23 Mayıs 2013 Perşembe

Peynir Hangi Tabağın Altında?



Birkaç gündür, hummalı bir çalışma içindeyim: Sınav sorusu hazırlıyorum. Dersler bitti ama iş bitmedi malum. Final ve bütünleme sınavlarını da sağ-salim, vukuatsız atlatırsak, işte o zaman tatili hak edebileceğiz. Tatil dediysem de, dünya turuna falan çıkacak değilim. Ramazan’ı Sivas’ta ailemin yanında geçireceğim o kadar. Tatil diye bildiğimiz, ana-babanın yanına çöreklenip sahurda etliekmek ya da kıymalı börek yemekten, Ramazan bitince de Soğuk ya da Sıcak Çermik’e –ki benim tercihim hep Soğuk Çermik olmuştur- akın edip kükürtlü suyun altına girmekten ibaret. Alternatifimiz ya Paşa Fabrikası, ya Gardaşlar -Kardeşler değil- Tepesi. Sonra istikamet yine Trabzon, yine “iş”.

Birkaç gündür, hummalı bir çalışma içindeyim diye başladım yazıya. Yaptığım hababam test sorusu hazırlamak. Vize sınavında kağıt okumaktan illallah geldiği ve kağıt okuma savaşlarından hayli yorgun çıktığım için, o ne destansı ve karışık metinlerdi yarabbi, tamamen “test” denen fırlamalığa gönüllü olarak kendimi teslim etmiş durumdayım. Ders sorumlusu açısından bakıldığında test yöntemi avantajlı gibi görünüyor. Çünkü oku(t)ması fazla bir vakit almıyor. Yarım saat, bilemedin kırkbeş dakika içinde bini aşkın kağıdın sonucu hazır. Gelgelelim, soru hazırlamak çetin bir iş. Eğer benim gibi yardım almaksızın tek tabanca çalışan ve biraz da evhamlı biriyseniz, hepten zor ve kafa … bir iş. Yine de pek şikayetçi değilim. Bu işi (ve aslında her işi) “oyun” gibi gördüğünüzde, biraz da işin içine hınzırlık bulaştırdığınızda, kafa açıcı hatta kafa yapıcı bir hâl bile alabiliyor. Bakın burada önemli bir laf ettim can’lar. Not alın. İşinizi “oyun”laştırırsanız, pek çalışmış sayılmazsınız. Hatta bu oyunun karşılığında, size maaş verildiğini düşündüğünüzde gülesiniz gelir.

Ben nasıl “oyun”laştırıyorum test hazırlama “iş”ini? Aslında bunu başarmam çok zor değil. Çünkü, test yönteminin, ki bu yöntemi bulan zat-ı muhterem tam bir fırlama olmalı, kendisi, bizatihi bir oyun. Oyunun kuralı da çok basit. Aşağıdaki ağzı kapalı tabaklardan birinin içinde peynir var, diğer dördü ise boş; doğruyu bulun, peyniri yiyin, bu kadar. Oyuncunun doğru tabağı bulmasını zorlaştırmak, onun kafasını karıştırmak, kafasını “çelmek” ise, oyun kurucunun zekasına, marifetine, hinliğine, şeytanlığına ya da melekliğine kalmış. İşte, varsa eğer bu oyunda oyun kurucuya düşen eğlenme payı, oyuncuları nasıl şaşırtacağını düşünüp zevklenmek, zekice bir şaşırtma bulduğunda bilgisayar başında hınzırca gülümsemek. Bu kadar. Farkındayım tamamen salakça ama gerçek bu kadar basit.      

Bu çeldirmelerden, bu şeytanı kıskandıracak akıl karıştırmalardan sıkıldığımda, oyun kurucu kimliğimden çıkıyorum, hınzırlığım tutuyor, oyunun kurallarını alt-üst ediyorum, oyuncunun kulağına usulca “ey can, peynir şu tabağın altında” deyiveriyorum. İstisnasız, her sınavda, en az bir sorunun cevabını bu şekilde aşikâr ediyorum. Ediyorum da ne oluyor, istisnasız, her sınavda, “hocam, siz bu kadar iyi olamazsınız, var bu işte çapanoğlu” deyip, peynirin başka bir tabakta olduğunu iddia eden, en az bir septik Pikaçu çıkıveriyor.

Pekala… Bir test’le bitireyim bari bu yazıyı.

Peynir hangi tabağın altında?
a) Bu tabağın
b) Şu tabağın
c) O tabağın
d)  Hepsinin
e) Hiçbirinin

Doğru cevabı veren ilk Pikaçu'ya “tabakta peynir”, ikincisine “peynir tabağı” hediye edilecektir. Şaka yapmıyorum ama ciddiye de almayınız.

Hüseyin Cem ÇÖL
23 Mayıs 2013 – Pelitli 

16 Mayıs 2013 Perşembe

“Son” Haftanın İçinden



Her ders sorumlusu, öğrenciye faydalı olmak ister. Derslerin verimli ve kaliteli geçmesi için hangi yöntemleri kullanması gerektiğini düşünür ve ona göre dersini işler.

2012 yılının Eylül ayında dersler başladığında, benim de aklımdaki tek endişe bu idi: Nasıl bir ders işlersem öğrenciye daha çok yardımım olurdu? “Hukuk” gibi genelde dinlenilerek değil, okunularak öğrenilen bir bilimin, derste öğretilmesi nasıl mümkün olabilirdi?

Kendimce üç yöntem geliştirmiştim :

Birincisi, dersi slaytla işlemek. Slaytları da olabildiğince tablolarla, şemalarla, görsel malzemelerle, olay sorularıyla, meslek sınavlarında çıkmış testlerle zenginleştirmek. Yani, kitabı olduğu gibi slayta aktarmakla yetinmemek; kitaptaki bilgileri daha cazip ve daha kolay öğrenilebilir hale sokabilmek.

İkincisi, işlenen her konuyu mümkün olabildiğince somut örneklerle, günlük yaşamın diliyle aktarabilmek, gerektiğinde akademik dilden uzaklaşmak.

Üçüncüsü ise, ders sırasında öğrenciyle açık iletişim halinde olmak. Sadece “anlatıcı” konumda bulunmamak, öğrencinin de kendisine aktarılanları kavraması hatta sorgulaması için teşvik edici olmak. Derste yapılabilecek hataları hoş görmek, hatta hatalı bile olsa dersin konusuyla ilgili farklı açılımları desteklemek.

Eylül sonundan Mayıs sonuna kadar işlediğim tüm derslerde bu yöntemlere göre hareket ettim. Bu yöntemleri uygulayabildiğim ölçüde ben de mutlu oldum ve derslerimden keyif aldım; sanırım öğrenci de bu yöntemleri uygulayabildiğim ölçüde derslerimden istifade etti. Fakat, malumdur ki, ders sorumlusu denilen varlık da bir insandır. İnsan olmamızın sonucu da, bazı zaaflara ve eksikliklere sahip olmamızdır. En büyük eksiklik ise, herkesin algılama ve aktarma kapasitesinin farklı olmasıdır. Bir sene boyunca hiç tembellik yapmadım, hatta gereğinden fazla çalıştım, bu konuda mütevazı olamayacağım. Buna rağmen, bedensel zaaflardan dolayı bazı derslerde performans düşüklüğü de yaşadım. Ders saatlerimin ve ders çeşitliliğimin fazla olması, sürekli ayakta ve hareket halinde ders anlatmam, beni epey yordu ve bu yorgunluk kimi derslere olumsuz yansıdı. Buna bir de kronik uyku problemim eklenince, kimi derslerin sonunu zor getirdiğim bile oldu. Bu noktada, anlayışlı ve hoşgörülü davranan öğrencilerime de teşekkür ediyorum.  

Her şeye rağmen, tüm bu artılar ve eksiler terazinin kefelerine koyulduğunda, rahatlıkla artı kefesinin ağır bastığına vicdanen inanıyorum, bir sene boyunca işlediğim derslerin çoğunluğunda attığım taş ürküttüğüm kurbağaya değdi diyorum, kimi dersler ise sıkıcı ve verimsiz geçmiş olabilir, o kadar kusur kadı kızında bile olur diyerek kendimi teselli ediyorum. Şu aşamada içim rahat.  

Her birini çok sevdiğim İktisat Bölümü II.Öğretim öğrencileriyle yaptığım son dersin "son"u...
(15 Mayıs 2013 Çarşamba - HUK 104) 

“Son” haftanın içindeyiz. Bu akşam bir dersim var İşletme’lere. Yarın da son derslerimi yapacağım. Doğrusu şu ki, biraz tuhaf bir durumdayım. Bu haftanın başında, “ah şu hafta bir bitse de, biraz rahat etsem” diye düşünüyordum. Çünkü çok yorgundum ve son iki haftadır uyku problemim tavan yapmıştı. “Bir an önce dersler bitse” düşüncesi kafamda saplantı olmuştu. Hafta başladı, birer ikişer dersler bitti. Önce Borçlar Genel, sonra Roma, sonra İcra-İflas, sonra Şirketler Hukuku. Tuhaf olan şu ki, her “biten” ders, ben de “bitmemiş” gibi bir his uyandırdı, yani tam da “bitirdiğime” kendimi ikna edemedim. Bunda “derslerin bitmesine rağmen, konuların hepsinin bitmemesi”nin payı olabilir fakat asıl sebep bu değil.

Peki nedir sebep?

“Stockholm Sendromu”yla açıklayabilir miyim bunu? Benliğimi, kafamı, uykularımı, hayat düzenimi bir yıldır esir alan “periyodik ve sık aralıklarla ders anlatma vazifesi”, yarın akşam sona eriyor. Beni hem mutlu eden, hem de sıkıntıya sokan bir uğraşıdan, yaklaşık dört ay ayrı kalacağım. Dersler bitecek ama aklımın bir köşesi hep geçmiş derslerde olacak. Ayrılsam da kopamayacağım o mutluluktan ve o sıkıntıdan. İçimdeki “bitmemişlik” hissinin asıl sebebi bu olsa gerek.

Hülasa: Bu yıl, türlü sıkıntısına rağmen, onlarca gencin karşısına geçip sorumlusu olduğum dersleri öğretmeye çalışmak, az-çok öğretebildiğimi sezebilmek, en azından dersin anlaşılmasına katkıda bulunduğumu hissedebilmek, evet, güzeldi, çok güzeldi; ama inanıyorum ki, seneye her şey daha da güzel olacak.

Hüseyin Cem ÇÖL
16 Mayıs 2013 – H 309 

15 Mayıs 2013 Çarşamba

"Her Hâl ve Şartta Neşeyi Muhafaza, Hayatın İdamesi İçin Yegane Çaredir"


İşbu afişin esbab-ı mucibesi için "Merhaba Kırklareli" yazısının yorumlarına bakınız...

Başlıktaki söz ünlü tiyatro oyunu yazarımız Cevat Fehmi Başkut'a ait. Neşeli olmak iyidir, neşeli insanlar cana can katar fakat afişe bakıp da sakın kahkaha atmaya kalkmayın.

Çok pis döverim haberiniz olsun.


Hüseyin Cem ÇÖL
15 Mayıs 2013 - Pelitli  

14 Mayıs 2013 Salı

"Hukuk Eğitiminde Farklı bir Yaklaşım: Bir Banka Hukuku Dersinin Ardından"



Aşağıdaki linkte, Kırıkkale Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Yrd.Doç.Dr. Ozan CAN'ın "Hukuk Eğitiminde Farklı bir Yaklaşım: Bir Banka Hukuku Dersinin Ardından" isimli makalesi bulunmaktadır. Hukuk eğitiminin nasıl olması gerektiği üzerine kafa yoran herkese tavsiye ederim.

http://www.dosya.tc/server8/TMbLYZ/ozancan_makale..pdf.html

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Merhaba Kırklareli



İki ihtimal var:

Ya, benim twitter hesabını sallayan yok.

Ya da, takipçilerimin kalp gözü açık değil, lafın ardında yatan gizli gerçeği göremiyorlar, yüz kırk karakterin içine ustaca yerleştirdiğin destanı sezemiyorlar.

Dün twitter’a

başta kendi annem olmak üzere tüm annelerin anneler gününü ve bugün doğanların doğum gününü kutlarım... :)

yazdım.

Bir Allahın kulu çıkıp da “doğum gününüz kutlu olsun” demedi!

Ben de final sorularını hazırlarken Allah yarattı demiyeceğim! Haziran ortasında denize doğru topluca yankılanan “yandım aman” seslerini duyar gibi oluyorum!

6-0 bile bu kadar koymadı inanın!

Hüseyin Cem ÇÖL
13 Mayıs 2013 – H 309

Kağıt Okuma Savaşları - IV



“Deveye ‘ensen neden kalın’ diye sormuşlar.
‘Kendi işimi kendim görürüm de ondan’, demiş.”

11. Gün – Salı : Beş.
12. Gün – Çarşamba : Sıfır.
13. Gün – Perşembe : Sıfır.
14. Gün – Cuma : Sekiz.
15. Gün – Cumartesi : Sıfır.
16. Gün – Pazar : Sıfır.
17. Gün – Pazartesi : Elli iki ve nihayet dosya tamam. Ortalama seksendört. Bakalım finalde kırk alabilen kaç kişi çıkacak?

Şimdi sıra Roma’da, fakat bu seriye bir düğüm atalım hele....

THE END
Hüseyin Cem ÇÖL
13 Mayıs 2013 – H 309 

"Allah Allah Desem Gelsem"





Bu da benim ayıbım olsun. Sözleri Pir Sultan Abdal’a ait “Allah Allah Desem Gelsem” türküsünü/deyişini, Muhlis Akarsu’nun ve adını bilmediğim bir kadın refikinin yorumuyla, hayatımda ilk kez dün sabah dinledim.

İlk dinleyişimde yalan yok, bir anlam veremedim sözlerine. Rüştü Asyalı’nın söylediği “Uyan Uyan Güzel” türküsüne kulak aşinalığımdan olsa gerek, ezgisinin hatırına yeniden dinledim. Dinledikçe, sözleri bana daha bir anlamlı geldi. Her dinleyişimde anlam halkası genişledi. Arka arkaya kaç defa dinledim bilmiyorum. Bir ara Ruhi Su’nun yorumuna da geçiş yaptım ancak çarçabuk geri döndüm, çünkü, Muhlis Akarsu ve kadın refiki (Selda Bağcan değil sanırım) hem bu işin hakkını layıkıyla veriyor, hem de Ruhi Su’yu dinlemek nedense beni çok yoruyor, işkence altında söyletiyorlarmış gibi rahatsız oluyorum.   

Önce bir kez hep beraber okuyalım, sonra bende uyandırdığı çağrışımları aktarayım. Aşk ile buyurun:

Allah Allah desem gelsem
Hakkın dîvanına dursam
Ben bir yanıl alma olsam
Dalında bitsem ne dersin

Sen bir yanıl elma olsan
Dalımda bitmeye gelsen
Ben bir gümüş çövmen olsam
Çeksem indirsem ne dersin

Sen bir gümüş çövmen olsan
Çekip indirmeye gelsen
Ben bir avuç çavdar olsam
Yere saçılsam ne dersin

Sen bir avuç çavdar olsan
Yere saçılmaya gelsen
Ben bir güzel keklik olsam
Bir bir toplasam ne dersin

Sen bir güzel keklik olsan
Bir bir toplamaya gelsen
Ben bir yavru şahin olsam
Kapsam kaldırsam ne dersin

Sen bir yavru şahin olsan
Kapıp kaldırmaya gelsen
Ben bir sulu sepken olsam
Kanadın kırsam ne dersin

Sen bir sulu sepken olsan
Kanadım kırmaya gelsen
Ben bir deli poyraz olsam
Tepsem dağıtsam ne dersin

Sen bir deli poyraz olsan
Tepip dağıtmaya gelsen
Ben bir ulu hasta olsam
Yoluna yatsam ne dersin

Sen bir ulu hasta olsan
Yoluma yatmaya gelsen
Ben bir can alıcı olsam
Canını alsam ne dersin

Sen bir can alıcı olsan
Canımı almaya gelsen
Ben bir cennetlik kul olsam
Cennete girsem ne dersin

Sen bir cennetlik kul olsan
Cennete girmeye gelsen
Pir Sultan üstadın bulsan
Bilecek girsek ne dersin
                              
***
Anlam deryasından benim payıma düşenleri şöyle sıralayabilirim:
Bir : Hak’tan geliyoruz ve gidişimiz Hak’kadır… Tüm aradakiler, bu yolculuğu bir oyuna, bir eğlenceye dönüştüren ufak ayrıntılar yumağı… Aslolan ise, yolun başında ve yolun sonunda Hak’kın olması.
İki : Hayat dediğimiz yolculuğun her bir ayrıntısı da aslında Hak’kın dışında değil. Ağacından elmasına, çövmeninden çavdarına, kekliğinden şahinine, rüzgarından yağmuruna kadar bu dünyada var olan her nesne, her bitki, her hayvan, her doğal olay O’nun bir parçası,  O’ndan gayrı bir şey yok. Bu anlam da yol da O, başlangıç da O, varış da O… Yoldaki her varlık O’na ulaştıran, O’nu hatırlatan, O’ndan bir iz taşıyan, yolculuk güzergahında bir "ayet".     
Üç : Hayata böyle bakınca, hayatın her ayrıntısında Hak’kı görünce, insanın içinde birlik ateşi yanıyor; kargaşa, kaos, savaş ortadan kalkıyor. Kimle kavga edeceksin? Ağaç da sensin elma da, çövmen de sensin çavdar da, keklik de sensin şahin de, yağmur da sensin rüzgar da… Bu bakış altında “birlik” var… Bu bakışı özümseyenin kalbinde barış ışığı yanar; düşmanlığa, kavgaya, nizaya yer kalmaz.
Dört : Bu yolculuğun iki yoldaşı var: Kadın ve erkek. Hayatın mutluluğunu ve meşakkatini beraber yüklenecek iki refik. Biri diğerinin olmazı. Birinin getirdiğini, diğer yana taşıyacak olan bir diğeri. Bu dünyanın cilvesine beraber katlanacak, beraber yükü omuzlayacak, beraber ağlayıp beraber gülecek, gereğinde didişecek, didişmeden sevgi doğacak, nesiller türeyecek... Kadın ve erkek, bir bütünün iki parçası. Bu iki parça, cennette yani Hak’ta bütünlenecek belki.
Beş : Yurtta barış, dünyada barış eyvallah… Ama önce insanın kendi içinde barış… Bunun yolu da, yolun başını, sonunu ve yolun kendisini doğru algılamakla mümkün, vesselam. 

Hüseyin Cem ÇÖL
13 Mayıs 2013 – Pelitli

Trabzonspor İçin Tespit Vakti



Futbolu severim ama ne tuttuğum takımın kazanması beni neşelendirir, ne de yenilmesi üzüntüye boğar. Artık epey uzakta kalmış bir çocukluk arkadaşı gibi tuttuğum takım da. Ne onu hepten unutabiliyorum, ne de eskisi gibi ona karşı muhabbet duyuyorum. Her geçen yıl, onunla aramdaki mesafeyi biraz daha açıyor.

Futbolu severim ama futboldan pek anlamam. Yine de istinabeyi ofsaytla karıştıracak kadar cahil olduğum da söylenemez. O kadar da değil.

Futboldan anlamam ama bu söyleyecek hiç sözüm olmadığı anlamına da gelmez. Hayır, hangi futbolcunun hangi mevkide oynaması gerektiği konusunda ahkam kesemem. Onu demek istemedim. Üç yıldır Trabzon şehrinde yaşayan ve hak vaki olana kadar bu şehirde yaşamak azim ve kararlılığında biri olarak, bir tespitim var, onu arz edeceğim naçizane.  

Tespitim şu:

Yakinen görmekteyim ki; Trabzon’daki Trabzonspor taraftarlarının, Anadolu takımlarına karşı besledikleri sebebi belirsiz hınç, Anadolu’daki Trabzonspor sevgisine sekte vuruyor. Belki son yıllarda azalsa da, çocukluğumdan biliyorum ki, Anadolu’da, üç büyüklerden sonra en çok tutulan takım Trabzonspor’du. Öyle ki, pek çok futbol meraklısı için kendi şehrinin takımı bile ikinci sırada gelirdi. Anadolu’daki Trabzonspor taraftarlarının bir defa bile Trabzonspor maçına gittiklerini sanmam, muhtemelen Trabzon şehrine de hiç ayak basmamışlardır. Trabzonspor’u tutmalarında, kendi şehirlerinin yapamadığını Trabzonspor’un başarabilmiş olması önemli bir sebep olsa gerek. Ancak, bir türlü gelmeyen şampiyonluk, Trabzon’daki Trabzonspor taraftarını, İstanbul takımları neyse de, Anadolu takımlarına karşı da agresifleştirdi. Oysa bu bindiği dalı kesmekten farksız. Trabzonspor, sadece Trabzonluların tuttuğu bir takım değildir, Trabzonspor sadece bir şehir takımı da değildir, hatta Trabzonspor bir bölge takımı da değildir. Trabzonspor, bin yıldır kendi yağıyla kavrulmaya çalışan, sadece asker deposu olarak görülen, buna rağmen her defasında hor görülen, adam yerine bile konmayan, bir yarımadanın, Anadolu’nun takımıdır. Bizim takımımızdır, bizdendir. Bir Trabzonlunun kendi şehrinin takımına sahip çıkması elbette anlaşılabilir bir tutumdur. Fakat, bu takımın Trabzon dışında mukim sevdalıları da yok değildir. Görmekteyim ki; Trabzonluların aşırı sahiplenici tutumu, Trabzonspor’u, annelerinin aşırı sevgisi yüzünden özgüvenini yitiren ve çevresiyle sağlıklı iletişim kuramayan çocuklara benzetmektedir.   

***

Mayınlı bölgeye adım atmışım gibi bir his var içimde.

Hüseyin Cem ÇÖL
13 Mayıs 2013 - Pelitli

10 Mayıs 2013 Cuma

Sayenizde




Herkesin hayatında unutamayacağı bir gün vardır; sanırım ben de yaşadıkça 17 Nisan 2013’ü hiç unutmayacağım. Aslında yaşadığım kayda değer anlara ilişkin duygularımı ve düşüncelerimi kanatlandırarak uzun uzun yazma becerim fena değildir. O günü yazmaya kalksam, pehlivan tefrikasından hallice bir yazı ortaya çıkacağı da kesin. Buna rağmen hiçbir vakit yazmayacağım o uzun yazıyı. Çünkü, 17 Nisan deyince yüzüme içten ve samimi bir “tebessüm” yerleşiyor. Bu “tebessüm” benim için çok anlamlı ve bu anlam beni manevi açıdan fevkalade tatmin ediyor. Ortalığı lafa boğarak, o masum tebessümün arka planda kalmasını istemiyorum. İlerleyen hayatımda olmadık bir günün olmadık bir zaman diliminde, hatırıma o günü getireceğim, yüzüme o günün ışığı düşecek, yine tebessüm edeceğim ve o tebessümün verdiği rahatlamayla “hayat, her ne yaşanırsa yaşansın gerçekten güzel” diyeceğim. Bu da “sayenizde” olacak.

Ben size teşekkür ederim.

Hüseyin Cem ÇÖL 
10 Mayıs 2013 - H 309 

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Bir Öğrencime Açık Mektup



Sevgili Pikaçu,

Hayat gülünce güzel. Bu mektubu sana yazmamın yegane sebebi azcık da olsa tebessüm etmek ve ettirmek. İnan başka bir şey değil. Beni hoşgöreceğine inanmasam bu mektubu yazmazdım. Zaten, kim olduğunu bir sen, bir ben, bir de Allah biliyor. Eğer, sen öğrenciler arasında namın yürüsün diye “ey ahali, o Pikaçu var ya, işte o benim” diyerek ortaya çıkmazsan, kimse bu mektubun muhatabının sen olduğunu bilmeyecek. Gerçek şu ki, senden böyle bir ifşaat sadır olacakmış gibi bir his de var içimde. Bende öyle bir izlenim bıraktın. Pek belli etmesem de, bende de azcık fırlamalık vardır, Allaha şükürler olsun.  

Hatırlarsan, geçen ayki Borçlar Hukuku Genel Hükümler vizesinde, işin içine biraz da mizansen katarak şöyle bir soru sormuştum: “Minik Dostlarımız” programının sunucusu Seda Akgül, programına konuk olarak katılan Av.Aziz Abdülaziz’e “Türk Borçlar Kanunu’nda kişilere hayvanları öldürme hakkı tanınıp tanınmadığını” sormuştur. Av.Aziz Abdülaziz’in yerinde siz olsaydınız bu soruya ne cevap verirdiniz?

Verdiğin cevaptan anladığım kadarıyla, kendini gerçekten Av.Aziz Abdülaziz’in yerine koymuşsun, adeta sınav sorusunun içine tüm zerrenle dühul etmişsin, sanki sınav salonundan stüdyoya ışınlanmışsın. Mizansenimin bu kadar gerçekçi ve canlı olabileceği inan hiç aklıma gelmemişti. Cevabını okurken seni Seda Akgül’ün karşısında, grand tuvalet giyinmiş, bacak bacak üstüne atmış, konusuna hakim bir edayla oturmuş konuşurken tahayyül etmekten kendimi alamadım. Cevabını, buyur, aşk ile hep beraber okuyalım:  “Seda Akgül hanıma çok güzel bir noktaya parmak bastığı için teşekkür ederdim. İnsanın, insanlık tarihi boyunca devrim niteliğinde birçok gelişim kaydettiğini ve her geçen gün dönüp arkaya baktığında dünün insanının ne kadar vahşi ve ilkel olduğunu vurgulamasına karşılık, temelde birçok benzerlik taşıdığı bir varlığa karşı yapılan ilk çağ barbarlığına çok normalmiş gibi göz yumabilecek kadar iki yüzlü olduğunu söylerdim. Eğer bu sırada reklama girilip, stüdyodan uzaklaştırılmadıysam, TBK m.68’in bu duruma ön ayak olduğunu belirtir ve bundan dolayı Türkiye’yi suçlamamızın anlamsız olduğunu asıl suçlunun hayvanları “meta” ve “şey” olarak gören evrilmeye mahkum hukuk anlayışının olduğunu söylerdim.”

Cevabın üç cümleden ibaret fakat sanki istesen sayfalar dolusu yazabilecekmişsin gibi. Neden kısa kestin güzel kardeşim? Daha bu yazdıkların “giriş” bile sayılmazken, “gelişme” ve “sonuç” nerede? Stüdyodan atılacağını mı düşündün konuyu uzatırsan? Yoksa, senin üç cümlene Seda Akgül dayanamadı da, gerçekten kapı dışarı mı edildin? O gün stüdyoda ne oldu anlatır mısın? Bir “okurun” olarak, gelişmelerden haberdar olmak benim de hakkım.

Üç cümle yazmışsın ve ne yalan söyleyeyim sadece ilk cümlende ne demek istediğini anlayabildim. Diğer iki cümlen üzerinde dünden bu yana düşünmekteyim, zengin, çağrışımlara açık bir dilin var çünkü. Anlama başarısına eriştiğim ilk cümlene ise, eğer “Adab-ı Muaşeret” dersinin sınavını yapıyor olsaydım, inan tam not verirdim, fakat kabul edersin ki, Borçlar sınavında Seda Hanım’a teşekkür ettin diye sana “aferin, ne iyi ettin, böyle devam et koçum” diyecek değilim. Madem sınav sorusunu cevaplarken, kendini stüdyo konuğu moduna iyice soktun, hiç değilse daha çok ayrıntı verseydin de, kağıt okumaktan bunalan bu zavallı kardeşin de biraz efkar dağıtsaydı. Senin yerinde ben olsaydım, ana meseleye girmeden önce, çekim öncesi Seda Akgül’ün seni nasıl ağırladığını, sabah sabah -nerden buluyorsan seni hınzır- hangi esprilerle kadını güldürdüğünü, makyajcı kızla aranızda geçen her anlama çekilebilecek konuşmaları, son dakika haberleri nedeniyle programın biraz geç başladığını, Seda Akgül’e fokuslandığın için son dakikada ne olup bittiği hakkında hiçbir fikrinin olmadığını, Seda Akgül’ün o gün pembe ruj sürdüğünü, tırnaklarının her birini gökkuşağı renklerine boyadığını, üzerinde de kendisini daha bir olgun gösteren askılı kırmızı bir elbise bulunduğunu yazar, sonra satırbaşı yapıp ana meseleye geçiş yapardım. Bana bir ara uğra da, sana “giriş” kısmını uzun yazmanın incelikleri hakkında kısa bir ders vereyim. Odamı biliyorsundur umarım. Stüdyodan çıkınca sağda.

İkinci cümleni inan kaç defa okudum bilemezsin. Şimdi anlıyorsun değil mi, neden kağıt okuma savaşlarım bu kadar uzun sürüyor? Senin ve senin gibi anlatım yöntemlerinin hepsini tek bir cümlede kullanma yeteneği tavan yapmış mükaleme üstadları yüzünden. Sizin çağrışımlara açık, zengin, okuyana “işte budur”, akabinde “kimim ben, burası neresi” dedirten üslubunuz benim kağıt okuma hızımın düşük olmasının en büyük amili. Okuyanın uyuşuk beynini tetikleyen, düşüncelere gark eden, level atlatan öylesine efsunlu bir diliniz var ki, bir cümlenizi okuduktan sonra yarım saat kendime gelemiyorum, tekrar kendime gelmek için birkaç doz Ajdar dinlemem gerekiyor, eski seviyeme kavuşabilmem için. Bu kulunuza acısaydınız da, “Ali gel”, “Oya topu tut”, “Baba bana ip al” gibi, benim algı seviyeme uygun kısa ve öz cümleler kullansaydınız ne iyi olurdu!

Dili kullanma yeteneği konusunda yalnız olmadığını, bu alanda sınıfta kayda değer mühim rakiplerin olduğunu da ifade etmek isterim. Misal vermek gerekirse, sınav kağıdına “Temyiz kudretini kaybetmiş kimse kanaatimce hukuk düzeninin el atamayacağı bir boyuta geçiş yapmıştır.” diye yazan sevgili kardeşin Tusubasa’nın ifade ve anlatım yeteneği nerdeyse seninkiyle boy ölçüşecek nitelikte. Sende olup da Tusubasa’da eksik olan “olayı canlandırma yeteneği”. Ki, ikiniz elele verip birlikte metin çalışması yaparsanız, oluşacak sinerji ile bana birkaç hafta idare edecek kadar yazı malzemesi vermiş, beni de şu kısa dünya hayatında ne çok mesut etmiş olursunuz.

Pikaçu Can,

Bir türlü bitmek bilmeyen, daha doğrusu nerde biteceğini kendisi de bilmeyen, nihayet kör bir duvara çarpıp anlamsız kelimelere dağılan ikinci cümlenden anlıyorum ki, evvela, sen bir hayvanseversin, ve saniyen, sen felsefe yapmayı seviyorsun. Son cümlenin giriş kısmından, felsefe yaptığın ve bu nedenle programın ratingini düşürdüğün için, bir an tedirgin olduğun da anlaşılıyor. Bir korku, bir panik havası sezdim satır aralarında. Fikirlerinin Seda Akgül tarafından onaylanmadığını vehmetmişsin, bu yüzden stüdyodan çıkarılacağın bile aklına gelmiş. Neden ki? Bir defa, ben çok iyi tanırım Seda Akgül’ü, kendisi katıksız bir hayvanseverdir. Sana asla kızmaz. El-hak sen de öylesin. Niye seni stüdyodan atsın ki? Bu telaşına bir anlam veremedim. Psikanaliz yapılsa, buradan çok ekmek çıkar gibi bir intiba var içimde. Çocukluğunun iz bırakmış uzak bir köşesinde, doğruyu biraz bulanıkça ifade ettin diye, elindeki lolipopu gözünün önünde tuza mı bastılar, nedir?   

Üçüncü ve son cümlenin bir yerinde, “TBK m.68’in buna ön ayak olduğunu belirtirim” demişsin ya, burada anlam zenginliğinin zirvesinde dolaştığını apaçık sezdim, ne yapsam ne etsem senin seviyene asla ulaşamayacağıma kanaat getirdim, çocuklarım hatırıma geldi, elleri ekmek tutana kadar bana muhtaç olduklarını, bunun için de akıl sağlığımı korumam gerektiğini düşündüm ve kağıdınla vedalaştım. Benden koptuktan sonra, cümlen nerde bitmeyi bildi, kaç parçaya ayrıldı inan hiç bir fikrim yok.

Sevgili Pikaçu,

Tüm bu yazdıklarıma bakıp da, sakın seni ayıpladığımı, kınadığımı sanma. Aksine senin sınıftaki öğrenciler arasında sıra dışı, çılgın, uçuk işler yapmaya en uygun namzed olduğunu düşünüyorum. Bence, fakülteyi bitirince, Tusubasa’yla ortak bir avukatlık bürosu açmayı düşünmelisin. Zaten bu çılgınlığın karesi demektir. Para kazanırsanız, beni de yanınıza alın, musahhih kadrosunda size uzun yıllar hizmet edebilirim. İhtiyacınız olacak gibi görünüyor.

Hep sevgiyle ve tebessümle kal.

Hüseyin Cem ÇÖL
8 Mayıs 2013 – H 309