28 Ocak 2018 Pazar

BUGÜNÜN SARAYLISI



Fatih Ayşen'i seviyor, Ayşen ise Savaş'ı. Savaş, Ayşen'i sevmiş gibi yapıyor ama aslında sevmiyor. Ayşen’i seven Fatih'i, Savaş'ın kızkardeşi Süreyya seviyor ama Fatih, Süreyya'yı sevmiyor. Feride kocası Atıf'a aşık ama Atıf karısını sevmiyor. Ata Bey’in aklı gençlik aşkında yani Ayşen’in rahmetli annesinde. Ata Bey, karısı Üftade'yi sevmiyor. Üftade ve komşu yalıda oturan Savaş'ın annesi Rezzan Ata Bey’i seviyor. Rezzan, rahmetli kocası Kemal’i sevmemiş, aklı Ata Bey’de kalmış. Savaş’ın eski nişanlısı Neslihan, Selim’i sevmiyor ama sevmiş gibi yapıyor. Selim saf, Neslihan’ı seviyor ve sevildiğini zannediyor. Bir de Ata Bey’in atelyede çalışan ustası var. O da karısından boşanmış ama pişman.

Yani, bu dizide sevenler sevilmiyor, birbirini karşılıklı seven kimse yok, herkes yarım, herkes sevgiye aç.

Hüseyin Cem ÇÖL
H 309 - 28 Ocak 2018 

29 Aralık 2017 Cuma

Bir Yanlış


Bazen bir yanlış, bütün doğruları götürür; ne yaparsan yap, o bir yanlışın hatırda kalır.

2004 yılındayız. Doktora ders aşamasındayım. Dersler bitmiş, sıra sınavlara gelmiş. Prof.Hasan İşgüzar’dan aldığımız ya da aldığımızı zannettiğimiz “Kusursuz Sorumluluk” dersinin sınavındayız. Ankara Hukuk’un ikilerin üçlerin amfilerinin bulunduğu o muşmula suratlı arka binasında, soldaki küçük amfilerin birindeyiz. Elliye yakın öğrenci sınavın başlamasını bekliyoruz. Bunların yarısı araştırma görevlisi, yarısı da stajyer avukat, hakim ya da savcı. Sınava hoca gelmedi, kürsüsündeki bir başka hocayı sınavı yapmak üzere gönderdi. Sınavı yapacak hoca abus bir çehreyle sınıfa girdi. Belli ki, sınav işi ona ihale edilmiş ve o da bu durumdan hiç memnun değil. Amfideki uğultunun bitmesini bekledi. Sonra sınav sorularını dağıttı. On dakika kadar bekledi ve aniden amfiyi terk edip gitti. Sınav olmaktayız ve gözetmen yok. Hoca amfiden çıkar çıkmaz, sınav sessizliğini kitap-not hışırtıları böldü. Etrafıma bakındım. Hakim, savcı adayları, stajyer avukatlar, akademisyen adayı araştırma görevlileri, yani işte adalet, hak, hukuk diyenler ve hayatları boyunca adalet, hak, hukuk diyecek olanlar, hepsi, gözetmen hocanın yokluğunu nimet bilip kopya çekmeye koyulmuşlardı.

Sen hariç değil.

Hüseyin Cem ÇÖL 
Pelitli - 29.12.2017

18 Kasım 2017 Cumartesi

16 Kasım 1984


Evimiz Sivas'ın kıyı mahallelerinden birinde. Okulumsa uzakta, çok uzakta. Servis, ne servisi. Hayatın tabanvay olduğu yıllar. Akşam oldu. Ders bitti. Demek ki öğlenciyim. Beyaz yakalık, siyah önlük. Yorgun argın, elimdeki çantayı sallaya sallaya yürüdüm. Karanlık çökmek üzere. Evimizin bulunduğu sokağa geldim. Bir fevkaladelik sezdim, sezilmeyecek gibi değil. Kardeşin hastaymış, hastaneye kaldırmışlar dedi, komşu oğlu. Eve girdim. Annemi göremedim. Sessizlik. Ne çok sessizlik. Bir komşu geldi, beni evlerine götürdü. Akşam yemeğini orada yedim.
Ertesi sabah uyandığımda, pencereden dışarı baktığımda bir marangozun, üzerinde kardeşimin isminin yazılı olduğu bir tahta parçasını özenle yonttuğunu gördüm.
Hüseyin Cem ÇÖL
Pelitli - 18 Kasım 2017

13 Kasım 2017 Pazartesi

GECE NOTLARI


Saat beş olmak üzere. Gece bitsin de bir an önce sabah olsun diye oyalanıyorum. Biraz sınav kağıdı okudum. Sıkıldım. Sınav kağıdı okumayı sevmiyorum. Hep aynı ifadeleri dön dolaş en baştan bir daha bir daha okurken, bütün bir sınıf kahkahalar eşliğinde beynime tecavüz ediyormuş gibi hissediyorum. Esasında ne sınav kağıdı okumayı, ne sınav yapmayı, ne de sınav olmayı seviyorum. Mesleğimin beni en çok rahatsız eden, mutsuz kılan, gerginleştiren tarafı da işte bu. Okuyayım, bıkmadan okuyayım, öğreneyim, tablolar, şemalar, pratikler hazırlayayım, ölesiye çalışayım, kürsüye çıkıp saatlerce dilimin döndüğünce ders anlatayım tamam. Ama sınav olmasın. Dersime de öğrenci, sınavdan geçmek için değil, sadece öğrenmek için gelsin.

Saat beşi geçti. Daha sabaha çok var. Yedi buçukta kızımı okuluna bırakmam lazım. Yediye kadar uyusam, uyuyabilsem iyi olacak ama birincisi uyuyabilecek miyim, ikincisi uyumalı mıyım? Şimdi uyusam, uyur kalırım saat yedide kalkamam, kızımı okula bırakamam, kızım dolmuş kullanmak zorunda kalır, yatakta uyku arasında babalığımı sorgularım, uykuyu da kendime piç ederim. En iyisi uyumamak. Yediye ne kaldı ki şunun surasında.

Az önce, birkaç haftadır aklımdan çıkmayan aziz dostum Salavin’i aradım internette ve yıllar önce oraya buraya yazdığım kendi mektuplarıma ulaştım. 2006 yılında salavininruznamesi.blogspot.com adresini açmışım ve buraya 7 mektup yüklemişim. Sitenin şifresi, maili aklımda kalmamış. Buraya artık ne bir şey ekleyebilirim, ne de burada yazılanları silebilirim. Yazılar benim ama yazılara müdahale edecek iradem yok, artık onlar internet denilen sonsuz çöplükte varoluşsal sorunlar içinde çaresizce bekleşen kelime yığınlarından ibaret.    

Sitenin tepesine “hayat bir yontulma sanatıdır” aforizmasını yapıştırmışım. Gençliğimde bu sözü ne çok söylerdim. Şimdi, aradan yirmi küsur sene geçtikten sonra, gençlik düşüncelerimin yerinde yeller esiyor. Düşünceler silindi gitti, yerine yenileri geldi, bir tezden zıt bir teze savruldum. Ben, hem çok değiştim, hem de hep aynı kaldım. Az sonra sabah ezanları okunacak. Mutlulukla dinleyeceğim. Çünkü, çok küçükken, daha ortaokul talebesiyken, sıcak yatağımda gözlerimi açar ve sabah ezanını sonuna kadar dinlerdim. Ezanın verdiği mutluluk, çıkmamacasına genlerime işlemiş. Ezanı dinleyeceğim, mutlu olacağım ama o kadar işte. Devamı gelmeyecek.


Ölene kadar da gelmeyecek. 


Pelitli – 13.11.2017
Hüseyin Cem ÇÖL

16 Ağustos 2017 Çarşamba

20 Mayıs 2017 Cumartesi

Vaziyet


Sanki yazarlar roman yazmayı bırakmışlar gibi, sanki film çekilmez olmuş da bütün sinemalar kapanmış gibi, sanki tiyatrolarda oyun oynanmıyormuş gibi. Bir kuruluk, bir yavanlık, bir tatsızlık hakim hayata. Her yanda nobran bir bağırtı, öfke ve şiddet dolu, öyle bir bağırtı ki, tüm güzel sesleri susturmuş gibi.

Yıllar var ki böyle.
Hüseyin Cem ÇÖL
H309 – 20 Mayıs 2017 

28 Mart 2017 Salı

Üç “Tuhaf” Anı


Birincisi : İkibinli yılların başındayız. İnternet henüz emekleme devresinde. Yeni bir mail adresi almıştım ama ne işe yarayacağı hususunda en ufak bir bilgim yoktu. Parasızlıktan eve internet de bağlatabilmiş değilim. Fakültenin ortak bilgisayarından ne kadar girebilirsek artık. Neyse konumuz bu değil. Lafı uzatmadan bir paragrafta anımı anlatmam lazım. O vakitler Ankara’dayım. Zonguldak’taki üniversitede yardımcı doçent doktor unvanına sahip bir tanıdığım vardı. Bir akşam beni telefonla aradı. Ankara’da yayın yapan akademik dergilere makale göndermeyi düşündüğünü ve benden bu konuda araştırma yapmamı istedi. Ankara’da çıkan akademik dergiler hangileri, yayın yapmak için hangi kriterleri arıyorlar, makale hangi adrese gönderilecek vs. Benden istediği tüm bu bilgileri nasıl öğreneceğim? Tek tek tüm fakülteleri (Ankara SBF, Ankara HF, Gazi İİBF, Gazi HF, Bilkent, ODTÜ vs.) gezip, sorulan sorulara ilgiyle cevap veren, yardımcı olmak için cansiperane çalışan ve etrafına neşe saçan memurlardan/memurelerden doküman toplamak lazım. Zor bir iş. Üstelik “sonuç” alabileceğim de şüpheli. Sonra aklıma internet geldi. İnternette, tüm bu fakültelerin iyi kötü bir sitesi var. Fakülte dergileri hakkında da, tanıdığımın benden istediği tüm bilgiler sitelerde mevcut. Bir saatlik aramayla, edinilebilecek tüm bilgileri edindim ve bir klasöre kaydettim. Peki bunları nasıl göndereceğim? Mail adresim var ama karşı tarafın mail adresi bende yok. Ki, olsa bile, netten öğrendiklerimi netten göndermek bana “tuhaf” geldi. Peki ben ne yaptım? Klasördeki tüm verilerin çıktısını aldım ve çıktıları bir zarfa doldurup klasik yöntemle yani mektupla Zonguldak’a gönderdim.  

İkincisi : İkibinli yılların ortasındayız. Yine Ankara’dayım. Maaş yetmiyor. Masraf çok ama gelir sınırlı. Hiç sevmediğim halde, cebe üç-beş kuruş girsin diye “sınav gözetmenliği” yapmak zorunda kalıyorum. Ne sınavıydı unuttum. Belki KPSS, belki Açıköğretim. Sabah erkenden görevli olduğum okula gittim. Sınav üç saat. Yapılacak işler belli. Sınav kitapçıklarını dağıt, sınav evrakını doldur, sonra sınavın bitmesini bekle. Salon başkanlığı yapmanın -mevzuatta yeri olmayan- bir ayrıcalığı var: Yanımda “kitap” götürebiliyorum. Yapılacak işler bitti. Kitabımı açtım, başladım okumaya. Osman Aysu’nun bir romanı: “Tavşan Uykusu”. Osman Aysu, kendini okutan bir yazar ama romanları “kaçak edebiyat” türünden. Hayata dair esaslı sorular soran ve bunlara cevap arayan bir yazar değil Osman Aysu. Neyse konumuz bu değil. O gün, orada romanı bitirdim ama sınavın bitmesine daha bir saat vardı. Sınıftan çıktım. Koridorda biraz gezineyim de zaman geçsin istedim. Zaten içerde bir gözetmen var, bensiz sınıfı pekala idare eder. Koridorda, yavaş adamlarla bir aşağı bir yukarı volta atıyorum. 20 metre uzunluğundaki koridorda aşağı yukarı 20 tur attıktan sonra, yürümekten yoruldum ve sınıfıma geçeyim istedim. Sınıfa girdim. Baktım ki, öğretmen masasının etrafında yan sınıfın salon başkanı ayakta duruyor ve sınav evrakını inceliyor. Hemen yanında bittim. İçimden “benim sınıfımda ne işin var be adam, hadi sınıfa girdin diyelim, ne diye sınav evrakını karıştırıyorsun” diye kızıyorum ama birşey diyemiyorum çünkü karşımda duran benden 10 yaş büyük bir öğretmen sonuçta. Hem yaşına, hem mesleğine saygım var. Adamın ensesindeyim. Bana karıştırdığı sınav evrakını gösterdi. Bir öğrenci, sorularda birden çok seçeneği işaretlemiş, gülerek “ne tuhaf öğrenciler var” dedi. Tamam, ortada bir tuhaflık var ama sanane, banane be adam! Öğrenci bu, isterse cevap kağıdına örüntü yapar, sen ne karışıyorsun başkasının işine, illa karışacaksan git kendi sınıfına, orada karış! Sabrımın son sınırındayım. Adama ağzıma geleni söyleyecek ve sınıftan kovacaktım, ki tam bu esnada, sınıfın arka sıralarında oturmakta olan gözetmen ayağa kalktı ve bize doğru yürüdü. Aaaa! Bu benimle birlikte görev yapan gözetmen değil. Etrafa dikkatle baktım. Lan bu benim sınıfım da değil. “Pardon” bile demeden hemen çıktım oradan. Kendi sınıfıma girdim ve sınav bitene kadar masamdan kalkmadım. Başımı çevirip koridora bile bakmadım.    

Üçüncüsü : Doksanlı yılların sonu. Ünye’deyim. Uzaktan bir akrabam ortağıyla birlikte trafik kazasında vefat etti. İlkokul öğrencisi olan küçük kardeşimle beraber Ünye merkezindeki büyük camide cenaze namazını kıldık. Ölenlerden biri akrabam ama uzaktan. Tanıdığım kişi bir elin parmakları kadar. Diğer öleni ve yakınlarını ise hiç tanımıyorum. Neyse işte, namazı eda ettik, sırada defin merasimi var. Mezarlık Ünye’nin bir tepesinde diye biliyorum. Namazdan sonra ortalık bir anda karıştı. Alelacele mevtalar cenaze aracına yüklendi. Mezarlığa gitmek isteyenler kendi araçlarına hücum etti. Bende araç yok. Öyle kalakaldım. Yürüme mezarlığa gidilir, nerden baksan yirmi dakikada oradasın ama hava sıcak ve nemli, yürümeyi göze alamadım. Gözüme bir pikabı kestirdim. Defin merasimi için yola çıkmakta iken, pikabın arkasına kardeşimle beraber yerleştik. Pikap hareket etti. Biz cenaze konvoyunun ortasındayız. Konvoy, camiden çıkıp Niksar Caddesine saptı ve cadde boyunca devam etti. Niksar Caddesi bitti, Ünye bitti ama konvoy yoluna devam etti. Gidiyoruz. Nereye bilmem? Tanımadığım bir adamın pikabındayım. Etrafa bakıyorum. Diğer araçlara. Kimseyi tanımıyorum. Bir anda içine düştüğüm “tuhaf” durumun farkına vardım: Yanlış konvoya katılmışım. Benim akrabamın cenazesi Ünye merkezdeki mezarlıkta defnedilecekti. Oysa ben, ölen diğer kişinin cenaze konvoyuna katılmışım ve nereye gittiğim hususunda en ufak bir bilgim yok. Kardeşimin kulağına “Ömer, yanlış cenazedeyiz, çaktırma” dedim. Olan olmuştu. Yapacak bir şey yok. Hiç tanımadığım birini defnetmek için, Ünye’nin dağ köylerinden birine, hiç bilmediğim bir yere gidiyordum. Etrafa bu kez başka nazarla bakındım. Allahım bu nasıl bir güzellikti! Yemyeşil ormanlar. Adeta görsel şölen! İnsanın burnunu sızlatan çimen, ot ve ağaç kokusu. Caddeden sağa saptık. Yol iyice yol olmaktan çıkmaya başladı. Pikabın içinde sağa sola savruluyoruz. Fakat ben, içinde bulunduğumuz tuhaf durumu çoktan kanıksamışım, hatta “cenaze konvoyunda olduğumuz halde” durumun tadını çıkardığım bile söylenebilir. Irmaklardan, köprülerden geçtik. Manzara beni benden aldı, sarhoş etti. Sanki cenaze konvoyunda değil de, turistik gezideyim. Üstelik bedava. Açık havada pikapla gezinti. Yarım saatten çok sürdü bu müthiş güzel yolculuk. Hayatımda unutamayacağım müthiş bir tat aldım. Nihayet cenaze evine vardık. Kadınlar ağlaşmaya başladı. Uzaktan sessizce olup biteni izledim. Mevtayı evin bahçesine gömdüler. Güzel bir bahçeydi. Hemen altında bir dere akıyordu. Pırıl pırıl bir dere. Dualar edildi. Allah mekanını cennet etsin rahmetlinin. Akşam üzeri, kardeşimle beraber geri dönen araçlardan birine atladık ve Ünye’ye sağ-salim ulaştık. Kardeşime bu yaşadıklarımızdan, yanlış cenazeye gittiğimizden kimseye söz etmemesini tembih ettim, hatta yemin verdirdim. O sözünü tutmuştur. Benim dilim gevşek.  

Yarın yağmur az yağsa bari.

Hüseyin Cem ÇÖL
Pelitli – 28 Mart 2017 

1 Mart 2017 Çarşamba

Boşa Kürek


Karadeniz Teknik Üniversitesi Önlisans Ve Lisans Eğitim-Öğretim Sınav Değerlendirme Ve Öğrenci İşleri Yönetmeliğine göre “Bir dersin yarıyıl sonu sınavına girebilmek için, o derse kayıtlı olmak ve ilk defa alınan derslerin en az % 70’ine, uygulama ve/veya laboratuvarların en az % 80’ine katılmak zorunludur. Bu şartları yerine getiremeyen öğrenci yarıyıl sonu sınavına alınmaz. Bu öğrenciye (D) devamsız harf notu verilir (m.14/2)”.

Lisans (ve önlisans) öğrencilerine derslere devam zorunluluğu getirilmeli midir? Bu hususta, lehte veya aleyhte görüşler ileri sürülebilir. Her görüş, mantıklı bir temele oturduğu, daha adil olanı bulma çabasında bulunduğu sürece elbette değerlidir.

Bu noktada evvela iki hususu vurgulamak gerekir:

Birincisi, derse devam zorunluluğuna ilişkin aleyhteki görüşlerin haklılık payının fazla olması, kuralın uygulanmamasını gerektirmez. İçimize sinmese de, rahatımızı bozsa da, çıkarlarımıza aykırı olsa da, kurallara uymak ve kuralları uygulamak zorundayız.

İkincisi, derse devam zorunluluğuna ilişkin kuralın bulunması ve kuralın uygulanması gerektiği, kuralı eleştiriden muaf kılmaz. Kurallar, insan ve toplum ihtiyaçlarını karşılamak içindir. İhtiyaçlara denk düşmeyen kurallar değiştirilir ve yerine “daha adil, daha yararlı, daha uygulanabilir” olanı konulur. Pozitif hukuka uymak zorunda kalmak, ideal hukuku aramaktan alıkoymaz, alıkoymamalıdır.

Bu yazıda amacım, devam zorunluluğuna ilişkin Yönetmeliğin 14/2 hükmünün eleştirisini yapmak, devam zorunluluğu uygulamasının yararlarını ve sakıncalarını ortaya dökmek ve şahsi kanaatimi ortaya koymak DEĞİLDİR. Bu konuda, sosyal medyada ve kapalı kapılar ardında görüş ileri sürenleri, kuralın değiştirilmesi için çaba gösterenleri önemsiyorum ama benim bu yazıda çözüm aradığım, devam zorunluluğu olsun mu olmasın mı sorunu değil.      

Devam zorunluluğu Yönetmelik maddesi gereği elbette uygulanacak, kurallar saksı değildir, kurallar uygulanmak içindir. Buraya kadar tamam. Asıl mesele şu: Peki nasıl uygulanacak?

İlgili Yönetmelik maddesi teorik derslerde yarı yıl sınavına girebilmek için %70 devam zorunluluğu getirmiş ama öğrencinin “devam zorunluluğunu” sağlayıp sağlamadığının nasıl belirleneceğini, diğer ifadeyle “yoklamanın nasıl alınacağını” belirsiz bırakmış. Bu yönüyle madde pek çok soruya ve soruna gebe.

Bu hususta aklıma gelenleri sıralıyorum:

Madde metninde yoklamanın “imza” almak suretiyle alınmasına ilişkin bir ifade yok. Dolayısıyla “devam” alınacak ama yöntemin “öğrenciden imza alınması” olması zorunlu değil. Doğrusu, “imza” alınması hususunda alt düzenleyici işlemler (senato kararı, dekanlık kararı vs.) var mı bilmiyorum. Fakat, salt Yönetmelik maddesi nazara alındığında, “imza”nın sözünün edilmediğini, dolayısıyla “devam” zorunluluğunun imza almak dışında başka yöntemlerle de sağlanabileceğini akla geliyor.

Ne gibi yöntemler?

İlkokulda öğretmenlerimiz yoklama alırken isimlerimizi okurdu ve ismi okunan öğrenci “burda” derdi. En hızlı ve sorun çıkarmayan “tespit” bu olsa gerek. Bir ders sorumlusu, üniversitede bu yöntemi kullanabilir mi? Alt düzenleyici işlemlerde başka bir yöntem kullanılması emredilmediği sürece, Yönetmelik maddesinin “isim okunarak devamın tespitini” mümkün kıldığını, en azından bunu yasaklamadığını söylemek mümkün.

Bir an için, “devam zorunluluğunun” sadece “imza” alınarak tespit edileceğini varsayalım. Ki, uygulama şu an bu yönde. Yani derse gelen öğrencilerden “imza” alıyoruz, devamın tespitini imzaları toplayarak yapıyoruz. Fakat, “imza” alınması uygulaması da çeşitli sorunlara gebe.

Birincisi, öğrenciden “kaç imza” alacağız?

İkincisi, imzaların “denetimini nasıl” yapacağız?

Üçüncüsü, imzaları “nasıl” alacağız?

Birincisi, öğrenciden “kaç imza” alacağız? Çarşamba günleri saat 14-17 arasında Ticaret Hukuku-II dersim var. Bu derste “1” imza mı almalıyım, yoksa “3” imza mı almalıyım? “3” imza alacaksam, her ders ayrı ayrı mı imza almalıyım yoksa “3 imzayı toptan” alabilir miyim? “1” imza alacaksam, bu imzayı dersin başında (saat 14’te) mı, dersin ortasında mı (saat 15:30’da) yoksa dersin sonunda mı (saat 17’de) almalıyım?

“Kaç imza alınacak?” sorusu kadar, hatta bu sorudan daha önemli başka bir soru var: “İmzaların denetimi nasıl yapılacak? Başkasının yerine imza atanlar nasıl tespit edilecek?” Bu sorunun cevabı kolay denebilir. İmzaları sayarsın, sonra öğrencileri sayarsın. İmza ve öğrenci sayısı eşitse, sorun yok demektir. İmza sayısı az, öğrenci sayısı fazla ise “imza atmayan kim?” diye sınıfa/amfiye seslenirsin, imza atmayan gelir, imzasını atar ve sorun hallolur. Peki ya imza sayısı öğrenci sayısından fazla çıkarsa? Şüphesiz asker uyumaz, öğrenci de başkasının yerine imza atmaz. Ben de, “öğrencilerden bazıları, derse gelemeyen başkalarının ricasını kırmayarak onların yerine imza atar” demiyorum zaten. Belki melekler atıyordur o fazladan imzaları, kimbilir? Ne yapacağız, nasıl tespit edeceğiz başkasının yerine imza atanları? Ders sorumluları grafoloji bilmek zorundalar mı? Ortalama 250 kişilik sınıflarda imza denetimi yapmanın zorluğundan geçtim, imkanı var mıdır? İmza denetimi yapmak imkanı yoksa, yapılan “imza alıyormuş gibi yapmaktır” ve aslında olan biten de budur.

Üçüncü soru ise “imzaları nasıl alacağız?” Uygulamada, imza listesi sınıfta gezdirilerek imza toplanmaktadır. İmza listesinin sınıfta gezdirilmesi dersi ifsat etmektedir, deyim yerindeyse haylaz bir öğrenci gibi dersi kaynatmaktadır. Çünkü, hem öğrenci, hem ders sorumlusu derse değil imza listesine odaklanmaktadır. Zaten teknoloji bağımlılığı nedeniyle pek çoğumuz odaklanma sorunu yaşıyoruz. Ders işlenmesinin amacı dersin öğrenilmesi ve öğretilmesidir. İmza zorunluluğu, amacı devre dışı bırakmakta, aracı amacın önüne geçirmektedir. Zoraki sınıfta oturan öğrenci, ders sorumlusunun ve istekle derse gelen diğer öğrencilerin de motivasyonunu düşürmektedir. İmza listesi sınıfta elden ele dolanırken, cilveli bir kadın gibi ilgi çekmekte, öğrencilerin (ve maalesef ders sorumlusunun) zihinlerini meşgul etmektedir. Sınıfta dolaşan imza listesi, dersin amacını saptırmaktadır. Bu noktada şu çözüm düşünülebilir: İmza listesi sınıfta dolanmasın, kürsüde dursun, her öğrenci kürsüye gelip imzasını atsın, sınıfta 250 kişilik uzun kuyruklar oluşsun ve bu uygulama her ders bıkmadan usanmadan yapılsın. Bu uygulama yararlı olabilir. Böylece öğrenciler, annelerimizin babalarımızın yetmişli yıllarda tüp kuyruklarında, gaz kuyruklarında neler çektiklerini anlayıp, empati kurabilirler, sahip olduklarının değerini daha iyi anlarlar ve daha hayırlı bir evlat olmak için çabalayabilirler. Öğrencilere hiçbir şey öğretemezsek, hiç değilse sabırlı olmayı öğretebiliriz böylece. Fakat benim şekerim var. Beni mazur görün.

Yukarıda şahsi kanaatimi söylemeyeceğim dedim ama dayanamayıp söyleyeceğim. Öğrenci sayısının 40’ı geçmediği sınıflarda devam zorunluluğu getirilmesinin hem yararlı ve hem uygulanabilir olduğunu düşünüyorum. Mevcut azsa, öğrenci-ders sorumlusu diyalogu daha sıkı olacağından, yoklama almak daha az zaman alır ve denetim kolay olacağından devam zorunluluğunun tespiti gerçekten hakkıyla yapılabilir. Ancak asıl husus talebenin öğrenmeyi istemesi, ders sorumlusunun da becerikli, birikimli ve en çok da hevesli olmasıdır. Zoraki derse gelen öğrenciye dersi sevdirmek ve öğretmek ise, ders sorumlusunun sorumluluğundadır (Bana 40 kişilik sınıf verin, ben o sınıfı uçururum).

Hülasa, devam zorunluluğu uygulaması ancak az sayıda öğrencinin eğitim aldığı sınıflarda yararlı sonuçlar doğurabilir. 250-300 kişilik sınıflarda ise, devam zorunluluğu uygulamasının hakkıyla yapılabilmesi ve amaçlanan olumlu sonuçları doğurabilmesi muhaldir.

Hüseyin Cem ÇÖL
1 Mart 2017 – Pelitli 

17 Şubat 2017 Cuma

yeniden...


Kar ve Yağışı ve Sen


Az önce balkona çıktım. Dün geceden beri neredeyse hiç dinmeyen kar, hala ağır ağır hiç telaş etmeden yağmaya devam ediyor. Kara ve yağışına yabancı biri değilim. Hayatımda pek çok defa gökyüzünün beyaz dansına şahitlik ettim, hayatımda kaç defa ağır ağır salınan kar taneleri altında derin, niyeyse hep kar yağarken derin düşüncelere dalarak sükunetin ve hazzın doruğunda gezindim. Çocukluğum Sivas’ta, yetişkinliğim Ankara’da, askerliğim Sarıkamış’ta geçti. Belki bu yüzden sadece kışı değil, kışın türevlerini zemheriyi, karakışı, ayazı, tipiyi de hamdolsun bilirim. Birkaç yılı saymazsak hep sobalı evlerde ömür tükettim. Soba kurmak, soba temizlemek, soba yakmak, sobada kestane pişirmek, eve girer girmez sobanın etrafına tüneyip ısınmak gibi “fakir hayatı”nın küçük sıkıntılarına, zevklerine ve cilvelerine de şükürler olsun vakıfım. Çocukluğuma dair hatırladığım en güzel hatıralardan biri de, yastığa baş koyduğumda yanan soba ateşinin tavanda oynaşan kızıl ışığını seyretmekti. Ha bir de sokak lambasının huzmesi altında sakin sakin yağan karın gamsız yağışına tanıklık etmek. Bu zenginlikler hala içimi ısıttığına, yüzümü tebessüm ettirdiğine, gönlüme ferahlık verdiğine göre, pek de fakir büyümüş sayılmam değil mi?


- Cem’cim her şeyi anladım da bu yazıda kardan, yağışından bahsetmişsin ama “ben”den bahsetmemişsin.
- “Sen” öyle san!

Hüseyin Cem ÇÖL 
12 Aralık 2013 - Pelitli