5 Ekim 2014 Pazar

Her An Telefon Çalabilir…


Her an telefon çalabilir. Bu yazı yarım kalabilir. Kardeşim telefonda “….i kaybettik” diyebilir. Apar-topar otogara gidebilirim. Bayramın son günlerini Yukarı Tekke Mezarlığında geçirebilirim.

***

Bir insan hayatının değeri var mıdır? Bu soruya ilkgençliğimde verdiğim cevapla, şimdilerde yolun yarısını tüketmiş ve kısmen tükenmiş bir vaziyette verdiğim cevap, ne garip, hem çok farklı, hem de temelde aynı. Diğer deyişle, hem çok değiştim, hem de hiç değişmedim, hep aynı yerdeyim.

İlkgençliğimde, hayatı, hayatötesi uzantısıyla yorumlardım. Bu yorum, herkes benim gibi miydi bilmem ama, beni yaşadığım hayata yabancılaştırırdı. Uyumsuz ve içekapanık bir kişiliğe bürünmem de, hayatı işbu hayatötesi uzantısıyla anlamlaştırma çabasının payı büyüktü.

Bu çabanın hem hayatı değersizleştiren, hem de hayata ayrı bir hayat katan yönü vardı: Hayatı değersizleştiriyordu, çünkü gerçek değildi burası, yalandı, hayaldi, gerçeğin öncesiydi. Hayata böyle bakınca tüm maddi ve manevi kazanımlar, sevinçler, küçük başarılar, kaçamak ve utangaç aşklar bana hiç tad vermiyor; hayat anlamsız olduğu için hayata tutunmak da anlamsız görünüyordu. Bile isteye mezara girmek gibiydi içinde yuvarlandığım düşünce sarmalı. Mutluluk hayatın hiçbir anında yoktu çünkü mutluluk yoktu, mutluluk hayaldi, mutluluk yalandı, bu dünya gibi.

Bu çabanın hayata ayrı bir hayat katan, hayatı kanatlandıran, hayat içre hayat sunan bir yönü de vardı. Gerçek hayatı yalan diye belleyince, gerçek olmayan ama gerçeğinden daha canlı ve sonsuz çağrışımlı bir hayat düşlüyordum. Bana ait bir hayal-dünya. Hayır, kuru bir “cennet” beklentisinden söz etmiyorum. Ta ilkgençliğimde bile, cennetin bir yer değil ancak bir “hâl” olduğunu tüm cahilliğimle seziyordum. Ölünce kavuşulan bir cennet değil, bu dünyada kendini ara sıra gösteren, kapısını hafifçe aralayan ama ardına kadar da açmayan, ışığını (Tanrı’nın ışığını) ancak benim görebildiğim, herkese kapalı bana özel bir hayal-dünyam vardı. En çok, kitap okurken, satır aralarında aniden tanık olurdum gizli cennetime. Hazdan titrerdim. O ışığı benden başka kimseye göstermediği için, bağlılığım daha çok artardı hayatın hayat-ötesi yorumlarına.

Bir yandan gerçek dünyayı gerçek saymayarak, diğer yandan gerçek dünyanın (ötesinde değil) içinde başka-güzel-çarpıcı-cazibeli bir dünya vehmederek tükettim gençliğimi. Ben de İffet gibi, ne tuhaf, “hayatımı bir vehme kurban ettim”. Orta yaşın “anlam arama” saldırısından yara bere içinde kurtulduktan ve sis’ler içinde (Ankara’da) bir müddet kendimi iyice kaybedip nihayet sığ bir limana (Trabzon’a) demir attıktan sonra, sakin bir kafayla yeniden düşündüm “insan hayatının ne kadar değerli olduğu” sorusunu. Bulduğum cevap, bu kez, hayatötesi uzantılardan hepten arınıktı. Daha kısa, daha net ama daha pürüzsüz değil. Hayatın anlamı, insanın da değeri –ilkgençliğimdeki gibi- esasen yine yoktu; fakat –ilkgençliğimden farklı olarak- hayat başkalarının değil bizim ona verdiğimiz anlamdan ibaretti, insan da öyle, o kadar. Hayatı da, insanı da, anlamı da, değeri de, hatta hayat-ötesini de içimizde biz kuruyorduk, biz büyütüyor, biz küçültüyorduk. Bizdik, bizi var eden. O yüzden, biz yitip gittiğimizde, hayata ve insana verdiğimiz o değer de, bizle beraber yitip gidecekti.

Masum olmadığımız kesin, daha acısı şu ki, yitip gittikten sonra önemli de değiliz hiçbirimiz.      

***

Her an telefon çalabilir…

Hüseyin Cem ÇÖL
5 Ekim 2014 – Pelitli