27 Ekim 2014 Pazartesi

Hayat Boş… Lakin Şurası da Var...


“İnsanoğlunu sonsuz bir uçurum üstüne ayağını koyacak kadar orada yaşamaya mahkum edin; yağmur altında, karda kışta, o acı içinde, açlıkla yoklukla yaşar da ölmeye razı olmaz, yaşamını sürdürmekte direnir.”


DOSTOYEVSKİ

21 Ekim 2014 Salı

Ahmet Davutoğlu : KENDİNİZİ YENİLEYİN

BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu, araştırmayla kendini yenilemeyen bir eğitimcinin bir müddet sonra makineleşeceğini savunarak, iPhone örneği verdi. Davutoğlu, “iPhone 1 nesli ile iPhone 5 nesli farklılaşıyor. Ona intibak eden çocuklar da farklılaşıyor. Şu anda teknoloji kullanımı ve bilgi kullanımı itibarıyla nesil değişimi artık 30 yıl değil, 5 yıldır, 3 yıldır bazen. O zaman öğretim üyesinin de kendisini yenilemesi lazım” dedi.

Davutoğlu, Yükseköğretim Akademik Arşiv Projesi tanıtım toplantısında özetle şunları söyledi:

AMACIMIZ GÜVENCE VERMEK
Öğretim üyelerinin özlük haklarını diğer muadillerle eşit noktaya getirdik. Mesleğe başlayan araştırma görevlileri ile genç diplomatlar ya da kamudaki uzman yardımcılarının maaşları arasında ciddi farklar oluyor. O zaman öğretim üyeliği teşvik edilmemiş oluyor. Yaptığımız düzenleme aslında bu farkı gidererek, hayata atılma düşüncesindeki genç mezunlara, ‘Akademisyenlik size asgari hayat şartlarını sağlar’ güvencesini vermek. Bunu vermezsek, bu açtığımız üniversiteler mekan olarak bulunur ama öğretim kalitesi itibarıyla gelişmez.

EĞİTİM MAKİNESİNE DÖNMEYİN
Öğretim üyelerinin, akademik eğitim ile akademik araştırma arasındaki dengeyi muhafaza etmeleri gerekiyor. Bazı öğretim üyeleri, zamanla eğitim makineleri haline dönüşmüş. Yani, okuyor, mezun oluyor, doktorayı yapıyor, ondan sonra aynı dersi yıllarca vererek, binlerce öğrenciye tekrar tekrar aynı konuyu anlatan bir öğretim üyesi haline dönüşüyor. Araştırmayla kendini yenilemeyen bir eğitimci, bir müddet sonra makineleşir. Artık 3-5 yılda nesil değişiyor. iPhone 1 nesli ile IPhone 5 nesli farklılaşıyor. Ona intibak eden çocuklar da farklılaşıyor. Şu anda teknoloji kullanımı ve bilgi kullanımı itibarıyla nesil değişimi artık 30 yıl değil, 5 yıldır, 3 yıldır bazen. O zaman öğretim üyesinin de kendisini yenilemesi lazım.

ÜNİVERSİTE RAHATSIZ OLMALI
Üniversitelerimiz tek tipe, tek düşünceye, tek ekole, tek gruba ait üniversiteler olarak görülemez. Bazen ıstırap duyuyorum, ‘O üniversitemiz, şu gruba yakın’, ‘Şu üniversite mi, bu düşünceye yakın’... Üniversite dediğiniz şey farklının olduğu yerdir. Eğer doktorayı bitirenler, ‘Şu üniversitede bana yakın, benim anlayışıma, siyasi düşünceme, ideolojime, grubuma yakın birileri var. Oraya gideyim’ demişse, böyle bir düşünceyle öğretim üyeliğine başlıyorsa, bu ilmi tecessüsten yoksun demektir. Rahat etmek istiyor. Aksine, biz üniversitelerimizin her bir bölümünü insanları rahatsız eden yerler haline getirmek durumundayız. Öyle farklı fikirler olacak ki rahatsız olacak, uykusu kaçacak. Ertesi gün cevap yetiştirmek zorunda olduğu, tam karşıt görüşten biri olacak ki gece bir şey okusun. Zaten birbirini yakın tanıyan ve birbirinin adamı, ferdi gibi görülen bir üniversite, üniversite değildir.

KENDİM DE YAŞADIM
Fikir özgürlüğünü kendi aramızda kuramazsak, siyasetten bunu bekleyemeyiz. Ben kendim bunu yaşamış birisi olarak söylüyorum. Bir üniversite rektörüne gittiğimde Allah rahmet eylesin, vefat etti bölüm başkanı, bana şunu söyledi; ‘Siz çok değişik alanlarda yazılar yazmışsınız, ürünler vermişsiniz, biz ihtisasa önem veriyoruz.’ Dedim ki, ‘Hocam, madem bana meydan okudunuz, ben de size meydan okuyorum. Sizin, mesela siyaset teorisi hocanızı biliyorum. Benim makalemi alın, onun makalesiyle üçüncü bir hakeme gönderin. Balkanlar uzmanınızı biliyorum, benim makalemi alın, onun makalesiyle üçüncü bir hocaya gönderin. Ortadoğu uzmanınızı biliyorum, benim makalemle onun makalesini alın, gönderin. Eğer bir tanesinden benim daha zayıf olduğum sonucu çıkarsa, ben özür dileyeceğim. Hepsinden eğer bu makale daha güçlü gelirse, sizin bir özür borcunuz olur’ dedim. Hâlâ zihnimde kazınmış, hani maalesef bir anlayışı yansıtan sözü zihnimde kalmış. Dedi ki, ‘Ahmet Bey, uzun lafın kısası, biz burada bir ekibiz. Sizin bu ekibe uyum gösteremeyeceğinizi düşünüyoruz.’ İşte benim görmek istemediğim bölüm bu.

HAKARET EDİLMESİN DİYE EŞİMİ KAPIDA BEKLEDİM
28 Şubat’ta neler yaşandığını herkes biliyor. Ben bir profesör olarak, eşimin ihtisas imtihanında içeride hakaret edilmesin diye kapısında bekledim. Artık bunları geride bırakmamız lazım. Hiç kimsenin tahkir edilmediği, dışlanmadığı, herkesin kendi fikrini, ideolojileştirmeden, dogmatik bir hale dönüştürmeden savunabildiği, üniversite amfilerini propaganda mekanı değil ama her türlü fikrin serbestçe tartışılabildiği mekanlar haline getirme sorumluluğuna sahiptir öğretim üyelerimiz.

Hürriyet - 21.10.2014 Salı. 

20 Ekim 2014 Pazartesi

Ter


Dersten çıkarsın. Atletin ter içindedir. “Odamda yedek atlet bulundurmayı adet edinmekle ne doğru iş yapmışım” dersin içinden. Odanın kapısını kitleyip atletini değiştirirken, aklına, o mektup gelir. Hani, senin, çocuklarına “HARAM” lokma yedirdiğini ima eden o mektup. Yine canın sıkılır. Öfkene hakim olamazsın. Değiştirdiğin “TERLİ ATLETİ” bir hışımla dolaba tıkıştırırsın. Yine de kızamazsın kimseye. Empati kurmaya kalkarsın o öfkeli halinle. Anlamaya çalışırsın muhatabını. Anlar gibi olursun. “Acaba O da seni anlamış mıdır zaman içerisinde?” diye düşünürsün.

Sorarsın boşluğa : “Anladın mı?”

Cevap : “Hocam, derste terliyorsunuz, çünkü kilo fazlanız var…”

*

Aziz Nesin, ki kendisini çok severim, boyu kadar kitap yazmakla övünür. Muhalifleri ise, “boşuna övünmesin, zaten O’nun boyu kısa” derler.

Hayat böyledir.

*

Biz yine, kırgınlığımızı içimize hapsedip, işimize bakalım. Derse gidiyorum. Mini mini birler beni bekliyor.  

Dolapta temiz yedek atletim hazır.

Hüseyin Cem ÇÖL
20 Ekim 2014 – Pelitli

Ya ?



"Dünyanın anlamını bir yerlerden öğreniyor ve saflıkla şu ya da bu şekilde inanıyoruz ona. Eşyalar ve insanlar, olaylar ve topoğrafya, ya başka bir anlama işaret ediyorsa?"


ORHAN PAMUK 

19 Ekim 2014 Pazar

49. Soru


Roma ile Soma arasındaki farklara ilişkin aşağıdakilerden hangisi doğru değildir?
a)     Roma’da bazı insanlar köle sayıldıklarından “mal” gibi alınıp satılıyorlardı; Soma’da ise bazı insanlar köle gibi çalıştırılıyorlardı.
b)     Roma’da işçilerin sendikası yoktu; Soma’da vardı da ne oldu?
c)     Roma’da madencilik gelişmediğinden yeryüzünde çalışmak zorunluluğu vardı; Soma’da madencilik geliştiğinden yeraltında bile çalışmak özgürlüğü vardı.
d)     Roma’da çıplak ayakla çalışılırdı; Soma’da ise “çizmeyle”.

e)     Roma’da yeterli önlem alınmadığından iş kazasında ölümler meydana geliyordu; Soma’da ise işin fıtratında ölüm vardı. 


Yukarıdaki soruyu son Roma Hukuku finalinde sormuştum. Soruyu sorarken öğrencilerin gözü kapalı doğru cevabı işaretleyeceklerini düşünmüştüm. Yanılmıştım. Sınıfın yarısı ya yanlış cevaplamıştı ya da boş bırakmıştı. Aslında her sınavda en az bir tane hazırladığım soru bile olmayan sorulardan biriydi bu. Öğrencilerin doğru cevabı bu kadar ıskalamasına da anlam verememiştim. 

Haziran ayında olup biten pek çok şeye anlam veremediğim gibi... 

Hüseyin Cem ÇÖL
19 Ekim 2014 - Pelitli

18 Ekim 2014 Cumartesi

"Rulet" : Gen Bencildir


Rulet oyununda her kurşun aslında ölüme sıkılır. Ruleti intihardan farklı kılan da bu noktadır.

Çünkü yaşamak ister herkes. En çok da askerler. Hayatın değerini en çok, işi öldürmek olanlar bilir de ondan.

Binbaşıyı suçlamak anlamsız. Hayatla ölüm arasında seçim yapmak zorunda kalan her "insan", hayatı seçer.

Herkes hayatı seçer.

Gen bencildir.


Rulet'i ben yazmış olsaydım, oyunun finalinde, Rus yüzbaşıya hücrenin kapısını kapatıp binayı terk ettirir, binbaşıyı öldürdüğü başçavuşla başbaşa bırakırdım.

İçimde bir manyak var, kabul.

Hüseyin Cem ÇÖL
18 Ekim 2014 - Pelitli 

16 Ekim 2014 Perşembe

… ve telefon çaldı!


Ölümdür bize hissettiren; dünyanın yalan, hayatın güzel olduğunu. Hayatın güzelliğini anlamak için insanlar ölür, ölmelidir. Ölümsüz bir hayat olabilseydi, insanlar sonsuz bir can sıkıntısı hâli içinde sonsuza kadar sürükleneceklerdi. Ölümsüz bir hayat, hayatı yaşanılmaz kılar. Ölümün varlığıdır, hayatı yaşanılır kılan.

Ölümün işaret ettiği tek gerçek şudur : Aslolan hayattır.

Hüseyin Cem ÇÖL
16 Ekim 2014 – Sivas

13 Ekim 2014 Pazartesi

Gündeme Dair Laf-ı Güzaf


Korkunç cehaletim ortaya çıkmasın diye, gündemde olup bitenler hakkında ne buraya yazılar yazıyorum, ne de twitter denen öteki mekana.

Gerçi, gündem o kadar nahoş ki, bişey biliyor olsam yine elim klavyeye gitmez. Din adına kafa kesenleri mi yazayım yoksa din adına kafa kesenlere kızıp kütüphane, müze yakanları mı? Al birini, vur ötekine… Nereye baksan “ölüsevici” kaynıyor ortalık. Sonsuz mutlu hayat beklentisi kimi insanları insanlıktan çıkarmış. “Şeb-i arus” peşindekiler, dünyayı dinamitlemek için yorulmaz bir yarış içinde… “Dünya insansız başladı, insansız devam edecek” diyen bilge haklı çıkacak galiba.   

Bilerek haber izlemiyorum, bilerek kaçıyorum gündemden, ruhum daha fazla eziyet çekmesin diye.

Kendimi türkülere verdim epey zamandır. Türkü dinliyorum, evde, arabada, en çok da odamda… Türkü dinledikçe, ne çok şaşırıyor ve ne çok şey öğreniyorum. Türkü sevmekle iyi ahlak sahibi olmak arasında kendiliğinden bir bağ kurulduğuna inanıyorum. Türküler bana yeni bir din aşılıyor. Peygamberi, kitabı, ritüelleri, tapınılası olmayan bir din. Dinlemek, düşlemek, anlamak, sevmek ve şaşırmak üzerine kurulu bir din. Türküleri yakan bu halkı, Rumelisinden Kafkasyasına, Karadenizinden Egesine, Trakyasından Kerküküne kadar bu topraklarda yaşayan farklı kültürlerden, farklı inançlardan, farklı milletlerden bu halkı, anlamaya çalışıyorum, anladıkça seviyor ve anladıkça şaşırıyorum. Acısını, sevincini, hüznünü türkülerin içinde dile getiren bu halkın ince görüsüne hayran oluyorum. Bir yandan da hayrete şayan buluyorum yüzyıllardır türlü iktidarlar, hanedanlar, dinler, inançlar, mezhepler eliyle yoksullaştırılan, beyni iğdiş edilen, ezilen bu halkın dilinden, yüreğinden böylesine ustaca inciler dökülmesine… Hem ezilen, hem kaderine boyun eğen, hem de kendisine ezenle inceden ince dalgasını geçen. Hem korkan, hem de fısıltıyla bile olsa korkusunu yüzyıllar sonrasına ulaştıran. Tuhaf bir bileşim türküler. Dinledikçe çözülüveren bir sarmal.

Fakat beni, gecenin bu vakti klavye başına oturtan türküler değil. Lafı daha fazla dolandırmadan asıl konuya geleyim.

Gündemden kaçmak istiyorum ama internet aleminde dolanan biri için bu ne kadar mümkün!  

Dün HSYK seçimleri yapıldı. Anlam veremediğim tuhaf bir yarışı sessiz sedasız izledim. Hakimler arasındaki üç farklı siyasi yapılanmaya yaslanan bu seçim yarışını, hakimlik mesleğinin yüceliğiyle bağdaştırmakta zorlandım. Elbette hakimlerin de, kendilerine yakın buldukları siyasi partilerinin, siyasi görüşlerinin, hatta cemaatlerinin olması mümkündür. Fakat bir hakim önüne gelen davada karar verirken, siyasi düşüncelerinden, mensup olduğu cemaatin görüşlerinden tamamen ayrılır, mevcut kurallara ve vicdanına göre karar verir. En azından ben böyle olmalıdır diye biliyorum. Siyasi iktidarların ya da muhalefetin rengine bürünen yargının "bağımsız" olduğundan söz edilebilir mi? Şu yaşanan HSYK seçimlerinin, siyasetten olabildiğince uzak kalması gereken “yargı” erkine zarar verdiğini düşünüyorum.

Siyasetçilere kızmıyorum, kızamıyorum, onların nihai amacı iktidarda iseler iktidarlarını sağlamlaştırmak ya da muhalefette iseler iktidara gelmek için uğraş vermek. Bu emellerine ulaşmak için yargıyı gözlerine kestirmeleri elbette doğru değil ama yine de pekala anlaşılabilir bir tutum. Siyasetin fıtratında var yayılmacılık.

Benim asıl anlamadığım, kuvvetini sadece vicdanlarından alması gereken “hakimlerin”, siyasi bir çekişmenin aracı olmaya bu kadar teşne olmaları, vesselam.

Hüseyin Cem ÇÖL
   13 Ekim 2014 – Pelitli 

7 Ekim 2014 Salı

Önemine Binaen



Giant Buddha, Leshan, China



Hüseyin Cem : Çinlilerin Tanrıları Çinlilere ne çok benziyor. Büyük boyda bir Çinli gibi. Tuhaf mı? Elbette değil.

Orhan Zencefil : Kendilerinden yola çıkarak aramışlarsa buldukları şey yine kendileri oluyor sanırım.

Hüseyin Cem : Yeğen, farkında mısın bilmem ama, ki bana farkında değilsin gibi geldi, çok büyük ve çok doğru bir laf ettin.

Orhan Zencefil : Büyük konuşmak istemezdim dayi :) Tivitir değişik bir alem.

Hüseyin Cem ÇÖL
7 Ekim 2014 - Pelitli 

5 Ekim 2014 Pazar

Her An Telefon Çalabilir…


Her an telefon çalabilir. Bu yazı yarım kalabilir. Kardeşim telefonda “….i kaybettik” diyebilir. Apar-topar otogara gidebilirim. Bayramın son günlerini Yukarı Tekke Mezarlığında geçirebilirim.

***

Bir insan hayatının değeri var mıdır? Bu soruya ilkgençliğimde verdiğim cevapla, şimdilerde yolun yarısını tüketmiş ve kısmen tükenmiş bir vaziyette verdiğim cevap, ne garip, hem çok farklı, hem de temelde aynı. Diğer deyişle, hem çok değiştim, hem de hiç değişmedim, hep aynı yerdeyim.

İlkgençliğimde, hayatı, hayatötesi uzantısıyla yorumlardım. Bu yorum, herkes benim gibi miydi bilmem ama, beni yaşadığım hayata yabancılaştırırdı. Uyumsuz ve içekapanık bir kişiliğe bürünmem de, hayatı işbu hayatötesi uzantısıyla anlamlaştırma çabasının payı büyüktü.

Bu çabanın hem hayatı değersizleştiren, hem de hayata ayrı bir hayat katan yönü vardı: Hayatı değersizleştiriyordu, çünkü gerçek değildi burası, yalandı, hayaldi, gerçeğin öncesiydi. Hayata böyle bakınca tüm maddi ve manevi kazanımlar, sevinçler, küçük başarılar, kaçamak ve utangaç aşklar bana hiç tad vermiyor; hayat anlamsız olduğu için hayata tutunmak da anlamsız görünüyordu. Bile isteye mezara girmek gibiydi içinde yuvarlandığım düşünce sarmalı. Mutluluk hayatın hiçbir anında yoktu çünkü mutluluk yoktu, mutluluk hayaldi, mutluluk yalandı, bu dünya gibi.

Bu çabanın hayata ayrı bir hayat katan, hayatı kanatlandıran, hayat içre hayat sunan bir yönü de vardı. Gerçek hayatı yalan diye belleyince, gerçek olmayan ama gerçeğinden daha canlı ve sonsuz çağrışımlı bir hayat düşlüyordum. Bana ait bir hayal-dünya. Hayır, kuru bir “cennet” beklentisinden söz etmiyorum. Ta ilkgençliğimde bile, cennetin bir yer değil ancak bir “hâl” olduğunu tüm cahilliğimle seziyordum. Ölünce kavuşulan bir cennet değil, bu dünyada kendini ara sıra gösteren, kapısını hafifçe aralayan ama ardına kadar da açmayan, ışığını (Tanrı’nın ışığını) ancak benim görebildiğim, herkese kapalı bana özel bir hayal-dünyam vardı. En çok, kitap okurken, satır aralarında aniden tanık olurdum gizli cennetime. Hazdan titrerdim. O ışığı benden başka kimseye göstermediği için, bağlılığım daha çok artardı hayatın hayat-ötesi yorumlarına.

Bir yandan gerçek dünyayı gerçek saymayarak, diğer yandan gerçek dünyanın (ötesinde değil) içinde başka-güzel-çarpıcı-cazibeli bir dünya vehmederek tükettim gençliğimi. Ben de İffet gibi, ne tuhaf, “hayatımı bir vehme kurban ettim”. Orta yaşın “anlam arama” saldırısından yara bere içinde kurtulduktan ve sis’ler içinde (Ankara’da) bir müddet kendimi iyice kaybedip nihayet sığ bir limana (Trabzon’a) demir attıktan sonra, sakin bir kafayla yeniden düşündüm “insan hayatının ne kadar değerli olduğu” sorusunu. Bulduğum cevap, bu kez, hayatötesi uzantılardan hepten arınıktı. Daha kısa, daha net ama daha pürüzsüz değil. Hayatın anlamı, insanın da değeri –ilkgençliğimdeki gibi- esasen yine yoktu; fakat –ilkgençliğimden farklı olarak- hayat başkalarının değil bizim ona verdiğimiz anlamdan ibaretti, insan da öyle, o kadar. Hayatı da, insanı da, anlamı da, değeri de, hatta hayat-ötesini de içimizde biz kuruyorduk, biz büyütüyor, biz küçültüyorduk. Bizdik, bizi var eden. O yüzden, biz yitip gittiğimizde, hayata ve insana verdiğimiz o değer de, bizle beraber yitip gidecekti.

Masum olmadığımız kesin, daha acısı şu ki, yitip gittikten sonra önemli de değiliz hiçbirimiz.      

***

Her an telefon çalabilir…

Hüseyin Cem ÇÖL
5 Ekim 2014 – Pelitli