Her an telefon çalabilir. Bu yazı yarım kalabilir. Kardeşim
telefonda “….i kaybettik” diyebilir. Apar-topar otogara gidebilirim. Bayramın
son günlerini Yukarı Tekke Mezarlığında geçirebilirim.
***
Bir insan hayatının değeri var mıdır? Bu soruya
ilkgençliğimde verdiğim cevapla, şimdilerde yolun yarısını tüketmiş ve kısmen
tükenmiş bir vaziyette verdiğim cevap, ne garip, hem çok farklı, hem de temelde
aynı. Diğer deyişle, hem çok değiştim, hem de hiç değişmedim, hep aynı
yerdeyim.
İlkgençliğimde, hayatı, hayatötesi uzantısıyla yorumlardım.
Bu yorum, herkes benim gibi miydi bilmem ama, beni yaşadığım hayata yabancılaştırırdı.
Uyumsuz ve içekapanık bir kişiliğe bürünmem de, hayatı işbu hayatötesi uzantısıyla
anlamlaştırma çabasının payı büyüktü.
Bu çabanın hem hayatı değersizleştiren, hem de hayata ayrı
bir hayat katan yönü vardı: Hayatı değersizleştiriyordu, çünkü gerçek değildi
burası, yalandı, hayaldi, gerçeğin öncesiydi. Hayata böyle bakınca tüm maddi ve
manevi kazanımlar, sevinçler, küçük başarılar, kaçamak ve utangaç aşklar bana
hiç tad vermiyor; hayat anlamsız olduğu için hayata tutunmak da anlamsız
görünüyordu. Bile isteye mezara girmek gibiydi içinde yuvarlandığım düşünce sarmalı.
Mutluluk hayatın hiçbir anında yoktu çünkü mutluluk yoktu, mutluluk hayaldi,
mutluluk yalandı, bu dünya gibi.
Bu çabanın hayata ayrı bir hayat katan, hayatı
kanatlandıran, hayat içre hayat sunan bir yönü de vardı. Gerçek hayatı yalan
diye belleyince, gerçek olmayan ama gerçeğinden daha canlı ve sonsuz çağrışımlı
bir hayat düşlüyordum. Bana ait bir hayal-dünya. Hayır, kuru bir “cennet”
beklentisinden söz etmiyorum. Ta ilkgençliğimde bile, cennetin bir yer değil ancak
bir “hâl” olduğunu tüm cahilliğimle seziyordum. Ölünce kavuşulan bir cennet
değil, bu dünyada kendini ara sıra gösteren, kapısını hafifçe aralayan ama
ardına kadar da açmayan, ışığını (Tanrı’nın ışığını) ancak benim görebildiğim,
herkese kapalı bana özel bir hayal-dünyam vardı. En çok, kitap okurken, satır
aralarında aniden tanık olurdum gizli cennetime. Hazdan titrerdim. O ışığı
benden başka kimseye göstermediği için, bağlılığım daha çok artardı hayatın hayat-ötesi
yorumlarına.
Bir yandan gerçek dünyayı gerçek saymayarak, diğer yandan gerçek
dünyanın (ötesinde değil) içinde başka-güzel-çarpıcı-cazibeli bir dünya
vehmederek tükettim gençliğimi. Ben de İffet gibi, ne tuhaf, “hayatımı bir
vehme kurban ettim”. Orta yaşın “anlam arama” saldırısından yara bere içinde
kurtulduktan ve sis’ler içinde (Ankara’da) bir müddet kendimi iyice kaybedip nihayet
sığ bir limana (Trabzon’a) demir attıktan sonra, sakin bir kafayla yeniden
düşündüm “insan hayatının ne kadar değerli olduğu” sorusunu. Bulduğum cevap, bu
kez, hayatötesi uzantılardan hepten arınıktı. Daha kısa, daha net ama daha
pürüzsüz değil. Hayatın anlamı, insanın da değeri –ilkgençliğimdeki gibi- esasen
yine yoktu; fakat –ilkgençliğimden farklı olarak- hayat başkalarının değil bizim
ona verdiğimiz anlamdan ibaretti, insan da öyle, o kadar. Hayatı da, insanı da,
anlamı da, değeri de, hatta hayat-ötesini de içimizde biz kuruyorduk, biz
büyütüyor, biz küçültüyorduk. Bizdik, bizi var eden. O yüzden, biz yitip
gittiğimizde, hayata ve insana verdiğimiz o değer de, bizle beraber yitip
gidecekti.
Masum olmadığımız kesin, daha acısı şu ki, yitip gittikten
sonra önemli de değiliz hiçbirimiz.
***
Her an telefon çalabilir…
Hüseyin Cem ÇÖL
5 Ekim 2014 – Pelitli