"Sadece epigraflar güzeldi.
Gerisi yavan duygusallık."
Her Pazartesi işte bu saatlerde (şu an saat 14.01) hep böyle olur. Hiçbir iş yapmadan, yapamadan hep böyle oturur kalırım.
Yapacak iş mi yok. Çok var. Ama
yorgunluk mu, isteksizlik mi nedir bilmem, elim kolum bağlanır.
Uyumak istesem uykum gelmez. Gözümü
kapatıp dinlensem, içimden bir ses hiç durmaz, “kalk bre tembel yapılacak onca
iş varken uyumak neyin nesi” der durur. Uyutmamayı çok iyi becerir içimdeki
hain. Bu hususta kimse eline su dökemez.
Oysa Pazartesileri normal bir
insanın çalışabileceği kadar çalışırım da. Sabah altı’da kalkmak zorundayım,
çünkü sekiz’de ders var. Kıra döke de olsa oniki’ye kadar birilerine bişeyler
anlatır dururum. Aynı sahnenin bir de suaresi var. Akşam onyedi’den yirmibir’e
kadar yine aynı teraneler.
Dersler iyi kötü geçer, yorgun da
olsam, sonuçta sayılı dakikadır er geç biter. Bütün mesele sabah matinesi ile
akşam suaresi arasında geçen zaman: Onikiden onyediye kadar. Hayatımın en ölü
saatleri bunlar. Tut ki benim ARAFIM BU. Çünkü dedim ya hiçbir iş yapamam.
Sadece beklerim. Neyi? Akşam beş suaresini.
Şüphesiz, Godot’yu bekleyen Estergon
ve Vladimir kadar çaresiz değilim. Çünkü beklediğim nihayet bir saatin
gelmesidir. O saat illaki gelir, gelecektir.
Saat 14.35 oldu. Az kaldı.
Hüseyin Cem ÇÖL
10 Aralık 2012 - H 309