularını yazıya dökeyim derken şöyle böyle değil harbi yoruldum. Uykum
geldi.
Umarım bu önemsiz mektup,
blogdaki yazı kalabalığı içinde kendini kısa zamanda ve kolayca unutturur.
Hüseyin Cem ÇÖL
14 Kasım 2014 – Pelitli