Dün akşam,
KTÜ Atatürk Kültür Merkezi’nde “türkü ziyafeti” yaşandı. KTÜ Türk Halk Müziği
Topluluğu, bir buçuk saat boyunca dinleyenleri türküye doyurdular. Emeği geçen
herkesin yüreğine sağlık. Küçük kızım –beklediğimden çok daha fazla sabır
gösterip- sonlara doğru mızmıldanıp kısa bir kesintiye sebep olsa da, konseri bitene
kadar zevkle dinledim. Diğer etkinliklere nazaran, salon daha bir dolu gibiydi.
Türküleri seviyoruz anlaşılan.
Konserde pek
güzel terennüm edilen bir türkü var ki, hepsinden çok zihnimi işgal etti. İlk
kez dinlediğim Hatay yöresine ait bu türkünün, özellikle “benim sevdiceğimde
din var iman yok” mısrasına takılmıştım ancak şimdi türkünün tamamını yeniden dinledikçe
fark ediyorum ki, türkü baştan sona tuhaf bir bilmeceyi andırıyor.
Türkünün
sözlerini buraya alayım da bilmeceyi sonra çözmeye gayret edeyim:
şu karşıki dağda kar var duman yok
benim sevdiceğimde din var iman yok (aman)
vardım baktım nazlı yarim evde yok
ver benim sazım efendim ben gider oldum
süremedim lavantayı konsola koydum
şu karşıki dağda titrer dallar
benim gönlüm arzu çeker tomurcuk güller
(aman)
kader kısmet böyleyimiş ne yapsın eller
ver benim sazım efendim ben gider oldum
süremedim lavantayı konsola koydum
“Şu karşıki
dağ” diye başlayan mısraların asıl anlatılmak istenen meseleye giriş yapmak
için “ısındırma” amaçlı söylendiği malum. Buradan Anadolu insanının kollektif bilincine
ilişkin bir çıkarımda bulunmak mümkün müdür? Biz Anadolu insanı olarak,
diyeceğimizi yekten diyemiyoruz da, önce mutlaka anlamsız/konuyla ilgisiz bir
peşrev yapmak zorunda mı hissediyoruz kendimizi? Anlamsız/konuyla ilgisiz
peşrevden sonra, tek vuruşta diyeceğimizi diyoruz ama. Bir de, “giriş-gelişme”
arasındaki kafiye ortaklığı dışındaki bağlantısızlık, acaba, sadece bizim halk
türkülerine özgü müdür? Farkındayım, bilmeceyi çözmek için gayret edeceğimi vaat
etmiştim ama soruları çoğaltıp durmaktayım. Zaten ben de gayret edeyim dedim,
çözeyim demedim.
Peşrevi
bırakayım da asıl kafamı kurcalayan ikinci mısraya gelelim. Türküyü yakan,
türkü yakmasına sebep olan asıl meseleyi ikinci mısrada ifşa ediyor: “Benim
sevdiceğimde din var, iman yok”. Nedir bu? Konserde ilk duyduğumda, giriş
mısrasına uygun bir kafiye arayışının sonucu diye düşünmüştüm, yani peşrev
devam ediyordu zannıma göre. Türküyü defalarca dinledikçe anlıyorum ki, aslında
türkünün kalbi burası ve türküyü yakan asıl derdini bu mısraya pek güzel gömmüş.
Ne diyor dertli aşıkımız? Sevdiceğim beni seviyormuş gibi yapıyor ama aslında
sevmiyor diyor. Kabuk var ama öz yok diyor. Ben gerçekten seviyorum da, o işin
dalgasında diyor. Daha ne desin erenler?
Sonraki
mısralardan iyice anlıyoruz ki, garibim aşkına karşılık bulamamış, tek taraflı
aşktan muzdarip imiş. “Nazlı” yâri evde bulamamak, aşıkımızın aşkına karşılık
bulamadığını remzeden bir metafor. Ve yine anlıyoruz ki, aşıkımız çok kırılgan,
aşkı için mücadele etmeyi hiç aklına getirmiyor da, “madem beni sevmiyorsun, o
halde ben de çeker giderim” havasında. Lavantayı bile sürmeyip konsola
bırakması, sevgiliyle beraber hayatın tüm zevklerinden de vazgeçtiğini mi
gösteriyor, nedir? Sade sevgiliye değil, hayata da küsmüş olduğunun mu
göstergesi? Anlıyoruz ki, aşıkımızda çekingenlik, alınganlık, kırılganlık ve
kadercilik iç içe. “Kader kısmet böyle imiş ne yapsın eller” diyor. Bilinçaltında,
başkalarından yardım beklentisi mi gizli? Bir yandan kaderci, bir yandan da etrafındakilerden
yardım umuyor, “sevdiceğimle aramı bulun” demiyor da, dile getiremediğini etrafındakilerin
anlamasını istiyor. Bir yandan da, arabuluculuk işini yapamayacak/yapmayacak
olan etrafındakilere kendisi mazeret üretiyor: Kader kısmet böyle, onların da
elinden gelen bir şey yok. Ben doğuştan talihsizim der gibi. Şimdi muhayyel maşukumuza
hak verir gibi oluyoruz, böylesine kaderci, kırılgan, alıngan ve sinameki bir
aşıkı kim ne yapsın? Bir de çehre fakiriyse eğer, hiç çekilmez doğrusu.
Mesele
anlaşıldı. Dağılabiliriz. Kız yüz vermemekte haklıymış beyler.
Hüseyin Cem
ÇÖL
5 Mayıs 2013
– Pelitli