Korkunç cehaletim ortaya çıkmasın diye, gündemde olup
bitenler hakkında ne buraya yazılar yazıyorum, ne de twitter denen öteki
mekana.
Gerçi, gündem o kadar nahoş ki, bişey biliyor olsam yine
elim klavyeye gitmez. Din adına kafa kesenleri mi yazayım yoksa din adına kafa
kesenlere kızıp kütüphane, müze yakanları mı? Al birini, vur ötekine… Nereye
baksan “ölüsevici” kaynıyor ortalık. Sonsuz mutlu hayat beklentisi kimi
insanları insanlıktan çıkarmış. “Şeb-i arus” peşindekiler, dünyayı dinamitlemek
için yorulmaz bir yarış içinde… “Dünya insansız başladı, insansız devam edecek”
diyen bilge haklı çıkacak galiba.
Bilerek haber izlemiyorum, bilerek kaçıyorum gündemden, ruhum
daha fazla eziyet çekmesin diye.
Kendimi türkülere verdim epey zamandır. Türkü dinliyorum, evde,
arabada, en çok da odamda… Türkü dinledikçe, ne çok şaşırıyor ve ne çok şey
öğreniyorum. Türkü sevmekle iyi ahlak sahibi olmak arasında kendiliğinden bir
bağ kurulduğuna inanıyorum. Türküler bana yeni bir din aşılıyor. Peygamberi,
kitabı, ritüelleri, tapınılası olmayan bir din. Dinlemek, düşlemek, anlamak,
sevmek ve şaşırmak üzerine kurulu bir din. Türküleri yakan bu halkı, Rumelisinden
Kafkasyasına, Karadenizinden Egesine, Trakyasından Kerküküne kadar bu
topraklarda yaşayan farklı kültürlerden, farklı inançlardan, farklı
milletlerden bu halkı, anlamaya çalışıyorum, anladıkça seviyor ve anladıkça şaşırıyorum. Acısını,
sevincini, hüznünü türkülerin içinde dile getiren bu halkın ince görüsüne hayran
oluyorum. Bir yandan da hayrete şayan buluyorum yüzyıllardır türlü iktidarlar,
hanedanlar, dinler, inançlar, mezhepler eliyle yoksullaştırılan, beyni iğdiş
edilen, ezilen bu halkın dilinden, yüreğinden böylesine ustaca inciler
dökülmesine… Hem ezilen, hem kaderine boyun eğen, hem de kendisine ezenle inceden
ince dalgasını geçen. Hem korkan, hem de fısıltıyla bile olsa korkusunu
yüzyıllar sonrasına ulaştıran. Tuhaf bir bileşim türküler. Dinledikçe
çözülüveren bir sarmal.
Fakat beni, gecenin bu vakti klavye başına oturtan türküler
değil. Lafı daha fazla dolandırmadan asıl konuya geleyim.
Gündemden kaçmak istiyorum ama internet aleminde dolanan
biri için bu ne kadar mümkün!
Dün HSYK seçimleri yapıldı. Anlam veremediğim tuhaf bir
yarışı sessiz sedasız izledim. Hakimler arasındaki üç farklı siyasi yapılanmaya
yaslanan bu seçim yarışını, hakimlik mesleğinin yüceliğiyle bağdaştırmakta
zorlandım. Elbette hakimlerin de, kendilerine yakın buldukları siyasi
partilerinin, siyasi görüşlerinin, hatta cemaatlerinin olması mümkündür. Fakat
bir hakim önüne gelen davada karar verirken, siyasi düşüncelerinden, mensup
olduğu cemaatin görüşlerinden tamamen ayrılır, mevcut kurallara ve vicdanına
göre karar verir. En azından ben böyle olmalıdır diye biliyorum. Siyasi iktidarların
ya da muhalefetin rengine bürünen yargının "bağımsız" olduğundan söz edilebilir
mi? Şu yaşanan HSYK seçimlerinin, siyasetten olabildiğince uzak kalması gereken “yargı”
erkine zarar verdiğini düşünüyorum.
Siyasetçilere kızmıyorum, kızamıyorum, onların nihai amacı iktidarda
iseler iktidarlarını sağlamlaştırmak ya da muhalefette iseler iktidara gelmek
için uğraş vermek. Bu emellerine ulaşmak için yargıyı gözlerine kestirmeleri
elbette doğru değil ama yine de pekala anlaşılabilir bir tutum. Siyasetin
fıtratında var yayılmacılık.
Benim asıl anlamadığım, kuvvetini sadece vicdanlarından alması
gereken “hakimlerin”, siyasi bir çekişmenin aracı olmaya bu kadar teşne olmaları,
vesselam.
Hüseyin Cem ÇÖL
13 Ekim 2014 – Pelitli
13 Ekim 2014 – Pelitli