2 Aralık 2012 Pazar

"Yeraltı" : Ankara Sıkıntısı


''bazen durduk yerde bir olayın 
bütün yaşamımı değiştireceğine inanırdım. 
en çok da bu mecburi eve dönüşler sırasında 
tam kapıda yakalardı bu duygu 
eşikte öylece kalır 
gözlerim dalar 
çocuksu bir umutla 
bir şeylerin olmasını beklemeye başlardım.'' 

Zeki Demirkubuz’un “Yeraltı” filmi, Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” romanının serbest uyarlaması. “Kitabı daha iyiydi” klişesini maalesef kullanamayacağım, çünkü yıllar önce bu romanı okumuştum ve belki de çevirisi berbat olduğundan, hiç zevk almamıştım. Ezcümle : “Kitabı daha kötüydü…”

Yok bu olmadı. Ne demek kitabı daha kötüydü? Ben bu tür, durgun akan ırmaklara benzer filmleri severim aslında. Bu filmi de sevmedim diyemem. Üstteki paragrafı boş verin. Yazdım ya bir kere üşengeçliğimden silemiyorum. Film tam benlikti.

Muharrem, kimsenin yerinde olmak istemeyeceği bir tip. Yalnız, sıkıntılı, mutsuz ve başarısız bir tip. Ve her insan yalnız olduğu, mutsuz olduğu, sıkıntılı olduğu, başarısız olduğu anlar yaşamıştır hayatında ya da halen yaşamaktadır. Bu anlamda, aslında her insanın “Muharrem” olduğu anlar vardır. “Muharrem” her insanın hayatında kısa ya da uzun bir anına denk düştüğü için oldukça gerçekçi bir tip. Bence bu filmi beğenmeyenler, aslında Muharrem’in şahsında kendi mutsuzluklarını, sıkıntılarını, başarısızlıklarını, yalnızlıklarını sevmiyorlar, bu film kötü derken aslında kendi acılarından, kendi kendilerinden kaçıyorlar. E bu da çok doğal, çok insani bir tavır. Genlerimizde var bu: Acıdan kaçarız. Mazoşist değilsek tabi.

Muharrem Ankara’da yaşıyor. Yeraltı metaforuna Türkiye’de en uygun şehir Ankara olsa gerek. İnsan, elbette her şehirde sıkılabilir, her şehirde mutsuz olabilir. Fakat İstanbul’da bu kısırdöngüyü kırmak zor bile olsa imkansız değil. Ankara’da ise hepten imkansız. Çünkü Ankara gri bir şehir. Sevmek için zorlamalısınız kendinizi. Sevmek için bahane bulmalısınız. Kendini gizler Ankara. İstanbul gibi size cilve yapmaz.

Hayatımın yarısı Ankara’da geçti. “İnsan yaşadığı yeri ne olursa olsun sevmelidir, aksi halde yaşadığı hayat çekilmez olur” diye düşünüyordum, ki hala bu düşüncedeydim. Ankara’yı sevmek için kendimce ne çok bahane buluyordum. Bir tür kaşiftim ve bir tür oyun oynuyordum. İlk, henüz talebeliğimin ilk aylarında başlamıştım bu oyuna. Kaldığım yurt, Ankara Kalesi’nin eteklerindeydi. Akşamları, üç katlı yurdun balkonundan baktığınızda, bir yanda ışıl ışıl Kocatepe Camisini, ortada Meclis binasını, beri yanda Anıtkabir’i görebiliyordunuz. Daha da arkalarda Atakule. Bu görüntü muhteşem miydi? Değildi elbette. Ama olsun. “Elde var birdi”. Bu görüntü, başka yerde yoktu ve sadece Ankara’da vardı. Sadece bu kadar değil. Cebeci İstasyonu Ankara’daydı. Sadece bu bile Ankara’yı sevmem için yeter sebepti. Cebeci İstasyonu, talebeliğimin ilk yıllarında benim bu dünyadaki cennetimdi. Sebebi bana kalsın. 

Ne diyordum? Muharrem için Muharremler için bir kurtuluş varsa orasının Ankara olmadığı bir gerçek. Ankara’dan ya nefret edersin ya da sevmeye çalışırsın ama unutma ki Ankara'yı asla sevemezsin. Çünkü Ankara sevilmez. Ankara’nın çıkışı yok. Ankara'nın sıkıntısı var.

Hüseyin Cem ÇÖL
2 Aralık 2012 - Pelitli