23 Mayıs 2015 Cumartesi

Sol Yanım Ağrıyor


Saatlerce GÜLLÜ dinleyebilirim.
Saatlerdir GÜLLÜ dinliyorum.
Yanında finger bisküvi ve yoğurt.
Canım finger bisküvi ve yoğurt çekti.



Hüseyin Cem ÇÖL
23 Mayıs 2015 - Erzincan

21 Mayıs 2015 Perşembe

Unutursam Fısılda : Hayat Güzeldir...


20 Mayıs 2015 - Çarşamba / Sunum Hatırası.

Daha izlenecek çok film var. Daha dinlenecek çok türkü. O ağaçlıklı yoldan daha nice yürünecek, ılık akşamların tadını çıkara çıkara… Sahil kenarında oturup çay içilecek daha nice akşam. Daha dökülecek çok ter var. Öğrenmenin heyecanının paylaşılacağı nice an var. Okunacak çok kitap var. Yapraklar arasında nice dünya var, anlaşılmayı, keşfedilmeyi bekleyen.   

Belki aşık olmak bile var kaderde yeniden, kimbilir.

Velhasıl, daha yaşanacak bir ömür var. Unutma, unutturma. Unutursam -yanımda ol- fısılda kulağıma.

Daha yapılacak çok iş var.

Film devam ediyor Cem’cim!  

Hüseyin Cem ÇÖL
21 Mayıs 2015 – Pelitli

18 Mayıs 2015 Pazartesi

O An


"Ben yazarken ağladım da, 
sen okurken ağlama!"

Meşa Selimoviç, 40 yaşını “insan ömrünün en kötü çağı” olarak niteler, Derviş ve Ölüm romanında. “Çünkü”, der, “arzulayabilmek için henüz genç, arzuladıklarımızı gerçekleştirmek içinse yaşlanmış sayılırız.”

Selimoviç’in 40 yaş yargısını, tesadüf bu ya tam da 40 yaşındayken okumuştum. Ne genç, ne yaşlı olunan bu tuhaf yaşın tüm gelgitlerini, şimdiye dek hiç olmadığım kadar sükûnetle ve teslimiyetle ve hatta saadetle yaşıyordum. Telaş terki diyar etmişti bedenimi. Hayattan hiçbir beklentim kalmamıştı ya da kalmıştı da onlara ulaşamayacak olmanın tuhaf teslimiyeti, ataleti, huzuru ve rahatlığı içindeydim. Bir yandan da, hayatımda hiç olmadığı kadar çalışıyor, gayret ediyor, sürekli sorguladığım mesleğimi daha iyi yapabilmek için çırpınıyor, hayata dört kolla sarılıyordum. “Beklentisiz gayret” diye özetlemiştim içimde bulunduğum halet-i ruhiyeyi. Selimoviç haklıydı: Arzular bitmiyordu ama arzulara koşacak mecali yoktu kırkındakilerin. Selimoviç haksızdı: İnsan ömrünün en kötü çağı değildi bu. Hatta ne kötüsü, insanın en sakin, en durgun, en dingin çağıydı bu. Kemale erme yolunda en ciddi adımdı.

40 yaşımı sevmiştim. Zaten ben “araf” adamıyım. Ne genç, ne yaşlı olunan, iki arada kalınan, ne o yandan, ne bu yandan olunan, sui generis, hiçbirine benzemeyen, bu yaş, 40 yaşı, tam da bana göreydi. 40 yaş grilerin altın çağıydı. Taraf olmanın, bir doğruya bel bağlamanın yanlış olduğunu düşünenlerin; o yüzden her tarafın doğrusunu (doğru tek bir tarafın tekelinde değildir ve hiçbir taraf tek başına doğruyu temsil edemez) dinlemek gerektiğine inananların, dolayısıyla hiçbir tarafta olamayanların rengiydi gri. Ben baştanbaşa griydim. Aynı zamanda hem teist, hem deist, hem agnostik, hem ateist olunabilen, yani aslında hiçbiri olunamayan, tam da dünyaya özgü absürd bir bulamacın ortasındaydım. 40 yaş, grinin en yoğun tonuydu. 40 yaşımda, grinin dibinde kaybolmuştum.

12 Mayıs’ta 40 yaşına veda edip, 41’e adım attım. Bir an kendimi çok yaş’lanmış hissettim. Oysa ben arada kalmayı, ne genç, ne yaşlı olmayı özümsemiş, yani içselleştirmiştim. Hatta hep böyle devam edecek sanmıştım. 41’e adım atar atmaz, içimdeki gencin öldüğünü, geri dönülemez noktaya geldiğimi, kavşaksız yola girdiğimi artık tamamen yaşlandığımı hissedip hüzünlendim. Belki de, hüzünlenmemim nedeni, Eylül’den bu yana çok çalışıyor olmanın verdiği yorgunluk ve birkaç gündür kendini alttan alttan hissettiren gizli ateş de olabilir. Ateş ve yorgunluk bedenimde mesken tutmuşken girdim 41 yaşıma.

O gece, 13 Mayıs gecesi, saat üç gibi (deprem saatidir, malum) kabusun ortasında uyandım. Ateşliyken kabus görmek bana korku dolu ama tuhaf bir zevk verir. Beynim, bir daire içinde kısır döngü yapadursun, delirmenin eşiğine geldiğimi bildiğim halde, gördüğüm kabusların eşsizliğinden, renk ve olay cümbüşünden müthiş lezzet alırım. O gece gördüğüm kabusu netlikle hatırlamıyorum. Hatırladığım, yürüme bandında koşan fare gibi saçma bir olayın tekrarı içinde yorgun düştüğüm. Her kabusta olduğu gibi. Biteviye zulüm. Vücut ateşi, korkuyu besliyor. Korku, kabus doğuruyor. Kabus ateşi körüklüyor. Ateş korkuyu… Zavallı Cem, bu zincirin arasında aklına mukayyet olmaya çalışıyor.

Sabah olur olmaz fakülteye damladım. Dönemin son dersleri iyice gözümde büyüyor. Hiç ders yapasım yok. Yorgunluk ve gizli ateş, beni benden almış. Saat 10’daki İcra dersini 15 dakikada hallediyorum. Kötü bir final. Oysa Maliye bölümüyle gayet iyi bir dönem geçirmiştik. Döneme yakışır bir “final dersi” yapmamış, yapamamış olmanın iç sıkıntısıyla odama gidiyorum. Bugün bir “final dersim” daha var. Üstelik, benim için çok daha değerli bir sınıfın, mini mini birlerin final dersi. Fakat, hiç ders yapacak vaziyetim yok. Zaten bir yandan da ödevlerini getiren talebelere zoraki laf yetiştiriyorum. Ne yapmalı? Final dersini yapmasam ayıp olur mu? Neden ayıp olsun? Daha bu gençlerle ben üç yıl beraber olacağım. Yani “final” bile sayılmaz, olsa olsa “sezon finali”. Bir yandan ödevleri teslim alıyor, ödevini teslim eden öğrencilerle kısa sohbetler yapıyor, bir yandan da yarın blogda yayınlayacağım ödev cevaplarını hazırlıyorum. Yorgunluk tavan yapmış durumda. Ders yapamayacağım kesin gibi. İki saat çekemem mümkün değil. Karar verdim: Ders yapmayacağım. Hem iyi de bir bahane buldum. Dersin olduğu saatte bir konferans tertipleniyor fakültede. Gençleri oraya yönlendiriyorum. Aman diyorum katılın, çok önemli, hukuk mesleği hakkında lüzum ötesi, dehşetli malumat verilecek, sakın kaçırmayın. Ders de neymiş, konferans dersten daha mühim. Ders yapmayacak olmak, kısa bir an rahatlatıyor beni. Beynim bir yükten kurtuluyor. Teşekkürler Halil. Hızır gibi yetiştin.

Öğle oldu. Eve gitmeliyim. Biraz dinlensem iyi olacak. Acıktım da. Açlığa gelemiyorum son birkaç yıldır. Bu bir hastalık belirtisi midir? Eve gideyim, hem yemek yerim, hem de dinlenirim. Sonra yine okula dönerim. Ödevlerini getiren öğrenciler kapalı odanın önünde boşuna beklemesinler diye kapıya kağıt yapıştırıyorum: “Saat 14:00’de odamdayım. Saat 16:30’a kadar…” Oysa saat 14:00’de odamın birkaç kilometre uzağında, Sahil Yolu’nda bariyerlere çarpmış, baygın vaziyette ambulansı bekliyor olacaktım. Saat 16:30’a kadar da Farabi Acil Servisi’nde şoktan kurtulma çabası içinde kıvranacaktım, kimi zaman gözyaşı dökerek…

Eve gitmek için fakülteden çıktım ama eve gidemedim. Bir öğrencimi, saf ve temiz uşak Taylan’ı, kaldığı yurdun yakınında bıraktım. Eve giden yol, Uğur Market’in sağındaki yol, inşaat yüzünden kapalı. Aşağı inip ana yoldan eve gitmeyi de nedense gözüm kesmedi. Yolu kapalı görünce, geri döndüm. Aklıma Selahattin Bey geldi. Kırtasiyeci. Ne zamandır esnaf komşusunda bir balık yemeyi kafamdan geçiriyordum. Aslında balık sevmem, hamsi hariç. Bugün bir farklılık olsun istedim. Gideyim de balık yiyeyim.

Balığı (uskumruyu) tek başıma yedim. Enfesti. Hiç abartmıyorum, hayatımda yediğim en güzel balıktı. Elbette hamsiler hariç.

Arabayı çalıştırdım. Havaalanı kavşağından okula doğru döndüm. Forum önünden geçerken eşim telefonla aradı. Havada az yağmur. Küçük kızımın anaokulunda gösterisi vardı bugün: Kafkas Dansı. Evde bilmemneyi unutmuşlar. Hava yağmurlu olduğu için ve evle okul arası uzak olduğu için, benim gelip onu anaokulundan almamı ve eve götürmemi istedi. Tamam dedim geliyorum.

Okula giderken hep beklediğim kavşakta, kırmızı ışıkta bekliyorum. Hava yağmurlu ya, sileceklere ara sıra dans ettiriyorum. Dalmışım. Sileceklerin dansının etkisi olabilir mi dalmamda? Ne düşünüyorum meçhul. 103.7 her zaman olduğu gibi açık. Türkülerin deryasında geziniyorum yine. Dalgınlığımı yan taraftan cama vuranlar bölüyor. Orta yaşın üzerinde zayıf ve perişan bir kadın. Dileniyor. Son günlerde caddelerde sayıları artan Suriyelilerden biri. Her bencil insan gibi ben de rahatsızım bunları görmekten. Trabzon’da hiç Suriyeli görmesem, Suriye İç Savaşı umurumda olmayacak. Zaten ne yalan söylemeli pek de umurumda değil. (Gençler, siz beni örnek almayın.) Camı açmıyorum. Zaten yeşil de yandı. Dilencinin söylene söylene uzaklaştığını seziyorum. Beddua etme ihtimali zihnimi yokluyor. Umursamıyorum.

Yeşil yandıktan hemen sonra, sağdan okula çıkmıyor, geldiğim yola geri dönmek için tam karşıya sürüyorum arabayı. Yine kırmızıya yakalandım. Bekliyorum. Beklerken, hiç tanımadığım başka birinin de başka bir güzergahtan bana doğru… Neyse…

Yeşil bu kez daha çabuk yandı. Silecekleri bir kez daha, bu kez hızlı hızlı dans ettirdim. Kontrollü bir şekilde karşı yola girdim, Sahil Yolu’na çıkan Forum’un yanındaki yola… O kısa yolda nasıl gittiğim, hangi düşüncelerin girdabında kaybolduğum, yolda olduğumu neden unuttuğum tamamen meçhul. Belki de tansiyonum düştü.

Birden sol yanımda iki aracın göründüğünü, direksiyonu telaşla sağa kırdığımı hayal meyal hatırlıyorum.

Çarpışma anının hafızamda en ufak bir izi yok.

Bayılmışım.

Ne kadar baygın kaldım, bilmiyorum. Belki on, belki onbeş dakika. Belki daha az. Solumda gençten biri parmaklarını bana gösterip “bu kaç, bu kaç” diye soruyor. Safça cevap veriyorum sorularına. İlkinde dört parmağını göstermişti, ikincisinde ise bir. Bilgi yarışmasında her soruyu bilen ama hayatın cahili yeniyetmeler gibiyim. Sorular bitince etrafıma bakınıyorum. Ön cam kırılmış. Kırıkların arasından bariyeri fark ediyorum.

O an anladım kaza yaptığımı. Kısa bir flashback. Birden kendimi ana yolda bulmuştum. Hemen sağımda iki aracı ansızın fark etmiştim. Direksiyonu sağa kırmak için son bir hamle yapmıştım. 

Demek ki kurtaramamışım.

Demek ki kaza yapmışım.

Gayrı ihtiyari el frenini çekiyorum. Kontağı kapatıyorum. Vitesi park vaziyetine alıyorum. Sonra elime bacaklarıma bakıyorum. Bacaklarımı hareket ettiriyorum, ettirebiliyorum. Görünürde pek bir şey yok.

Ölmemişim.

O an, çok kısa bir an, kazaya rağmen, ölmediğimi anladığım o an, beynimin kıvrımlarını şimşek hızıyla korkunç bir düşünce yalayıp geçiyor: Hazır kaza da yapmışken keşke ölmüş olsaydım.

Bu isteğimin sebebi hayattan bezmek ya da hayattan sıkılmak falan değil. Aksine, türlü çilesine, derdine, sıkıntısına rağmen, yaşamayı çok seviyorum. Tamam “hayat dolu” biri olduğum söylenemez ama hayatı her zorluğuyla kabul ettiğim ve sevdiğim kesinlikle söylenebilir. İnsanoğlunun bu dünyadaki macerası zaman zaman beni büyülüyor ve ben de bu büyülü yolculuğunda insanlık ailesine bir katkım olmasa bile, onlardan biri olduğum için kendimi şanslı sayıyor ve yaşadığım her günü bu maceraya tanık olduğum için çok değerli buluyorum.

O halde…

Kendimi bildim bileli, bir büyük sorunun cevabını merak ettim. Bu soruya verdiğim cevap yıllar içinde değişti. Fakat, yıllar içinde değişen bu cevaplarımın hangisinin doğru olduğundan emin değilim. Hayatta olduğum sürece de, asla emin olamayacağım verdiğim cevabın doğruluğundan. Bize bu topraklarda bin küsur yıldır takdim edilenler korkunun doğurduğu masaldan mı ibaret, yoksa hakikatin ta kendisi mi? Biz hayal miyiz, gerçek mi? Bu hayat sürecek mi ölümle, yoksa bitecek mi? Hepsi aynı olan soruların asla gri olmayan, siyah ya da beyaz olan cevaplarını hayattayken anlamam imkansız ancak öldükten sonra anlayacağım. Daha doğrusu anlarsam kaybedeceğim, anlamazsam kazanacağım. Ölmemiş olmak, cevaba ulaşmayı tehir etti. Ayılıp da kendime geldiğimde, bir fırsat kaçtı dedim hâl lisanımla.

Sonra hemen eşimi aradım. Sakin bir sesle, bu tür anlarda sakinliğimi koruyabilmeyi nedense çok iyi başarırım, ufak bir kaza yaptığımı, gelemeyeceğimi söyledim. Eşim, gerçekten ufak bir kaza yaptığımı sandı, üzerinde durmadı, tamam ben eve giderim, gelmene gerek yok dedi. Başka bir şey demedi. Hatta bana hafifçe sitem etmiş gibiydi. Sanki yine kendi işimi kendim göreceğim, bana yine bir yardımın dokunmayacak der gibiydi.

Araçtan çıkmak istedim. Kapıyı açamadım. Anlaşılan sürücü kapısından darbe almışım. Ambulans görevlisinin yardımıyla sağdaki kapıdan çıktım. Araca baktım. Görünen tarafında bişey yok. Sağ far bariyere bindirmiş. Ön cam kırık. Arabanın solunu göremiyorum. Felaket o tarafta olmalı.

Ambulans görevlisi beni aceleyle ambulansa götürüyor. Yolun ortasında bir başka arabayı o an fark ediyorum. Ön tarafı ezilmiş.

Ambulans yatağına yattığımda, görevli TC’mi soruyor. Tane tane söylüyorum: 43 01 23 … O an aklıma ödevler geliyor. Öğrenciler, beni odamda bulamayınca boş yere kapıda benim gelmemi bekleyecekler. Tuhaf bir sorumluluk duygusu beni kıskaca alıyor, rahatsız ediyor. Ne yapmalı? Hem bir de akşam dersim vardı. Bu vaziyette ders yapmam mümkün değil. Okan’ı arayıp haber vermeli. Program yine aksayacak.

Acile geldik. Hep birileri göz hizama girip kısa sürede kayboldular. Biri boyunluk taktı boynuma. Biri koluma serum taktı. Biri iğne yaptı, kan aldı. Biri neren ağrıyor diye sordu. Sol dizkapağım ağrıyor dedim. Biri beni röntgene soktu. Biri beni sedyede yürüttü aceleyle. Kimdi onlar, bilemem. Birinden telefon istedim. Ercan’ı aradım. Konuşamadım, ağladım. Ercan hemen sonra geldi yanıma. Yine ağladım. Ödevler var dedim, teslim edilecek. Hocam boşver biz hallederiz dedi. Sonra Okan’ı aradım. Çıkmadı. Ercan’a Murat Hocayı arattırdım. Durumu anlat, derse gelemeyecekmiş de dedim. Ayhan Bey’in, Perihan Hanım’ın sesini duydum etrafımda. Sonra birinci sınıf öğrencilerinden birkaçının oda kapısındaki telaşlı sesleri çalındı kulağıma. Yine ağladım.

Aklıma fakülteden arkadaşım Vakfıkebirli Ahmet geldi. Aynı yurtta, aynı evde kalmıştık dört yıl boyunca. Çok samimi değildik belki ama arkadaşımdı işte. Fakülteden mezun olur olmaz Hakimlik-Savcılık sınavını kazanmıştı. Hemen de evlenmişti. Adana’nın bir ilçesine savcı olarak atanmıştı. Sonra Erzincan Savcılığına tayini yapılmış. Ben çok sonra öğrendim. Eşiyle ve kızıyla Adana’dan Erzincan’a giderken bir kamyonun altına girmiş. Duyduğumda ne çok şaşırmıştım. Ona ölmeyi hiç yakıştıramamıştım. Ahmet aklıma geldi ve ben yine ağladım.

Yatmaktan sıkılınca Ayhan Bey’in, Ercan’ın yardımıyla doğruldum. Pencere kenarına gidip kaza yaptığım yere baktım. İyice baktım. Her katil, cinayet mahalline geri dönermiş: Raskolnikov, bana ötelerden göz kırptı. Pencereden üç kişi bakıyorduk, sadece ben fark ettim Raskolnikov’un hayaletini.

Güya 16:30’a kadar odamda olacaktım. Oysa o saatleri Acilde, yaşadığım tatsız olayın sıcak etkisiyle hayatla ölüm arasındaki bağı anlamak için kafa yormakla geçirdim.

41. yaşımın ilk günü o kadar berbattı ki, 40. yaşımın güzelliği gözümde daha bir parladı.

Belki de sağ kalmakla, hayatı zirvede bırakma fırsatını ıskaladım.

Ve ben öldükten sonra ne olacağını hala çok merak ediyorum.

Hadi kötü bir espriyle bu yazıyı tamamlayayım:

En çok da kitaplarıma.

Hüseyin Cem ÇÖL 
18 Mayıs 2015 – Pelitli

12 Mayıs 2015 Salı

Kırkbir


Kendimi yaş'lanmış hissediyorum.

Eve gideyim de bari mum üfleyeyim.

Hüseyin Cem ÇÖL
12 Mayıs 2015 - H 309

4 Mayıs 2015 Pazartesi

Dünya senden olmayanlarla hoştur.


"Dünya senden olmayanlarla hoştur. Onların sana verdiği ilimlerle, kıymetlerle, gönüllerle hoştur. Sadece senin gibiler değil, senden olmayan da çok yaşasın ki, sen de yaşa… Hele bir de onun gözünde gör şu fani dünyayı… Herkes beyaz olsa o zaman beyazı fark edemezsin ki değil mi? Veyahut da siyah… Beyaz en güzel siyahta belli eder kendini… Beni ben yapan yegâne şey, benden olmayandır. O yoksa sen de yoksun… Ne anlamı kalır, ne rengin belli olur. ne de tadın."

"Hükümet Kadın" filminden...

26 Mart 2015 Perşembe

Doktora


... aklıma gelince, mideme ağrı giriyor. Zaten hayat kısa, bir de bunu içi dolu mu boş mu belli olmayan bir unvan uğruna daha da heder etmek akıl kârı mıdır? Hayatı; okuyarak, öğrenerek, anlatarak, en azından anlatmaya gayret ederek "hoşça" geçirmek varken, bir etikete sahip olmak için tüketmek delilik değilse nedir?

Bir "unvan" uğruna yarab, ne antidepresanlar göze alınıyor!

Lakin, bir de madalyonun öteki yüzü var. Bir konu hakkında derinlemesine araştırma ve okuma yapmak, üzerinde saatlerce, günlerce, aylarca hatta yıllarca düşünmek, sonra tüm bu emekleri bir metne dökmek, o metnin basıldığını görmek, o metnin okunduğunu, metne değer atfedildiğini görmek az şey midir?

Karar ver ve artık harekete geç Cem'cim! Bir kez olmaması, hep olmayacağı anlamına gelmez.

Hüseyin Cem ÇÖL
26 Mart 2015 - H 309

13 Mart 2015 Cuma

"Beni Yanına Al..."



Bahar geldi. Üç güzel hadiseyi beraberinde sürükleyerek.

Eskisi gibi twitter kullanıcısı olsam, orada bahsedeğmez hayatımdan iz düşürmeye devam eder, ucundan kıyısından belli ederdim başımdan geçen hadiseleri. Twitterdan tamamen koptuğuma göre, geriye kürkçü dükkanım, blogum kalıyor yazmak için. Şimdi ben de Oğuz Atay gibi veryansın edeyim müsadenizle : "Canım insanlar, bana bunu da yaptınız!"

Üç güzel hadise demiştim. Vakit geçirmeden arzedeyim. Daha uyuyacak bu adam.

Birincisi, iki sene önce mezun olan eski bir öğrencimin, incelik gösterip bana bir hediye göndermesiydi. Verilen emeklerin, kürsüde geçen yorgun saatlerin, gösterilen arkadaşça, hesapsız ve samimi ilginin unutulmadığını görmek, anlatılmaz bir saadet! Kendimi bir hoca olmaktan çok "emekçi", hatta "küçük bir emekçi" olarak gördüm hep. Eksik ve yetersiz olduğunu bilsem de, verdiğim emeklerin değerbilir öğrencilerin gözünde karşılık bulduğunu görünce de, yaptığım mesleği hep çok sevdim ve eksikliğimi, yetersizliğimi kapatmak için daha çok çabaladım.Şengül'ün bana gönderdiği hediye, bu sebepten hediye olmanın çok ötesinde bir anlam taşıyor benim için. Lafı eğmeden bükmeden yazayım, ben o ince düşünülmüş hediyeyi, verilen emeklere teşekkür plaketi olarak anlamlandırdım ve bundan çok mutlu oldum.

İkincisi, yine öğrencilerden, eski öğrencilerimden geldi. Güz döneminde benden ders alan üç öğrenci, üç gün önce, ellerinde kahvaltı sepetleriyle odamı şenlendirdiler. Çay, kurabiye, pasta, kek eşliğinde sıcak, samimi bir sohbet. Aslında kahve bahane derler ya, o hesap, yemek içmek bahane, güzel olan dostça, arkadaşça sohbet etmek. Yukarıdaki fotoğraf, hani ne derler, o günden bir enstantane.

Üçüncüsüne gelince. Neyse bu bana kalsın.

Hüseyin Cem ÇÖL
     13 Mart 2015 - Pelitli

6 Mart 2015 Cuma

Arınma Vakti : "Bahça Duvarından Aştım"



Muharrem Ertaş : Fazla otantik.




Kardeş Türküler : Fazla protest.



Şevval Sam : Fazla neşeli. Asla şikayetim yok.



Kubat : Fazla çığırtkan.


Turgay Başyayla : Fazla modern.



Eda : Fazla arabesk.



Zara : Fazla prozodi. Hayal kırıklığı.



Feryal Öney : Fazla erkeksi.



Gülşen Kutlu : Fazla ince.



Sevcan Orhan : Fazla dominant.



Parafonia Choir : Fazla abes.


***

Hepsinin diline, yüreğine sağlık. Ancak yiğidin hakkını verelim. 


Ve Neşet Ertaş : Budur!


Hüseyin Cem ÇÖL
23 Aralık 2012 - Pelitli 

14 Ocak 2015 Çarşamba

Sahibini Arayan Mektup


“İyi insanların dine ihtiyaçları yoktur.”
John UTAKA

Epeydir yazmıyorum ya, bir mektuba nasıl başlanır unutmuşum. Merhaba mı demeliydim, yoksa selam mı vermeliydim? Neyse, geçelim bunları, girizgahla vakit kaybedemem. Çünkü bu mektubu yazmak için güçbela klavyenin başına oturdum ve içimdekini dökmeden koltuktan kalkmak istemiyorum.    

Geçen sene, hayır geçen sene değil, geçen seneden önceki sene, mevsim kıştan bahara dönerken, bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti. Osman gibi. Bütün hayatımı değiştiren sebep, sadece o kitabı okumuş olmam değildi. O kitaba gelene kadar binlerce kitabın sayfalarında onbinlerce acabalar biriktirmiştim. Acabaların hiç sonu gelmeyecek, böyle böyle geçip gideceğim bu dünyadan diye düşünürdüm. Binlerce kitabın ardından o tek kitap, hayata o güne dek verdiğim anlamı tersyüz etti, dünya gözümde başka bir kalıba oturdu. O günden sonra ben artık başka bir bendim. Oysa ben tek bir kitap okuyup hayatını değiştirenleri biraz naif, çocukça ve fevri bulurdum. Kaostan bana düşen tuhaf pay bu olsa gerek.

Ama sana bahsedeceğim asıl mesele bu değil sevgilim. Çünkü bu meseleyi yazmak, tüm deli cesaretime rağmen söylüyorum, benim için hiç kolay değil. Çok iyi bilirsin ya, yazarken pek çabuk şizofrene bağlarım, yazının evreni içinde kaybolurum, kelimelerle sarhoş olurum, hatta kendimi kaybeder sana bile buradan ilan-ı aşk ederim de, bu yaşımda gülünç olurum. Çoluk çocuk da okuyacak bu mektubu, elaleme rezil olmanın gereği yok.

Sana, hayatımdan daha anlaşılır, daha basit, daha sıradan havadislerden söz edeyim de, mektuba sinen ağır nihilist hava dağılsın. Her Cuma Rize’ye gidiyorum. Her Cumartesi Ordu’ya, hatta oradan da Ünye’ye. Ünye’ye her gidişimde mutlaka iskeleye çıkıyor, ta ucuna kadar yavaş adımlarla yürüyor, bilmediğim bir bilmecenin cevabı oradaymış gibi ufka salakça bakınıyorum. Bir koşturmaca içinde bile isteye tüketiyorum ömrümü sevgilim. Bıkmadan ağzımda gevelediğim şirketlerden, çeklerden, tacirlerden, yardımcılarından, davalardan, zamanaşımından, hacizden, velhasıl bile isteye kendimi kaybettiğim yalan dünyasından, hayatta kalma adına, hayatıma ışık düşürmeye uğraşıyorum. İnanır mısın, elbette inanırsın, ben hiç yalan söyler miyim, daracık mekanlarda birkaç düzine genç insana ipe sapa gelmez lafları ederken, gençlerin alınlarında içinden fil ordusu geçen bir gökkuşağı görebilmeyi beceriyorum da. Kaosa yeminle. Hayatın bizim dışımızda bir anlamı olmadığına iman ettiğim günden beri, hayatımın anlamını işte bu bitmek bilmeyen, ara sıra söylensem de bitmesini hiç de istemediğim koşturmacanın içinde bulmaya çabalıyorum. Otobüs yolculuklarında camdan dışarı bakarken dahil.

İşte o koşturmacanın ortasında eve her döndüğümde, gittikçe babama benzediğimi fark ediyorum. O da, çocuklarıyla, bilhassa erkek çocuklarıyla ve hassaten benimle iletişim kurmak için çok çabalardı ve fakat gel gör ki beceriksizin tekiydi bu konuda. Çocuklarım büyüyor sevgilim. Her geçen gün benden santim santim uzaklaşarak. Ağlayanlar fav.

Şu epigraf üzerine de bir çift kelam edeyim de, kırkambara dönen mektup tam olsun. Hiç de iyi bir düşünür olmayan John Utaka bu kez fena yanılıyor. Dünyada iyi insan yoktur ki, dine sadece onların ihtiyacı olmasın. Cümleye bak, çay tazele. İnsan, hayatta kalma savaşı veren basit ama gittikçe kompleksleşen bir canlıdır. İyi ve kötü, biz insanoğlunun hayatta kalmak adına yaptığımız tüm davranışlarımızın sebebidir ve ikisi de aynı kökten beslenir, içimizden, yani kendimizden. İyiler, içlerindeki kötülüğü gizleyen, perdeleyen en azından buna çabalayan insanlardır. Aslında salt iyilik, saf bencilliktir. Oysa kötüler, perdesizdir. Bu anlamda, aslında daha delikanlıca, mertçe bir eylemdir kötülük. Fakat, dikkat çekerim, ikisi de, aynı kökten beslenir ve aynı amaca dönüktür: Hayatta kalma amacına. Vatan, din, ideoloji gibi değerleri uğruna şehit olanların hayatta kalma arzusu; vatan, din, ideoloji gibi değerler yüzünden ölmeyi doğru bulmayanların hayatta kalma arzusundan daha az değil, aksine daha fazladır. Onlar sadece bu dünyadaki süreli hayatta kalmakla yetinmezler, sonsuza kadar var olmak isterler. İnsanoğlu açgözlüdür. Din ise, açgözlülüğümüze bulduğumuz bir kılıftır.

Bu mektubun bir yerinde Japonlardan da bahsetmeyi tasarlamıştım. Gel gör ki, sabah ezanı okunuyor, uyumalıyım. Beyaz salıncakların muhteşem çocuksu dansı başka bir mektuba kalsın.

Sahi, sormayı unuttum. Sen nasılsın?

Hüseyin Cem ÇÖL
14 Ocak 2015 – Pelitli