20 Aralık 2012 Perşembe

Beyaz



Sahi zaman nereye gider?

Hüseyin Cem ÇÖL
20 Aralık 2012 - H 309 

19 Aralık 2012 Çarşamba

Ay Parçası




"Tamam çıkabilirsin" diyeli tam iki sene olmuş. Dile kolay.

Varlığın "savaş" haliydi her daim. "Barış" yokluğunda geldi.

O halde...

O halde bu özlem niye? Ve neye?

Butterfly Valley 

16 Aralık 2012 Pazar

"Üçüncü Sayfa" : Damga




"Düşünsen ne olacak? 
O da başka bir çaresizlik."

Ekşi Sözlük’te bir yorumcu İsa için, “Raskolnikov’un mal yerine koyulanı” demiş. İsabetli bir yorum. Ancak, İsa’yı benzetmek için Rusya’lara gitmeye gerek yok. Bu bizim “İffet”.

HAYATINI BİR VEHME KURBAN EDEN ADAM.  

Hüseyin Cem ÇÖL
16 Aralık 2012 - Pelitli 

15 Aralık 2012 Cumartesi

“Gece O Kadar Kirliydi Ki İkisi De Kayboldular” : Suçluydular Çünkü Sadece Umutları Vardı



Her bakan, başka bakar. Oyun aynıdır ama herkes başka açılardan baktığından başka sonuçlara ulaşır. Ben şu üç sonuca ulaştım:

Birincisi : Fakirler çok konuşur. Zengin ise sadece malını konuşturur. Fakir, çok konuşur çünkü umudu vardır. Umuttur konuşturan aslında. Zenginin umudu yoktur, hayalleri de. Konuşmaz. Gerek yoktur zira.  

İkincisi : Fakirlik ve çaresizlik, Tonhu’nun suç işlemesine neden oldu. Farzımuhal, Tonhu’yu idam ettik diyelim, o vakit suçluyu ortadan kaldırmış olacağız, tamam, peki ya fakirlik ve çaresizlik de ortadan kalkacak mı?

Üçüncüsü : Aslında suçun kaynağı da umuttur. Belki ilerlemenin de. İlerlerken, milyonların ölmesinin de. “Mülkiyet hırsızlıktır” diyen çok haklı. Hırsız, umudu olan adamdır. Umudu olmayan ise çalmaya ihtiyacı kalmayan adamdır. Her insan ya çalmıştır, ya çalacaktır.  

Ezcümle : Paco’yu oynayan Erşan Utku Ölmez ve Tonhu’yu oynayan Fatih Topçuluğu, kusursuzdular. Kendisini oynayan Maria ise gerçekten göz kamaştırıcıydı.

Güzel bir akşamdı. 

Hüseyin Cem ÇÖL
15 Aralık 2012 - Pelitli 

14 Aralık 2012 Cuma

“Onur Sistemi” Türkiye’de Uygulanabilir mi?



Öğle vakti, Maliye Kulübü öğrencilerinin M.Yazıcı Amfisinde tertiplediği bir söyleyişe katıldım. Konuşmacı, eski bakanlardan Tınaz Titiz. Söyleşi konusu, “Ezbersiz Eğitim İçin Yol Haritası”.

Söyleşi bir saatten fazla sürdü. Doğrusu ben, ezbersiz eğitimin nasıl olması ve yapılması gerektiğine ilişkin, daha teknik bilgiler verileceğini umarak söyleyişe gittim. Umduğum gerçekleşti mi? Hayır. Teknik bilgiler yerine, ucu açık temenniler ve tavsiyelerle karşılaştım. Her ne kadar umduğum gerçekleşmese de, bundan şikayetçi olduğumu söyleyemem. Yine de söyleşiye iyi ki katılmışım diyorum. Çünkü, bir; şikayet etmeyi seven biri değilim, müzmin muhalif tavır bana uygun değil; iki, elindekiyle yetinen bir karakterim var, bardağın dibindeki azcık su bile beni mutlu edebilir; üç, söyleşide bilmediğim kavram ve uygulamaları öğrenme imkanını buldum, amfiye boş girip boş çıkmadım; dört, kitaplarından tanıdığım Tınaz Titiz’i yakından görmek ve dinlemek nasip oldu; beş, genç öğrenci arkadaşların yararlı bir aktivite gerçekleştirme başarısına ve mutluluğuna tanık oldum, mutlu ve başarılı yüz görünce hiç duramam ben de mutlu olurum. Daha da sayarım, ama bu kadar kâfi.

Tınaz Titiz, söyleşisinde üç hususa ağırlık verdi.

Birincisi, sınavlarda/öğrenmenin ölçülmesi sürecinde “onur sistemi”nin uygulanması.

İkincisi, test yönteminin öğrenmeyi tek başına ölçen yeterli bir yöntem olmadığı, mutlaka klasik sınav, ev ödevi, dönem ödevi gibi diğer yöntemlerin de uygulanması gerektiği.

Üçüncüsü, ezberletilen ya da ezberlenen bilgilerin mutlaka sorgulanması gerektiği.

İkinci ve üçüncü husus, zaten herkesin bildiği ve hemfikir olduğu hususlar. Fakat sorun, eğitimin ezberli mi ezbersiz mi olması gerektiği değil zaten. Sorun, eğitim ezbersiz olsun ama nasıl olsun? Bu sorunun cevabı ayrıntılı verilmedi ya da zaman azlığından verilemedi. Ezbersiz eğitimin önündeki engeller yeterince ifade edilmedi. Dolayısıyla sorunun kaynağına inilmedi, sadece sorunun kendisi ifade edildi, çözüm yolu da dile getirildi ancak eğitim sistemimizin ezbere dayanmasının sebepleri ortaya konmadığı için varılan sonuçlar da cılız bir temenni ve tavsiye demetinden ibaret kaldı. Sadece sorgulama yeteneğinin öğrencilere kazandırılmasından ve sınav yöntemlerinin bu yönde hazırlanmasından söz edildi.

Notlarıma bakıyorum. “Sınav” dediğimiz ölçme yönteminde, dört hususun ölçüldüğünü not almışım. Birincisi, öğrenilenlerin bellekte tutulup tutulmadığını anlamak; ikincisi, öğrencinin ihtiyacı olan bilgilere erişme becerisini kazanıp kazanmadığını anlamak; üçüncüsü, mevcut bilgilerle, yeni bilgilere ulaşma becerisini ölçmek; dördüncüsü ise bu amaçları belli bir süratte yapabilmek. Test yöntemiyle yapılan sınavların ikinci ve üçüncü amaçları gerçekleştirmesi zor. Kaynaklara ulaşmak ve mevcut bilgilerden yeni bilgilere ulaşmak ancak öğrenciye ödev vermekle ve muhakeme yapabileceği klasik soru yöntemiyle mümkün. Hukuk sınavlarında ise bunun karşılığı olay çözümleme sorularına ağırlık vermek.

Söyleşide, mevcut bildiklerimden farklı olarak “onur sistemi”ni öğrendim. “Onur sistemi”nin esası sınavların gözetmensiz yapılması. Bu kadar. Sınavların gözetmenli yapılmasının handikapı nedir? Şudur: Gözetmenin görevi, öncelikle, öğrencilerin kopya çekmeden, Türkçesi HIRSIZLIK YAPMADAN, sınav olmalarını sağlamaktır. Gözetmen, bir nevi bekçi konumunda. Gözetmenin gözünde, herkes şüpheli. Herkes, her an kopya çekebilir, hırsızlık yapabilir. Dolayısıyla şu yargı onun bilinçaltına işliyor: KİMSEYE GÜVENİLMEZ. Aynı yargı, öğrencilerin de bilinçaltında filizleniyor: Ben, sınav oluyorum ve kopya çekmemi engellemek için başıma gözetmen koyuyorlar, o halde ben sistemin gözünde güvenilmez biriyim, sistem bana güvenmiyor, sistem benim ahlaklı, vicdanlı davranacağıma ihtimal vermiyor, o halde BANA GÜVENMEYENE BEN DE GÜVENMEMELİYİM. Öğrencilerin yetiştiği okul sıralarında, böylece, toplumsal hayatın olmazsa olmazı olan İNSANA GÜVEN prensibi törpüleniyor. Gerçek barış toplumunun önündeki en büyük engel de, insanların birbirine güvenmemesi değil mi?  

“Onur Sistemi” uygulanırsa, sınavlarda kopya çekilmez mi? O zaman, bazı öğrenciler hak etmedikleri notlar almazlar mı? Bu ihtimal elbette yok değil. Yani kopya çekilme ihtimali var, hatta yüksek ihtimalle var. Fakat, anladığım kadarıyla, bu sistem, mahkemeyi öncelikle her öğrencinin vicdanına kurduruyor. Yargıç da, savcı da, gardiyan da öğrencinin içinde. Sistem diyor ki öğrenciye, sana güveniyorum, sen kopya çekmezsin, çünkü kopya çekmek hırsızlıktır, ahlaka aykırıdır vs. Öğrenci bu ahlaki ve vicdani olgunluğa erişmişse, ancak o halde onur sistemi faydalı sonuçlar doğurur. Fakat, ahlaki ve vicdani olgunluğa erişmemiş öğrenciler üzerinde bu sistemi uygulamak, kanımca, kurda kuzuyu emanet etmekten farksız. Hele ki KTÜ’de…[1] 

Madem bize öğretilen bilgileri sorgulamamız öğütlendi. O halde “onur sistemi”ni de sorgulamak lazım. Onur sistemini şeksiz şüphesiz kabul etmek, ezbersiz eğitim parolasına aykırı davranmak olur. Hatta ezbersiz eğitim parolasını da sorgulamak gerekir. Ezbere dayanan eğitimin de artıları olabileceğini göz ardı etmemek, ezbersiz eğitim parolasının da bir gereğidir. Bir kez sorgulamayı şiar edinmişsen, sana sorgulamayı öğretenleri, hatta sorgulamanın gereğini de sorgularsın. Olması gereken de budur aslında.

Her şey bir yana, “efendi” sözcüğünün kökeninin Latince olabileceği kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. İnsanoğlu, aslında ortak bir havuza akan bir akıldan ibaret.

Ama "insan hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır”.

Hüseyin Cem ÇÖL
14 Aralık 2012 - H 309 


[1] Şaka şaka... Elbette asker uyumaz, KTÜ öğrencisi de kopya çekmez. J

13 Aralık 2012 Perşembe

“Biz Ona Hep Cem Derdik”



Yıllar önce, off, cümleye böyle başlayınca kendimi acınası ve geri dönülemez bir yaşlılığın çepeçevre sardığını düşündüm ve canım sıkılmadı değil, evet yıllar önce Akçağ’da olsa gerek, hatta Akçağ’ın o basık tavanlı üst katında, bir kitabını imzalatıyordum Rasim Özdenören’e… O gün, orada satın aldığım bir kitap değildi bu. Kitaplığımdaki pek çok Özdenören kitabından bir-ikisini alıp öyle gitmiştim imza gününe. İmzalasın diye verdiğim kitabın ilk sayfasında haliyle ismim yazılı. Özdenören ismimi gördü, yekten, “Cahit’in de ön adı Cem’di” demişti, “biz ona hep Cem derdik”. Birinci cümleyi çok iyi anımsıyorum, doğruluğundan tereddüdüm yok ama ikinci cümleyi doğru hatırladığımdan emin değilim; bilinaçaltımın “yıldızla özdeşleşme” oyunundan ibaret de olabilir. Benim de “yaram” az değil hani. Anlatsam roman olur ama yaramı namerde göstermenin manası yok.   

Ne tuhaf! Ben şair Cahit Zarifoğlu’nu severim ama tek bir şiirini, hatta şiirinden geçtim tek bir mısrasını bilmem. İşaret Çocukları’nı okudum, yine “yıllar önce” diyeceğim maalesef. İşaret Çocukları’ndan yüreğime akmış bir mısra yok. Benim sevdiğim sadece ve sadece Yaşamak’taki Cahit Zarifoğlu imiş, bu gerçeği,asıl bu gece anladım. Yaşamak, belki bir şiir kitabıdır, orasını bilemem. Bildiğim ve bu gece iyice emin olduğum şu ki, o bölük pörçük anlatıların arasında elle tutulur sıcak bir kalp var. O kalp bazen acılı, hüzünlü, ağlamaklı; bazense haşarı bir çocuk gibi atak, saf ve cüretkâr. Galiba, o satır aralarındaki hayatı anlama ve hayatı anlamlandırma çabasına,hiç değilse o samimiyete çok yakıntan tanık olduğum için, evet bununla övünebilirim, kitabın bendeki etkisi hiç eksilmedi.  Hayat insanı ister istemez dönüştürüyor, ideallerinden uzaklaştırıyor, fakat ne mutlu bana ki Yaşamak’ı hala sevdiğime, sevebildiğime göre ben de ümit var, demek ki hepten teslim bayrağı çekmiş değilim, hayatın hoyratlığına direnen bir yanım hâla var.     

“Yaşamak” öyle elimin ucuyla tutup okuduğum bir kitap değil, adeta içtiğim, içinde arındığım, içinde çadır kurduğum, içinde yaşadığım bir kitap “dı”. Fakat, zamanın insafı yok. Cahit Zarifoğlu’nun askerliğini Sarıkamış’ta yaptığını, üstelik de 1975’te, hani o yıl işte, Yaşamak’ta okuduğum halde unutmuşum. Bu gece, evet anladınız uyku tutmadı yine, nerden estiyse Sarıkamış özlemi, belki kar özlemi, sarıverdi bedenimi. Sarıkamış özlemini nette giderirken, kendimi bir anda Yaşamak’ın içinde, tam da “Sarıkamış 1975” başlıklı bölümün içinde buluverdim. Sarıkamış’ın soğukluğunu ve safiyetini hissettim Yaşamak’ı “dinlerken”. Sanki o karlara ben bastım, sanki o askerlere o emirleri ben verdim. Sanki onları ben kaybettim.

Saat 05.36 oldu. Şimdi, ekran başından kalkıp balkona çıksam ve lapa lapa kar yağdığını görsem ne hoş olurdu. 

Hüseyin Cem ÇÖL
13 Aralık 2012 - Pelitli 

10 Aralık 2012 Pazartesi

Pazartesi Sendromu


"Sadece epigraflar güzeldi.
Gerisi yavan duygusallık."

Her Pazartesi işte bu saatlerde (şu an saat 14.01) hep böyle olur. Hiçbir iş yapmadan, yapamadan hep böyle oturur kalırım.  

Yapacak iş mi yok. Çok var. Ama yorgunluk mu, isteksizlik mi nedir bilmem, elim kolum bağlanır.

Uyumak istesem uykum gelmez. Gözümü kapatıp dinlensem, içimden bir ses hiç durmaz, “kalk bre tembel yapılacak onca iş varken uyumak neyin nesi” der durur. Uyutmamayı çok iyi becerir içimdeki hain. Bu hususta kimse eline su dökemez.

Oysa Pazartesileri normal bir insanın çalışabileceği kadar çalışırım da. Sabah altı’da kalkmak zorundayım, çünkü sekiz’de ders var. Kıra döke de olsa oniki’ye kadar birilerine bişeyler anlatır dururum. Aynı sahnenin bir de suaresi var. Akşam onyedi’den yirmibir’e kadar yine aynı teraneler.   

Dersler iyi kötü geçer, yorgun da olsam, sonuçta sayılı dakikadır er geç biter. Bütün mesele sabah matinesi ile akşam suaresi arasında geçen zaman: Onikiden onyediye kadar. Hayatımın en ölü saatleri bunlar. Tut ki benim ARAFIM BU. Çünkü dedim ya hiçbir iş yapamam. Sadece beklerim. Neyi? Akşam beş suaresini.

Şüphesiz, Godot’yu bekleyen Estergon ve Vladimir kadar çaresiz değilim. Çünkü beklediğim nihayet bir saatin gelmesidir. O saat illaki gelir, gelecektir.

Saat 14.35 oldu. Az kaldı. 

Hüseyin Cem ÇÖL 
10 Aralık 2012 - H 309 

9 Aralık 2012 Pazar

"Hukuk ve Öğreti"


KTÜ Hukuk Fakültesi öğrencilerine, Prof.Dr.Aydın Zevkliler'in aşağıda linkini verdiğim "Hukuk ve Öğreti" isimli makalesini okumalarını tavsiye ederim.

http://s2.dosya.tc/server23/yDO5PP/1994-19943-948.pdf.html

8 Aralık 2012 Cumartesi

313. Sayfa




Nihayet bitti “Yıldız Yaralanması”.

Ben, Refekatçi’deki gibi çarpıcı, hatta afallatıcı bir son bekliyordum. Kimse kimseyi öldürmeyince itiraf edeyim, biraz hayal kırıklığına uğradım. Çok “light” bir final oldu bu.

Elbette öyle. Herkes yarası kadar büyür. Hatta, hem büyürüz, hem yaralarımızı da kanatarak büyütürüz. Yara hem bizi büyütür, biz büyüdükçe kendisi de içimizde büyür. Anladım ve teşekkürler Perihan Mağden.

Yine de okuyacağım son kitabın “bu” olmasını istemem. Elimin altında bekleşen kitaplar içinde, finale en yakışanı, Bayram Bilge Tokel’in “Neşet Ertaş Kitabı”.   

Finale en yakışan şüphesiz bu kitap ama yine de Maya’lar haklı çıksın istemem.

Yaşamak güzel. Şu doktora bitse de bitmese de. 

Hüseyin Cem ÇÖL
8 Aralık 2012 - Pelitli