5 Mayıs 2013 Pazar

Bir Türkünün Peşinde




Dün akşam, KTÜ Atatürk Kültür Merkezi’nde “türkü ziyafeti” yaşandı. KTÜ Türk Halk Müziği Topluluğu, bir buçuk saat boyunca dinleyenleri türküye doyurdular. Emeği geçen herkesin yüreğine sağlık. Küçük kızım –beklediğimden çok daha fazla sabır gösterip- sonlara doğru mızmıldanıp kısa bir kesintiye sebep olsa da, konseri bitene kadar zevkle dinledim. Diğer etkinliklere nazaran, salon daha bir dolu gibiydi. Türküleri seviyoruz anlaşılan.

Konserde pek güzel terennüm edilen bir türkü var ki, hepsinden çok zihnimi işgal etti. İlk kez dinlediğim Hatay yöresine ait bu türkünün, özellikle “benim sevdiceğimde din var iman yok” mısrasına takılmıştım ancak şimdi türkünün tamamını yeniden dinledikçe fark ediyorum ki, türkü baştan sona tuhaf bir bilmeceyi andırıyor.

Türkünün sözlerini buraya alayım da bilmeceyi sonra çözmeye gayret edeyim:

şu karşıki dağda kar var duman yok
benim sevdiceğimde din var iman yok (aman)
vardım baktım nazlı yarim evde yok

ver benim sazım efendim ben gider oldum
süremedim lavantayı konsola koydum

şu karşıki dağda titrer dallar
benim gönlüm arzu çeker tomurcuk güller (aman)
kader kısmet böyleyimiş ne yapsın eller

ver benim sazım efendim ben gider oldum
süremedim lavantayı konsola koydum

Şu karşıki dağ” diye başlayan mısraların asıl anlatılmak istenen meseleye giriş yapmak için “ısındırma” amaçlı söylendiği malum. Buradan Anadolu insanının kollektif bilincine ilişkin bir çıkarımda bulunmak mümkün müdür? Biz Anadolu insanı olarak, diyeceğimizi yekten diyemiyoruz da, önce mutlaka anlamsız/konuyla ilgisiz bir peşrev yapmak zorunda mı hissediyoruz kendimizi? Anlamsız/konuyla ilgisiz peşrevden sonra, tek vuruşta diyeceğimizi diyoruz ama. Bir de, “giriş-gelişme” arasındaki kafiye ortaklığı dışındaki bağlantısızlık, acaba, sadece bizim halk türkülerine özgü müdür? Farkındayım, bilmeceyi çözmek için gayret edeceğimi vaat etmiştim ama soruları çoğaltıp durmaktayım. Zaten ben de gayret edeyim dedim, çözeyim demedim.

Peşrevi bırakayım da asıl kafamı kurcalayan ikinci mısraya gelelim. Türküyü yakan, türkü yakmasına sebep olan asıl meseleyi ikinci mısrada ifşa ediyor: “Benim sevdiceğimde din var, iman yok”. Nedir bu? Konserde ilk duyduğumda, giriş mısrasına uygun bir kafiye arayışının sonucu diye düşünmüştüm, yani peşrev devam ediyordu zannıma göre. Türküyü defalarca dinledikçe anlıyorum ki, aslında türkünün kalbi burası ve türküyü yakan asıl derdini bu mısraya pek güzel gömmüş. Ne diyor dertli aşıkımız? Sevdiceğim beni seviyormuş gibi yapıyor ama aslında sevmiyor diyor. Kabuk var ama öz yok diyor. Ben gerçekten seviyorum da, o işin dalgasında diyor. Daha ne desin erenler?  

Sonraki mısralardan iyice anlıyoruz ki, garibim aşkına karşılık bulamamış, tek taraflı aşktan muzdarip imiş. “Nazlı” yâri evde bulamamak, aşıkımızın aşkına karşılık bulamadığını remzeden bir metafor. Ve yine anlıyoruz ki, aşıkımız çok kırılgan, aşkı için mücadele etmeyi hiç aklına getirmiyor da, “madem beni sevmiyorsun, o halde ben de çeker giderim” havasında. Lavantayı bile sürmeyip konsola bırakması, sevgiliyle beraber hayatın tüm zevklerinden de vazgeçtiğini mi gösteriyor, nedir? Sade sevgiliye değil, hayata da küsmüş olduğunun mu göstergesi? Anlıyoruz ki, aşıkımızda çekingenlik, alınganlık, kırılganlık ve kadercilik iç içe. “Kader kısmet böyle imiş ne yapsın eller” diyor. Bilinçaltında, başkalarından yardım beklentisi mi gizli? Bir yandan kaderci, bir yandan da etrafındakilerden yardım umuyor, “sevdiceğimle aramı bulun” demiyor da, dile getiremediğini etrafındakilerin anlamasını istiyor. Bir yandan da, arabuluculuk işini yapamayacak/yapmayacak olan etrafındakilere kendisi mazeret üretiyor: Kader kısmet böyle, onların da elinden gelen bir şey yok. Ben doğuştan talihsizim der gibi. Şimdi muhayyel maşukumuza hak verir gibi oluyoruz, böylesine kaderci, kırılgan, alıngan ve sinameki bir aşıkı kim ne yapsın? Bir de çehre fakiriyse eğer, hiç çekilmez doğrusu. 

Mesele anlaşıldı. Dağılabiliriz. Kız yüz vermemekte haklıymış beyler. 

Hüseyin Cem ÇÖL
5 Mayıs 2013 – Pelitli 

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Kağıt Okuma Savaşları - II



5.Gün – Çarşamba : Günün bilançosu, 13 asker ÖLÜ, bir ben YARALI. Aslında savaşa harcanmayacak kadar güzel bir gündü. Çok sıcak değil, tatlı sıcak. Üstelik bayramdı da. Yine de evde pineklemeye gönlüm razı olmadı, say ki kan kokusu çekti götürdü beni muharebe meydanına. Akşam geç saatlere kadar H309’da kağıtlarla debelenmeme rağmen ancak 13’de kalabildim.

Ben bu hızla çarpışmaya devam edersem finallerden önce notları açıklamam zor görünüyor.

6.Gün – Perşembe :  Sadece 7 asker pert. Tamam, yoğun bir gündü, üç ders yapıldı ancak ders aralarında muharebeye devam edilebildi ama yine de ganimet bu kadar az olmamalıydı. 7 askeri 7 dakikada yere seren cengaverler var bu alemde, ben onların yanında pek bir çaylak kalıyorum.

Bu savaşı tez elden bitirmenin bir yolu olmalı. Aklıma gelen en iyi yöntem “zar” atmak. Lakin, şöyle bir sorun var. Zar atma yönteminde bir öğrencinin alabileceği en iyi sonuç “66”. Şu ana kadar notlar seksenlerde doksanlarda uçuşurken, birden ellilere, altmışlara inerse; öğrenci milleti isyan eder, işte dalgasını geçtiğim asıl “savaş” o zaman kopar! Zar atma yöntemi, en kolay yöntem fakat riskli.

Velhasıl, başka bir yol bulmalı.

Kadirşinas öğrencim BAYRAK'ın,
geçen ayki zor günlerimde
twitter pencereme
bıraktığı anmalık...

Ne zaman elma yesem aklıma geliyor... J
7.Gün – Cuma : Koskoca bir günde sadece 3 askeri yerle yeksan etmiş olmanın hüznü ve şaşkınlığı ile akşam eve gelmiştim. Küçük kızım halıya uzanmış, elinde kağıt kalem, kendince bir şeyler yazıp duruyordu. Ne yazıyor diye eğilip baktım. Ne göreyim beğenirsiniz, birtakım rakamlar… O vakit kafatasımın içinde lambalar yanınca Edison’a rahmet gönderdim. İki tomar dolusu kağıdı okumak madem bu kadar zor, canlar kusura bakmasın artık, benim ufaklığın yanyana yazacağı iki rakama razı olsunlar. Ne çıkarsa bahtlarına.

Fakat bu yöntemin de olabilitesi yok. Çünkü kızım 10’a kadar sayabiliyor, ancak 3’e kadar yazıyor. 3 güzel bir rakam, ancak 33 aldığını öğrenen öğrenci taifesini kalpten öldürebilir. Durduk yere kimsenin sebebi olmak istemem.

Neden kendimi bu kadar yoruyorum ki? Bağdat’ı yeniden keşfetmenin gereği yok. En bilindik yolu denemeli: Çizgi yöntemi… Yarın, yine H309’a gideyim, odanın ortasına tebeşirle kalın bir çizgi çekeyim, dosyanın içinden kağıtları çıkarayım, çizgiye ayağımı basıp vargücümle kağıtları havaya fırlatayım, deniz tarafına düşenlere aradaki mesafeye göre 50 +, pencere tarafına düşenlere ise 50 – not vereyim.

Gerçi bu yöntemde de, yere eğilip kağıtları toplama sıkıntısı var ama eh artık o kadar sıkıntıya da mı katlanmıyah? 

To be continued…
Hüseyin Cem ÇÖL
4 Mayıs 2013 – Pelitli 

2 Mayıs 2013 Perşembe

25 Yıl Sonra



Çocukluğum seksenli yıllarda, Sivas’ta, şehrin kenar bir mahallesinde geçti. Koskoca mahallede sadece bir kişinin evinde telefon vardı. Çünkü adam PTT’de de işçiydi. O vakitler, eve telefon kablosu bağlansın diye PTT’ye başvurmak gerekir, talebin kabul edilmesi ve hattın çekilmesi için de üç ay, beş ay, bilemedin bir sene beklemek gerekirdi. Eve telefon bağlatmak çok mühim bir itibar nişanesiydi. Evde telefon olmasına rağmen, yurtdışı görüşmesi yapmak için yine PTT’nin aracılık yapması gerekirdi. Doğrudan yurtdışı görüşmesi yapamazdınız, önce PTT aranacak, oradaki görevli sizi konuşmak istediğiniz kişiye bağlayacaktı.

Mahallemizde tek evde telefon vardı demiştim, evet tek evde… O ev koskoca mahallenin PTT şubesi gibiydi. Şöyle ki: Fransa’da yaşayan halam o eve telefona eder, şimdi rahmetli olan babaannemi istetir, evin kadını –muhtemelen söylene söylene, belki de önemli bir evin hanımı olduğunu düşünmenin gönül rahatlığıyla- bize gelir, babaanneme kızından telefon geldiğini söyler, babaannem binbir telaşla evden çıkar, telefona koşardı. Bazen ben de giderdim o telefonlu eve. Telefon nerde olsa beğenirsiniz? Masanın ya da sehpanın üzerinde mi? Elbette hayır. Bu kadar değerli bir şey, öyle herkesin ulaşabileceği bir yere konur mu? Telefon için, hani futbolda kale direklerinin kesiştiği doksan tabir edilen bir yer vardır ya, odanın tavanının bir köşesinde özel bir raf yapmışlardı ve telefonda konuşacak kişinin, divanın üstüne çıkması gerekiyordu. Babaannemin, divanın üstüne çıkıp, ayakta, bağıra bağıra (bağırmazsa sesinin Fransa’ya gitmeyeceğini mi düşünüyordu bilmem ki) konuşurken ki vaziyeti, hafızamda netliği korumakta.

Zaman öyle çabuk aktı ki, bir anda kendimizi iletişim çağının ortasında bulduk. Artık telefon denilen alet her mahallede tek bir evde değil; bir evdeki her aile ferdinin her birinde bulunabilir hale geldi. Özel televizyonlar ve nihayet internet, yaşadığımız dönüşüme inanılmaz katkıda bulundular. 2013’ü sürmekte olduğumuz günümüzde, artık hayat, seksenlerden çok farklı. Doksanlarda doğanların bu farkı anlaması zor, idrak etmeleri ise imkansız.

Telefonun yaygınlaşması, özel televizyonların çoğalması ve nihayet internetin artık lüks değil basit bir ihtiyaç halini alması artık herkesin kanıksadığı gelişmeler. Cep telefonsuz, özel televizyonsuz, internetsiz bir hayatın mümkünatı yok gibi geliyor insana. Tüm bunların hayatımıza olumsuz etkisi de yok değil elbette ama hiç kimse tüm olumsuzluklarına rağmen, telefondan, televizyondan, internetten vazgeçecek gibi değil.

Lafı ne çok uzattım. Birkaç gün önce, Sivas’ta, Cumhuriyet Ortaokulunda öğrenci iken kendisinden tarih dersi aldığım Lütfü Kengeç hakkında bir yazı yazdım. Acaba nette gezinirken bu yazıya tesadüf eder de, beni hatırlar mı, hatırlarsa cevap yazar mı diye düşünmedim değil. Fakat sesim hiç ummadığım yerden yankı buldu. 25 yıl önce aynı sırayı paylaşdığım ve o gün bugündür kendisiyle hiç irtibat kurmadığım bir arkadaşım, ta Edremit’ten selam sarkıttı. Dün sabah arkadaşımın yorumunu okuyunca, gayrıihtiyari “ey internet, sen nelere kadirmişsin” lafı döküldü ağzımdan.

Ey internet! Bir işe yaradığına ilk kez dün sabah ikna oldum.
Hüseyin Cem ÇÖL
2 Mayıs 2013 – H 309 

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Kağıt Okuma Savaşları – I



1.Gün – Cumartesi : İki dosya dolusu düşman askerinin masada mevzilendiği görüldü. Birinci düşman 117 askerden müteşekkil, her bir asker en az 7 sayfalık teçhizata sahip. Dosya üzerinde “Borçlar Hukuku Genel Hükümler” yazıyor, ki alemin bildiği tabirle bu namert düşmana kısaca Borçlar Genel demek en doğrusu. İkinci düşman, daha bir kalabalık: 154 asker. Her biri gladyatör kıyafetinde, sanırsın benim üzerime değil de Kartaca’ya saldırmaya hazırlar. Dosyanın kapağını şöyle bir kaldırmamla, Roma’nın bütün ihtişamı, kibri ve azgınlığı masaya taşacak gibi oldu, lakin onlar Romalıysa ben de “evelallah yiğidin harman olduğu yerden”im, çevik bir bilek hareketiyle dosyanın ağzını derhal kapatıverdim. İçimdeki Ulubatlı Hasan’ı “hele bekle koçum, önce Borçların Geneli, sonra Doğru Roma” diyerek zor teskin ettim.

Evvela “Borçlar Genel” dosyasını önüme sürdüm. Düşman askerlerini kabından çıkarıp masaya yığdım. Biricik silahım kırmızı tükenmez kalemi tüm gücümle kavradım. Destek kıtası olarak fizy.com’dan Neşet Ertaş’ın türkülerine tıklayıverdim.  Neşet Ustanın “ne güzel yaratmış yâr yâr seni yaradan” türküsü eşliğinde, gözüme kestirdiğim en cılız sınav kağıtlarını bir bir okumaya başladım. Bir iki üç derken kesildim. Üç askeri yere sermiştim lakin bende de hâl kalmamıştı. Yiğidin harman olduğu yerden olduğuma kuşku duymaya başladım. Ya benim hisseme yiğitlikten pek az düşmüştü; ya da bu söz bizim ataların analarımızı tavlamak için sarf ettikleri boş bir böbürlenmeden ibaretti. Kırmızı kalemi ağır ağır masaya bıraktım. Öldürdüğüm askerleri, öldürülmeyi bekleyen askerlerin altına yastık yapıp, çıktıkları dosyanın içine yeniden sıkıştırdım.

İlk günkü muharebe yarım saat ancak sürdü.

2.Gün – Pazar : Muharebe meydanına gitmedim. Düşmanlarım masada dosya içinde sarmaş dolaş bekleştiler; bende evde pinekledim.  Ölen kalan yorulan bayılan yok. Sessiz bir Pazar işte. Başka ne olacaktı ki? Pazar günü de savaşacak değilim ya?

3.Gün – Pazartesi : Muharebe meydanına gittim. Baktım düşman melül mahzun masada bekleşiyor. Onları rahatsız etmek istemedim. Zaten yapacak başka işlerim de vardı. O iş bitti, başka bir iş için eve gitmem gerekti. Oğlumu İstanbul’a yolcu ettim. Velhasılı düşmanla öpüşüp koklaşamadan koca bir gün geçiverdi.

4.Gün – Salı : Bu kez muharebe hayli kanlı ve uzun sürdü. Tam 23 askerin ağır ağır, dinlene dinlene, zevkini çıkara çıkara hakkından geldim. Hatta arada bir mola verip, öldürdüğüm askerlerin üzerinde zafer sarhoşu zalim bir kumandan edasıyla çay bile içtim. Askerin numarasını yazmayayım, ayıp olmasın. Daha da savaşacaktım, fakat, masadaki kağıtlar kırmızıya boyanmış kan denizini andırınca, midem bu vahşete dayanamadı, bıraktım. Bir kez daha öldürdüğüm askerleri öldüreceğim askerlerle harmanlayıp rulo yaptım ve dosyanın içine sürdüm. Ertesi gün bayram. Yani mesai yok. Savaşa evde mi devam etsem, yoksa bir gün ara mı versem. Savaşa evde devam etsem diye düşünürken, son anda karar değiştirip, düşmanı çantama yerleştirmekten vazgeçtim. Bu savaş günlüğünü de hangi akla hizmetse, gecenin bir yarısı yazmaya karar verdim.

Can sıkıntısı insana neler yaptırıyor, akıl alır gibi değil…  

To be continued…
Hüseyin Cem ÇÖL
1 Mayıs 2013 – Pelitli 

"Hayatın Neresinden Dönülse Kârdır"



Kimi insan işte bu yitirişi metanetle karşılar, devam edegelen insan evriminin bir parçası diye kabullenir ve yeni şartlara ayak uydurur, hayatını idame ettirebilmesi için başka bir seçeneği de yoktur.

Kimi insan ise, hep o yitirişe takılır kalır, zihninden silemez o saflığı, resetleyemez belleğini, sonraki yıllarda sarsak birkaç adım atar, kendi gibi tutunamayanlardan müteşekkil bir cemaate katılır, cemaat koyultur onun takıntısını, uyumsuzluğunu, sonra garibim baktı yapamıyor, bırakır boşluğa kendini. Nilgün Marmara gibi.

Hala yaşıyor olmak, yenilgiyi kanıksamak demektir.
Hüseyin Cem ÇÖL
1 Mayıs 2013 - Pelitli  

30 Nisan 2013 Salı

“Ben İyi Biri Değilim”



“Takip edilen/takipçi” listenizdeki biri gecenin bir vakti “ben iyi biri değilim” diye tweet atarsa, ne yaparsınız?

Bunu yazanı teselli mi etmeli acaba? “Haksızlık etme, sen çok iyi birisin” mi demeli? Ya, cevaben “sen beni benden daha mı iyi biliyorsun be sersem” derse… Neme lazım, nette birini teselli etmek, riskli ve netameli bir iş…  

Yoksa empatik cümleler mi savurmalı? “Kim iyi ki zaten?” mesela güzel bir kontratak olabilir.   

Hayırdır, nen var?” diyerek konuşmaya kapı aralamak da mümkün. Fakat, net konuşma mekanı değil ki, nette konuşulmaz… Net, aslında suskunların mekanı… Durmadan yazı paylaşıldığına bakmayın, aslında paylaşılan yalnızlık ve can sıkıntısıdır.

İşi şaklabanlığa vurmak da seçenekler arasında. “Gene kimin canını yaktın, de bakem?” gibi… Fakat yapacağınız espri biçimsiz düşebilir. O vakit ayıkla pirincin taşını… Hele muhatabınla hukukun gayet mesafeli ise, kırılan gönülleri toparlamak için bir ton laf etmek gerekebilir.

En iyisi susmalı… Hiç okumamış gibi yapmalı…
Hüseyin Cem ÇÖL
30 Nisan 2013 – Pelitli 

Küçük Bir Emekçi



Bayramlarla pek aram yoktur. Dinisinden millisine, sonradan ortaya çıkanından kendimi bildim bileli hep var olanına kadar, ayrım yapmadan, hiçbirisiyle pek aram yoktur. Belki çok küçükken, henüz aklımın hiçbir şeye ermediği zamanlarımda dini bayramlarda el öpmek, para toplamak, bayram gezmesine gitmek, hatta sabahın köründe bayram namazı kılmak beni mutlu etmiş olabilir. Ya da milli bayramlarda, elde bayrak uygun adım marşla Sivas caddelerini adımlamak, meydandaki elinde kalın kitabıyla Atatürk’ün heykelinin ardında bekleşmek, hatta o her yıl tekrarlanan hamasi şiirleri dinlemek beni gönendirmiş de olabilir. Fakat kaç yıl sürdü ki bu coşku seli? Ortaokula adım atmadan, her şeyin göstermelik olduğunu kavradım ben de yaşıtlarım gibi. O zamandan sonra her bayram günü yasak savma kabilinden geçmedi mi? İçtenlikle bayram kutlayan kaç kişi vardı öğrencilerin ve öğretmenlerin arasında? Dini bayramların güzelliği de aslında işin rutine bağlanmış olmasıydı. Arafe günü mezarlık ziyareti, bayram namazı, namazdan sonra ailecek bayramlaşma, bayram yemeği, sonra mahalledeki diğer akrabaları topluca ziyaret vs. Fakat bir zaman geldi, ben bayramlarda ailemin yanında bulunma imkanımı kaybettim. Yani “rutin” tekrarlanmayınca bayramların da güzelliği ve özelliği kalmadı. Her bayram, ah bir bitse beklentisiyle geçiverdi.  

Yarın bayrammış. Klasik bayramlardan değil bu, nevzuhur bayramlardan. Tam adını da yekten aklıma getirtemiyorum. Emek ve Dayanışma Bayramı olabilir. “Emek” ve “Dayanışma” iki büyülü kelime. Belki insanoğlunun bu dünyadaki serüveninde merkeze alınmayı hak eden iki büyük değer. Ben bu bayramın neresindeyim? Hem tamamen dışında, hem de tam göbeğinde. Göbeğindeyim, çünkü ben küçük bir emekçiden başka bir şey değilim. Bir üniversitenin farklı fakültelerinde kendisine sorumluluğu verilen dersleri anlatmaya gayret eden küçük bir emekçi. O kadar. O halde bu bayramı kutlamayı hak eden nice insandan biri de benim. Muhakkak. Fakat bir yanıyla da tamamen dışındayım bu hengamenin. Emek diye yola çıkanların pek çok kitabını okumuşum, kitaplığımın bir rafı Orhan Kemal’e, bir rafı Rıfat Ilgaz’a, bir rafı Aziz Nesin’e ayrılmış vaziyette. Ancak emek diye yola çıkan hiç kimsenin koluna girmemişim. Bilmediğim bir halayın ortasında el kol sallamak istemediğimden sanırım. Ya da “emek savaşıysa” eğer dünyadaki maceramız, kendi savaşımı tek başıma vermek, ne kimsenin sözünü kesmek, ne kimsenin türküsüne katılmak arzusu da olabilir. Beraber savaşmak denilen aslında bilmediğin birilerinin menfaati adına savaşmak, başkalarının yazdığı senaryoda figuran olmak, kendinden vazgeçmek gibi. Yani hiç bana göre değil.  

Her çiçek dalında güzel.

Ben de böyle güzelim.

Hüseyin Cem ÇÖL
30 Nisan 2013 – Pelitli  

29 Nisan 2013 Pazartesi

Lütfü Kengeç


Bir sözlük sitesinde Lütfü Kengeç için yazılanlar :
1.            öğrencilik hayatım boyunca en sevdiğim idareci/öğretmen. öğrencileriyle çok ilgilenen; on numara, saygıdeğer kişi. ayrıldığı zaman çok üzülmüştüm; ahmet bey yerine gelince daha çok üzüldüydümm :p (kayalardankayarim ?, 05.08.2010 12:52)
2.            sfl'nin görüp görebileceği en iyi idareci-öğretmendir kanımca. nöbetçi öğrencileri öğle aralarında doyurmak gibi bir huyu vardı sağolsun, bana aldığı hamburgeri hiç unutmuyorum. (flamingonunbalepabucu ?, 05.08.2010 12:54)
3.            lise 1'de hasta olup sevk almıştım. adam tam 1 ay boyunca beni nerde görse durumumu sormuştu :p kendisinin de bazı sağlık problemleri var. kendisine acil şifalar diliyoruz... (kayalardankayarim ?, 05.08.2010 13:02)
4.            bir de nerdeyse her öğrencinin ismini bilirdi. lise1'de daha ilk konuşmamızda adımı söyleyerek çağırmıştı beni yanına, şok olmuştum. (flamingonunbalepabucu ?, 05.08.2010 13:04)
5.            daha da böyle müdür gelmez. (niyetsizadam ?, 05.08.2010 13:52)
6.            hani filmlerde gördüğünüz "idealist öğretmenler" vardır ya, lütfü hoca onların reel hayattaki karşılığıdır. öğrenciye fazlası ile değer verir, karşılığında da sayggı görür. ki sonuna kadar hak etmektedir. emekliye ayrılması 18 yıllık okulun başına gelmiş en kötü olaydır. o varken nasıldııı, şimdi nasılll. emekli olduğu an özel bir okuldan teklif almış benim bildiğim tek müdürdür. allah uzun ömürler versin kendisine. (pesimistanbul ?, 05.08.2010 14:26)
7.            okuldan ayrılacağını duyduğumda yıkıldığım, fen lisesi ailesinin kültürünün sonu geldi dediğim ve çok sevdiğim değer verdiğim insan (pardon melek) (gigabayte ?, 05.08.2010 17:26)
8.            herkes bu kadar övüyor keşke bnde o sfl'de olduğu zaman girseydim bu okula dediğim ; bnde hayranlık uyandıran şahıstr. (yumurtatepeninziyaretcisi ?, 05.08.2010 21:06)
9.            öğretmenler gününde spor salonuna girdiğinde salonu sarsan "lütfü baba!" çığlıklarını fazlasıyla hak eden insan... ama alındım kendisine, her 08 çıkışlı gibi benide son senemde yalnız bıraktı... (brezilya milliyetcisi ?, 06.08.2010 14:17)
10.          Yüzünü sadece okulun girişindeki panoda gördüğüm birçok kişi tarafından ve dolayısıyla tarafımca sevilen SFL'nin eski müdürü.. (ZaraLi ?, 06.08.2010 15:39)
11.          bayramda ziyaretine gittik arkadaşlarla, çikolata kolonya ıvır zıvır (bkz: söylenmez böyle şeyler) ikram etti hocam biz tutarız dediysekde bize vermedi, herkesi tek tek dolandı sonrada "size hizmet gerek gençler" diyerek bizi yerin dibine mi soktu desem, yoksa o an benim gözümde kendisi bir kez daha yüceldiği için mi göreceli olarak ben kendimi yerin dibine girmiş hissettim desem bilemiyorum... 10 üzerinden 10.000 biri varsa eğer, o kişi lütfü hocadır... (brezilya milliyetcisi ?, 09.08.2010 04:08)
12.          Bakışı, gülüşü, ilgisi, babacanlığıyla taht kurmuş olandır pekçoklarının gönlünde (pifizik ?, 16.08.2010 15:56)
13.          3d gormedim saygıyla anıyoruzz (mhmtslh ?, 16.08.2010 16:41)
14.          herkes bu kadar iyi şeyler yazınca kendimden utandım biraz doğrusu gerçekten çok değerli bir insan (tabii sabahın soğuğunda bizi dışarıda daha az bekletseydi daha bir şevkle kendisini hayırla anardım allah kendisinden razı olsun. başka ne diyeyim allah başımızdan eksik etmesin.) (mehmet ali 2008 ?, 16.08.2010 17:37)
***
Lütfü Kengeç kimdir? Lütfü Kengeç, ben Sivas Cumhuriyet Ortaokulunda 1986-1987 eğitim-öğretim yılında orta 1 talebesi iken, tarih öğretmenimizdi. Ayrıca sınıf öğretmenimizdi de. Çok çalışkan bir talebeydim, tarihe de delicesine meraklıydım fakat yine de aradan geçmiş 26 koca sene elbette beni unutmuştur, hangi hafıza binlerce öğrenciyi acımasızca akan yılların kıyıcılığından saklayabilir ki? Ama ben Lütfü Hocayı unutmadım. Hafızamın kuvvetli olduğundan falan değil elbette. Lütfü Hoca, unutulacak bir hoca değildi de ondan. Bir 26 yıl geçse yine unutmam. Orta sonda Fevzipaşa Ortaokulunda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenim Hamza Muslu’yu, ilkokul öğretmenim Şermin Özüşen’i, Sivas Lisesi'nde son sınıfta edebiyat öğretmenim Adana Kozan'lı Tahsin Özener’i unutamayacağım gibi…
İnsanın bu dünyada başına gelebilecek en büyük şans nedir? Henüz sağını solunu bilmediği yeni yetmelik çağlarında, ona davranışıyla, konuşmasıyla, bilgisiyle, görgüsüyle örnek olabilecek; hayatına yön vermesinde elinden tutacak; sağduyulu, hoşgörülü, kendisini bilen öğretmenlerle yolunun kesişmesidir.
Şimdi… Işıkları kapatayım, adres çubuğuna youtube yazayım, Coşkun Sabah “Anılar… Anılar… Beni bu akşam ağlattılar…” desin, ben de dinleyeyim…
Tam zamanıdır.
Hüseyin Cem ÇÖL
29 Nisan 2013 – Pelitli

20 Soru


Taraf gazetesinin son sayfasında “20 Soru” isimli bir köşe var. Eskiden blog aleminde “mimleme” derler bir aktivite hakimdi. Şimdi, hâlâ devam ettirenler var mı bilmiyorum. İşte bu 20 Soru, blog alemindeki mimlemeye çok benziyor. Taraf çıktığından bu yana bu köşe hep var.  Gazetenin bugünkü sayısında 20 soruyu cevaplayan ise oyuncu Rüçhan Çalışkur. Varsayalım ki, Rüçhan Çalışkur beni mimlemiş olsun. 
İşte 20 soru ve cevaplarım:   

1- En sevdiğiniz kelime?
Hakediş.
2- Nefret ettiğiniz kelime?
Unvanını, makamını insanların hayrına, iyiliğine değil de, egosunu tatmin etmek için kullanan ne oldum delisi çakma firavunların ağzından çıkan herhangi bir kelime.  
3- Ne sizi heyecanlandırır?
Doğru anlaşılmak.
4- Heyecanınızı ne öldürür?
Yanlış anlaşılmak.
5- En sevdiğiniz ses nedir?
Bağlama sesi.
6- Nefret ettiğiniz ses nedir?
Toprak delici makinesinin çıkardığı ses.
7- Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?
Gişe memurluğu.
8- Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?
Her yetenekten bir parça olsa fena olmazdı hani (Everything but little little).
9- Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?
Kim olursam olayım, ben yine bir yolunu bulup kendim olurdum.
10- Nerede yaşamak isterdiniz?
Nerede yaşarsam yaşayayım, kendimi dışımda bırakamayacağıma göre, hülyalara kapılmaya gerek yok; halen yaşadığım yer, yaşamak istediğim yerdir.  
11- En önemli kusurunuz nedir?
Çalışkanlık ile tembellik arasında istikrarlı bir istikrarsızlığım var.
12- Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?
Gece vakti uyku tutmayınca, buzdolabında ilaç için bir kaşıklık bile olsa yemek bırakmamak.
13- Kahramanınız kim?
Tahir Sami Bey.
14- En çok kullandığınız küfür?
Hay ben senin aaa…ğzını öpeyim.
15- Şu anki ruh haliniz?
Aradığını bulmuş, huzur içinde; fakat bulduklarını paylaşacak kimse yok, yalnız.
16- Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?
İnsan hak etmediği şeyin sahibi olamaz. (Aziz Nesin)
17- Mutluluk rüyanız nedir?
Yazılmış ve yazılacak bütün kitapların raflara dizildiği, bitmez tükenmez bir kitap labirentinin koridorlarında gezinmek.
18- Sizce mutsuzluğun tanımı?
Kendini sevmemek, kendini tanımamak, kendini yetersiz hissetmek, kendinle barışık olmamak.
19- Nasıl ölmek isterdiniz?
Bir bahar günü, ikindi vakti, açık havada toprağa uzanmışım, yalnızım, iki elim başımın altında, güneşe göz kırpıyorum, yavaş yavaş tebessüm ederek ruhumu teslim ediyorum.
20- Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı'nın kapıda size ne söylemesini istersiniz?
Çalışma odan üst kattaki kütüphanenin sonunda. Asistanın Kate Upton. J  
Hüseyin Cem ÇÖL
29 Nisan 2013 – Pelitli

28 Nisan 2013 Pazar

“Bilmiş Ol Ki Gönül Hak’tır…”


"-          Türkülerinizde genellikle tabiatın, insanın iç güzelliği,
aşk, sevgi temaları ağır basıyor.
Neden?
-          Daha ötesi yok da ondan."

(“Neşet Ertaş Kitabı”, Söyleşi: Haşim Akman,
T.İş Bankası Kültür Yayınları, 2.Baskı, Ekim 2012, s.48.)

Bu nasıl iş anlamadım, ne kadar çok çalışırsan çalış, yine yapılacak pek çok iş seni bekliyor.
Bu hafta sonuna üç iş bırakmıştım. Yazmam gereken bir bilirkişi raporu epeydir beni bekliyordu. Bütün gün uğraşırsam bitiririm diye umuyordum. Sonra iki dersin vize sınavı kağıtları masanın üstünde iki haftadır her gözüm değişinde bana utanmadan öpücük gönderiyorlardı, onları da hepsini olmasa da epeycesini elden geçirmek lazımdı. Nihayet, dönemin son üç haftasında anlatacağım dersleri gözden geçirmem şarttı. Ders planımı dönem başlarken yaparım ama nedense dersler işlendikçe plandan taviz vermek zorunda kalırım; e bu durumda planı revize etmek gerekir. Beş ders bu, boru değil. Her şey yolunda giden de var, ağır aksak kör topal yürüttüklerim de.  
Tasarladığım hiçbir işimi yapamadım. Hafta sonunu evde ya da dışarıda değil de kumam H 309’da geçirmeme rağmen, masanın altında mazlum bir çocuk gibi bekleşen mahkeme dosyasına elim gitmedi. Hiç değilse sınav kağıtlarını okuyayım dedim, üç-dört kağıt da okudum, fakat her biri küçük bir destan cesametinde, oku oku bitmiyor. Kıçıkırık üç kağıdı okumak yarım saatimi aldı. Yoruldum okumaktan, bıraktım bir köşeye sınav tomarını da. Final sınavını test mi yapsam nedir? Tamam, test sorusu hazırlamak da vakit alıcı ve yorucu ama yazılı kağıtla kıyası kabil değil. Eşref saatine denk gelir de, soru kağıdı yerine cevap kağıdını çoğaltırsan, işte tek o vakit başın –hem de ne biçim- ağrıyor; onun haricinde test yöntemi, milli içkimiz ayranın yanında ızgara köfte gibi, tadından yenmiyor. Oku(t)ması yarım saat, bilemedin kırk beş dakika. Evet, finaller için test seçeneğini bir daha düşünmeli. Sınav kağıtlarını da masadan kaldırınca, ders planlarım üzerimde çalışmak hiç içimden gelmedi.    
Tasarladığım hiçbir işimi yapamayınca ben de kendimi tembelliğe vurdum. Benim tembelliğim ya aynı şarkıyı/türküyü arka arkaya defalarca dinlemek ya da zevkime, meşrebime uyan bir kitabın sayfaları arasında saatlerce kaybolmak. Bazen ikisini aynı anda yaptığım da olur: Müzik dinlerken kitap okumak gibi… Bu, tembelliğin karesidir ki, sonrasında bir de deliksiz uyuyabilirsen, bilesin ki Süleyman görse sendeki saltanatı çatlar kıskançlığından.
Tembelliğimin şansına şarkılardan “Yaralı”, kitaplardan ise Haşim Akman’ın hazırladığı “Gönül Dağında Bir Garip” alt başlıklı “Neşet Ertaş Kitabı” çıktı. Bir söyleşi kitabı bu. O yüzden rahatça, zorlanmadan okunan bir ritmi var. Zaten ben oldum olası söyleşi kitapları okumayı severim. Gazetelerin hafta sonu eklerindeki söyleşileri okumayı da çok severim. En lüzumsuz kişilerle yapılan söyleşiler bile, insana, insanlığa, hayata dair bişeyler öğretir.
“Neşet Ertaş Kitabı”, iki gün boyunca elimden düşmedi. Neşet Ertaş’ın hayat hikayesini, zaten ben başka kitaplardan, bilhassa Bayram Bilge Tokel’in kitabından ve belgesellerden bilmiyor değildim. Bu kitapta, Neşet Ertaş’a dair bilmediğim pek az bilgi bulabildim. Fakat, yine de bu kitapta ben, çok esaslı bir bilgiye ulaştım: Neşet Ertaş’ı neden çok sevdiğimi bu kitabı okurken anladım.
Neşet Ertaş’ı kendimi bildim bileli dinliyorum. Kimi zaman ibadet duygusuyla dinliyorum. Bir hocayı dinler gibi, bana özel ders veriyormuş gibi, ders halkasındaymışım gibi dinliyorum. Sadece kulağımla değil, yüreğimle ve aklımla dinliyorum. Onu dinledikçe hamlık derisini parçaladığımı “piştiğimi” hissederek dinliyorum. Severek, saygıda kusur etmeyerek, edeple dinliyorum.
İnsan, sever. Sevmek kolaydır, hatta anlıktır. İnsan önce sever, neden sevdiğini de bilemez bazen, sonra sonra bu soruyu sorar kendine: Neden seviyorum ben? Ne buluyorum? Neden peşindeyim?
“Neşet Ertaş Kitabı”, bu gönül adamına duyduğum sevginin sebebini bana apaçık gösterdi.  Aslında ben müzikten anlamam. Ne nota bilirim, ne de bir enstrüman çalmasını. Şimdi anlıyorum ki, müzik de diğer sanat kolları gibi hakikati arama ve bulma yolunda bir araçtan başka bir şey değil. Aslolan ne saz, ne resim, ne şiir, ne tiyatro. Neşet Ertaş, hayatı boyunca çalıp söylediği türkülerinde aslında bir olan hakikati dile getirmiş, dile getirdiği hakikat ile benim hayatım boyunca olgunlaştırdığım hayat görüşüm örtüşmüş, bendeki tüm bu sevginin sebebi de işte bu kadarmış. Benim yolum, Neşet Ertaş’ın türkülerinde en halis, en berrak ifadesini bulmuş; ben o yüzden Neşet Ertaş’ı hiç bıkmadan döne döne dinliyormuşum.
Nedir bu yol? Hayata inanmak, güzele inanmak, hayatın hakkını vermek gerektiğine inanmak, hayatın hakkının ancak aklını kullanarak, gayreti elden düşürmeyerek, çabalayarak ve aşkla aleme bakarak verileceğine inanmak; hayatın merkezinde aşkın yattığına inanmak, korku ve menfaat olmaksızın yaratıcıya inanmak, yaratanın bir parçasının insanda olduğuna –can’a- inanmak, bu yüzden yaratana aracısız ulaşabileceğine inanmak, araya birilerini sokmak gerekmediğine inanmak ve en önemlisi korku ve menfaat hissinin yaratıcı ile insan arasındaki bu bağı zedelediğine inanmak...
Ezcümle : Bu hafta sonu Neşet Ertaş söyledi, ben dinledim, Thomas Paine de, asırlar ötesinden ikimize selam gönderip olup biteni tasdik etti.
Hüseyin Cem ÇÖL
28 Nisan 2013 – Pelitli